Adalet, Mülkün de Temelidir İnsanlığın da!..

Adalet, Mülkün de Temelidir İnsanlığın da!..

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kur’ân-ı Kerim’in her tarafında tevhîd mazmununun bir nabız gibi attığı görülür; eserlerde, Kur’ân’ın dört esası ve maksadı sayılırken “tevhîd” ile beraber “nübüvvet”, “haşir” ve -ibadeti de ihtiva eden- “adalet” özellikle vurgulanmaktadır.

Tevhîdnâme’de geçen bir dua: اَللَّهُمَّ عَدْلاً وَقِسْطًا، تُغْنِينَا بِهِمَا عَنْ كُلِّ جَوْرٍ وَظُلْمٍ “Allah’ım! Adalet, itidal, istikamet (lütfet!..) O sayede, bizi cevir ve zulümden müstağnî kıl!.. Sen’den istediğimiz, odur.”

Tevhîd, “Allah’ı birlemek” demektir; Ehadiyyet-i Zâtiye, Vâhidiyyet-i Sıfâtiyye ve Esmâiyye çerçevesinde, Zât-ı Ulûhiyeti bilmek, O’na karşı kulluk tavrı almak ve O’nun ile irtibat tesis etmek, gönül vasıtasıyla…

Allah’ı birleme, sadece لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ demek suretiyle birleme değildir. Bütün tavır ve davranışlardan taşıp dökülen her şey, bir yönüyle, “Tevhîd” edâlı olmalıdır. “İhlas”ı, ona ircâ edebilirsiniz.. “İhsan”ı, ona ircâ edebilirsiniz.. “Muhabbet”i, ona ircâ edebilirsiniz.. “Marifet”i, ona ircâ edebilirsiniz.. “Sadâkat”i, ona ircâ edebilirsiniz.. “İstikâmet”i, ona ircâ edebilirsiniz.. daha ziyade sofiler tarafından kullanılan “Tevekkül”ü, “Teslim”i, “Tefvîz”i, ve “Sika”yı ona ircâ edebilirsiniz… Sâfî bir kalbi, mutmain bir kalbi, “Râdıye-Mardiyye” kanatlarıyla kanatlanan, mutmain bir kalbi, “Sâfiye”, “Zâkiye” ile üyevikleşen bir Latife-i Rabbâniyeyi, o “Tevhîd” duygusuna ircâ edebilirsiniz.

Yani, mücerred لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ demekle değil… Ancak -bir yönüyle- sizin zâhiren müslüman olduğunuza hükmedilmesi adına, o, bir emaredir; o size Müslümanlık muamelesi yapılması için çektiğiniz beyaz bayrak gibi bir şeydir. Onu, sizde gördükleri zaman, size ilişmezler, “Teslim!..” demektir o. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Üsâme’ye, “Yarıp kalbine mi baktın!” buyurduğu andaki mübarek mülahazalarını bu istikâmette değerlendirebilirsiniz. Onun için Hazreti Gazzâlî’nin de ifade ettiği gibi “tasdîk-i kalb” önemlidir; sürekli Latife-i Rabbâniye’nin ve kalbin O’nun ile çarpması, O’nun ile atması, esasen…

Eğer kalbde haşyet olsa, o, tavır ve davranışlarda da olur. Efendimiz öyle demiş zaten: لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ خَشَعَتْ جَوَارِحُهُ “Kalbinde haşyet olsa, tavır ve davranışlarında da o görülür.” Gözlerinin irisine kadar, yüzünün mimiklerine kadar, el-ayak hareketlerine kadar… Namazda el-pençe divan durmaya kadar, kemerbeste-i ubudiyet ile arz-ı ubudiyette bulunmaya kadar, rükûa giderken temkin ile eğilmeye kadar, secdeye kapanırken “Ohh be! O’nun karşısında eğilmek, ne latifmiş!” demeye kadar… Her tavır ve davranışta tevhîd önemli; tamamen her şey ona bağlanmalı.

Tabii bunlar, pozitif şeyler; meselenin negatif şeylere bakan yanı da var. İşin içine “riya” katmama.. “süm’a” katmama.. “iç beğeni” diyebileceğimiz “ucub” katmama.. dışa karşı taşma diyebileceğimiz “fahir” katmama.. başkalarına tepeden bakma, kendini büyük görme diyebileceğimiz “kibir” katmama… O büyüklük, Allah’a mahsus bir hususiyettir. O mevzuda -hâşâ ve kellâ- kendini O’na şerik sandığın zaman, yine Tevhîd dairesi dışına çıkmış ve Allah’a şirk koşmuş sayılırsın.

Cenâb-ı Hak, bir kudsî hadis-i şerifte, الْعَظَمَةُ إِزَارِي، وَالْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي، فَمَنْ نَازَعَنِي فِيهِمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ buyuruyor: “Kibriya, Benim ridâm; azamet ise, Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım!” “İzârım.. Ridâm..” diyor, sonunda da قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ buyuruyor: “Bunlarda Benim ile -bir yönüyle- ortaklaşmaya kalkanları, Ben de derdest eder, Cehennem’e postalarım!” İşte bunlar da tevhîdin sağlam olması adına terkedilmesi gerekli olan negatif şeyler…

   Allah Rasûlü, nübüvvetinin gereği olarak bize her şeyden önce Cenâb-ı Hakk’ı zât-sıfât-esmâsıyla tanıtarak idrak edilmezleri ruhlarımıza duyuran bir muallimdir; aynı zamanda, dinî hükümleri tebliğ, insanî değerleri talim ve ahlâkî esasları temsil eden muvazzaf bir müşerri’dir.

Vahiy yoluyla haber almak, Allah’ın emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak demek olan “Nübüvvet” de Kur’an’ın ana maksatlarından biridir. Buna -nüansı mahfuz- “Risalet” de diyebilirsiniz. Bu “min verâ-i hicâb” (bir perdenin ardından) haber alıp getirmektir; İmam Rabbânî hazretlerinin ifadesiyle, ötelerden, ötelerin ötesinden, ötelerin ötesinden; verâlardan, verâların verâsından, verâların verâsından mesajlar getirmektir.

Peygamber, o haberler ile gelmese, siz, ne “Zât-ı Ulûhiyet” mevzuunda, ne O’nun “Âsâr”ı ve “Ef’âl”i mevzuunda, ne o ef’âlin arkasındaki “Esmâ”sı mevzuunda, ne o esmânın dayandığı “Sıfât-ı Sübhâniye” mevzuunda, ne de şöyle-böyle “Zât-ı Ulûhiyet” mülahazalarında sağlam bir bilgiye ulaşamazsınız. Dolayısıyla O’nun verdiği haberler sayesinde siz, bir yönüyle, şöyle-böyle o denen şeylere muttali oluyorsunuz. Bu açıdan da mesele “Nübüvvet” sözü ile ifade ediliyor.

“Risâlet”, ibadet u taat adına, ubudiyetiniz adına yapmanız gerekli olan şeyler veya sakınmanız gerekli olan şeyler adına mesajlar sunuyor. “Nübüvvet”, min verâ-i hicap haber getiriyor, insanları insan idraki ile, insan düşüncesi ile, insan muhakemesi ile ulaşamayacağı hakikatlere uyarıyor. İşte burada batıl felsefe, din mesajından ayrılıyor ki, Hazreti Pîr de ısrarla o meselenin üzerinde duruyor.

Dolayısıyla “Nübüvvet” derken de meseleye öyle bakmak lazım: “Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep / Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi. // Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Ya Rab, bizi Mahşer’de bu ikrâr ile haşret!..” Esas, o medyuniyeti gerektiriyor; çünkü O olmasaydı, biz ne “Ef’âl”den anlardık, ne “Âsâr”dan anlardık, ne “Esmâ”dan anlardık, ne “Sıfât”tan anlardık, ne bize “Dur!” denilen “Zât-ı Baht” mevzuundan anlar, kafa karıştırıcı şeylere girmekten sakınırdık… Ne Cennet’ten anlardık, ne onun köşkünden, villasından, sarayından, ırmaklarından, Huri’sinden, Gılman’ından anlardık!.. Ne kalbde imanın bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşıdığını anlardık, ne Cehennem’in bir zakkum tohumunu sakladığını anlardık!.. Evet, pozitifiyle negatifiyle bütün bunları bilmede/öğrenmede hep O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) medyûnuz.

“Nübüvvet” derken de esasen medyûniyetimizi öyle duymamız lazım. Bir yönüyle O’nu tam tanımamız lazım. “Marifet” diyeceğimiz O’nu tanıma neticesinde, O’nu sevmemiz lazım. Nasıl Zât-ı Ulûhiyeti sevmek bir esastır ve nasıl o bir vazife ve sorumluluk halinde insanlara yükleniyor?!. حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ، يُحِبِبْكُمُ اللَّهُ “Allah’ı, kullarına sevdirin ki, O da sizi sevsin!..” Biraz değiştirelim bu ifadeyi, حَبِّبُوا رَسُولَ اللَّهِ إِلَى أُمَّتِهِ، يُحِبِبْكُمْ رَسُولُ اللَّهِ “Allah Rasûlü’nü (ümmet-i davet ve ümmet-i icâbet, bütün) ümmetine sevdirin ki, Rasûlullah da sizi sevsin!” “Siz, Rasûlullah’ı, insanlığa, bütün insanlara sevdirin ki, Rasûlullah’ın nezd-i nübüvvetinde siz de sevgiye mazhar olasınız!” denebilir.

Bu açıdan nübüvveti anarken de kendi derinliği ile anlamak lazım. Öyle dile-dudağa emanet edilmiş bir مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demekle yetinmemek lazım. Kalb, uykuda o mevzuda, haberi yok. Latife-i Rabbâniye, Vicdan, His ve Şuur uykuda, onların da haberleri yok bundan. Dile-dudağa emanet olan o şey, sadece zâhiren işte beyaz bayrak çekme demektir o mevzuda. Sana yapılacak muameleden âzâde kalmak için “Teslim!” falan diyorsun; “Teslim!” deyince, sana ilişilmiyor o zaman; “Haa, sen de mü’min imişsin! Sen de müslim imişsin!” deniyor. Zât-ı Ulûhiyet mevzuunda öyle olduğu gibi; zât-ı nübüvvet mevzuunda da -esasen- meseleye öyle bakmak lazım.

   Fertlerin ebedî saadetini dileyen ve bir milletin huzurunu düşünen kimseler, en başta o millet için ahiret inancına giden yolları açmalı ve insanları, öldükten sonra dirilmeye inandırmalıdırlar.

“Tevhîd” ve “Nübüvvet” ile beraber Kur’ân’ın ana unsurlarından ve maksatlarından olan bir diğer esas (kıyametten sonra bütün ölülerin bir yere toplanmaları, Allah’ın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması demek olan) “haşir”dir.

Hazreti Pîr’in ifadesiyle, Kur’an’ın üçte biri haşirden bahsediyor. Delâletin değişik türleri ile; yani, “dâll bi’l-ibâre” ile, “dâll bi’l-işaret” ile, “dâll bi’l-iktiza” ile, “dâll bi’l-iltizam” ile, “dâll bi’d-delâlet” ile, değişik yerlerde hep ondan bahislerde bulunuyor.

Bazen açıktan açığa öldükten sonra dirilmeden bahsediyor. Ezcümle, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ إِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ “Sizin hepinizi yaratmak da, ölümünüzün ardından (Âhiret’te) hepinizi diriltmek de, (O’nun için) ancak bir kişiyi yaratmak ve diriltmek gibidir. Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla görendir.” (Lokman, 31/28) diyor. Hem kudret-i nâmütenâhisini, ihata edilmezliğini ifade ediyor; hem de icraât-ı Sübhâniyesinin, O’na göre de gayet sehl/kolay olduğunu belirtiyor.

Yani, size zor gibi görünen şeyler, O’na gayet kolaydır; zira O’nun için “zorluk” sözü söz konusu değildir. O, bir şeyi murad buyurduğu zaman “Ol” der, o da hemen oluverir. إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ “O bir şeyi murad buyurduğu zaman O’nun yaptığı iş, sadece ona “Ol” demekten ibarettir, o şey de hemen oluverir.” (Yâ-Sîn, 36/82) Evet, “fe-yekûn” ibaresindeki “fe” harfini bir “sebebiyye” olarak düşünebilirsiniz, “hemen o sebep ile oluveriyor.” Fakat daha ziyade “takip” (“fâ-i tâkibiyye”) manasında gibi görünüyor; yani, “hemen müteakiben oluveriyor.” Onun için eskiler, “Kün fe-kân” demişler, Edebiyatta da “Kün fe-kân tezgâhı”, “Kün fe-kân fabrikası” gibi terkipleri çok kullanmışlar. “Kün fe-kân”; O, “Ol!” dedi ve hemen olacak şeyler de (mümkinât da) oluverdi.

Evet, “Haşir” meselesi çok önemlidir. Bir yönüyle, hayatı zapturapt altına alma, bir nizam haline getirme ona bağlıdır. Öldükten sonra dirilme, hayatın hesabını verme, öbür tarafta ebedî mutluluk yaşama veya hafizanallahu teâlâ, burada sorumluluklar yapılmadığı zaman ötede ebedî hızlâna maruz kalma gibi şeyler söz konusu olması itibarıyla, haşir üzerinde ısrarla duruluyor ki, Hazreti Üstad üçüncü esas olarak ondan bahsediyor orada.

   “Olmazsa bir milletin efrâdı beyninde adalet / Geçer zemine bir gün, arşa çıkan pâye-i devlet.”

İmam Gazzâlî, meseleyi üçe ircâ ediyor; Üstad hazretleri bir de “adalet” diyor. Esasen bir yerde “ibâdet” diyor; yani, o Kitâb’ın âmir bulunduğu şeyler, Sünnet-i Sahiha’nın âmir bulunduğu şeyler… Dinin temel disiplinleri açısından “İbadet”, “Ubudiyet” ve sofilerin ilave ettikleri “Ubûdet”. Herhalde, Allah’a kullukta tamamen fani olma, kendi hesabına bütün bütün mâsivâdan sıyrılma, bir yönüyle “fenâ fillah, bekâ billah-maallah” ufkunu ihraz etme şeklinde Cenâb-ı Hakk’a karşı vazife-i ubudiyeti yapmaya “ubûdet” demişler. Bu, Tasavvufta üzerinde durulan bir konu, yeri burası değil onun.

Dolayısıyla, Hazreti Üstad, “ibadet” de diyor, “adalet” dediği yerde bile. Adalet; bir yönüyle hep sırât-ı müstakîmde yol alma… اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım! Bizi, sırat-ı müstakîme hidayet eyle!” Yani; her türlü ifrattan, her türlü tefritten muhafaza buyur! Dosdoğru yol ne ise, o… Bu, inanç adına dosdoğru yol.. Sana kulluk yapma adına dosdoğru yol.. Peygamberini tanıma adına dosdoğru yol.. haşr ü neşr mevzuunda müstakîm bir düşünceye sahip olma adına dosdoğru yol… Bunu deme ve yaşama şeklinde bir şey, “adalet”. Ama bu arada insanlar arasındaki adaletin de ayrı bir yeri olabilir. Nitekim “Adalet, mülkün temelidir.” denmiş.

“Olmazsa bir milletin efrâdı beyninde adalet / İner zemine (veya düşer zemine) arşa çıkan pâye-i devlet.” Ziya Paşa, belli bir dönemde demiş: “Olmazsa bir milletin efrâdı beyninde adalet / Geçer zemine bir gün, arşa çıkan pâye-i devlet.”

Arşa çıkmış ise pâye-i devlet… Nice devletler, semâvîleşmiş… Bir yönüyle bu, yükselmelerinden kinaye; yoksa semâvîleşme söz konusu değil. Fakat mesela bir Râşid Halifeler dönemine bir manada semâvîleşme denebilir; çünkü hemen her meselede, tamamen her şeyde bir semâvîlik rengi var, deseni var, örgüsü var. Onların o hayat tarzına, o adalet ve istikâmetlerine bakınca, bir yönüyle, âdetâ bir mercek ile ahireti temâşâ ediyor gibi olursunuz; âdetâ sizi âhirete götürecek/taşıyacak bir koridor içinde kendinizi görebilirsiniz. Onların tavır ve davranışları, bunu ifade eder.

Ondan sonrakilerde, Emevîler’de, bir Ömer İbn Abdülaziz ve belki bir insan daha olabilir… Mesela komutanlardan Tarık İbn Ziyâd olabilir; o bana çok büyük geliyor. Musa İbn Nusayr’ın kölelikten alarak ordunun başına koyduğu bir insan… Kurtuba’da (veya Toleytula’da) kralın hazinelerine ayaklarını bastığı zaman diyor ki: “Tarık! Evvelki gün, bir köle idin; dün, hürriyete kavuştun; bugün, bir ordu kumandanı olarak burada muzaffersin! Unutma, yarın toprağın altına girip Allah’a hesap vereceksin!”

Mesela, bir Yavuz’u, o derinlikte görebilirsiniz. Çaldıran zaferi, Mercidabık, Ridâniye… Geriye döndüğü zaman, Üsküdar’da, herkes geliyor, istikbal ediyorlar cihan hükümdarını; “Topkapı Sarayı’nda herkes sizi bekliyor!..” diyorlar. “Hayır, bir zaferden dönen insanın beklendiği gibi karşılanmak istemem ben!” diyor. Evet, ne kadar büyükler ise, o kadar da tevâzu ve mahviyet içinde bulunmasını biliyorlar. Herkes uykuya daldığı zaman, o, sessizce geçiyor öbür tarafa ve sessizce Topkapı Sarayı’ndan içeriye sızıyor.

   Dünden bugüne zalimler, her kötülükleriyle aslında kendi feci akıbetlerini hazırlamış ve ahiret hesabına dillerinin lâl kesilmesine sebebiyet verdiklerinden en çok muhtaç oldukları anda Kelime-i Tevhîd’i söyleyememiş, hep “Lâ”da kalmışlardır.

Sızıyor… Hani kendi müesseselerinize girmeye de bir kısım şom ağızlar “sızma” falan dediler ya!.. “Her yere sızmışlar!..” Şom ağızlar… Evet, beddua etmiyorum, “Dilleri kurusun!” diye. Zaten ona kesb-i istihkak etmişler ise, er-geç kuruyacak o diller… Kelime-i Tevhîd’i tilavet edecekleri, okuyacakları zaman, kilit vurulacak, “Lâ, Lâ, Lâ…” diyecekler ama devamını diyemeyecekler.

Firavun da öyle gitti: وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنْتُ أَنَّهُ لا إِلِهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَا مِنَ الْمُسْلِمِينَ “Derken, İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Hemen Firavun, askerleriyle beraber haksız ve saldırgan bir şekilde peşlerine düştü. Nihayet boğulmak üzere iken: ‘İman ettim. İsrailoğulları’nın inandığı İlahtan başka tanrı yokmuş. Ben de Ona teslim olanlardanım.’ dedi.” (Yunus, 10/90) ayetinde ifade buyurulduğu üzere, آمَنْتُ بِالَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ “İsrailoğulları’nın inandığına iman ettim.” diyor. İnanırken bile, yine esas yakalaması gerekli olan üslubu yakalayamıyor. آمَنْتُ بِالَّذِي آمَنَ بِهِ مُوسَى وَهَارُونُ “Hazreti Musa ve Harun’un inandığı ilaha iman ettim.” diyemiyor da “Beni İsrail” diyor. Buzağıya tapan Beni İsrail.. Kârûn’un arkasından koşan Beni İsrail.. suyu geçtikten sonra, öbür tarafta puta tapan insanları görünce, “Sen de bize bir put yap!” diyen Beni İsrail.. فَاذْهَبْ أَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلاَ إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ “Haydi sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz işte burada oturuyoruz.” (Mâide, 5/24) diyen Beni İsrail… Dolayısıyla, Allah, tam söyleme lüzumunu duyduğu esnada bile, söylenmesi gerekli olan şeyi ona söyletmedi; ağzına fermuar vurdu, kilit vurdu, yanlış şey söyletti. Belki orada, آمَنْتُ بِالَّذِي آمَنَ بِهِ مُوسَى وَهَارُونُ deseydi, Allahu a’lem, Cenâb-ı Hak da geçmişteki her şeyini -Efendimiz’in Ebu Süfyân’a dediği gibi- silerdi ve yeni bir hayat faslı başlardı onun için; belki o da Seyyidinâ Hazreti Musa’nın arkasından yürür-geçerdi.

Evet… Bakın şimdi, nasıl ağza kilit vurulduğunu, bunun tedâî ettirdiği bir başka misalle anlatayım. İki idamlıkta ruhanî reis olarak bulundum, en genç imam olmama rağmen. Meclisin de imzaladığı “Artık bu, idam edilecek!” dediği bir insan; ben de hocalık kıyafeti ile girdim yanına onun. Hücresine girdim, orada “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah” dedirtmeye çalıştım; yani, “Sona geldik artık, bundan sonra çare yok!” dedim. O, başta, en büyük gördüğü adamın adını anarak, “O, gelecek, eve gideceğiz!” falan dedi. “Yahu Rasim! O gelmeyecek; bak, sen bir yere gidiyorsun, ‘Allah’ dediğin zaman -esasen- kurtulacaksın. Ne olur, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah’ de!” diye tekrar ettim. Ben belki on defa ona dedim: “Ne olur yahu, Allah aşkına, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah’ de!” Fakat o, inadına, “O, gelecek, eve gideceğiz!” dedi. Sadece bana karşı öyle demekle de iktifa etmedi. Gani bey, başsavcı idi. Rasim çıktı sandalyenin üzerine, ip sallanıyor yukarıda. Savcı, “Rasim! Son bir arzun var mı burada?” dedi. Son arzusu soruluyor. “O, gelecek” dedi, “Eve gideceğiz!..” Allah (celle celâluhu), bir aileyi öldürmüş o insana “Lâ ilâhe illallah” dedirtmedi. Aklını mı kaybetmiş, genel dengesi mi bozulmuş?!.. Kelime-i tevhîdi söyleyemedi.

Öbürü de bir cinayet işlemişti; adı Mehmet idi, “Memo” diyorlardı. Yalvardım, yakardım; yanına oturdum… Ama bir taraftan Jandarma komutanı, bir taraftan başsavcı, bir taraftan hapishane müdürü, bir taraftan da işte kılığı ile, kıyafeti ile -“ruhanî reis” diyorlar- bir din adamı, karşısında… Sandalyeye oturuyor. Bir “Âmentü’yü sonuna kadar okuyalım!” dedim; yarısına kadar geldi, gerisine dönmedi dili, telaffuz edemedi. Belli bir ölçüde inanıyordu fakat Âmentü’yü sonuna kadar okuyamadı. Melûl, mahzun; götürdü, onu da o sandalyeye çıkardılar, ipi boynuna taktılar, sandalyeyi çektiler; sallandı, bir saman çöpü gibi… Dilerim, inşallah, belli ölçüde inanmış ve sadece günahı ile gitmiştir, Cenâb-ı Hak da onu affeder.

Şimdi insan, hafizanallah, öyle mesâvî irtikâp ederse, Firavun’un diyemediği gibi, diyemeyebilir; “Lâ” der, kalır. Zira تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحْشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ “Nasıl yaşıyorsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölüyorsanız, öyle dirilirsiniz.” Öyle sen zulüm yapacaksın.. insanların kanına gireceksin.. “Hak, adalet!” diyecek fakat ikisini de ayağının altına alacaksın.. adaletin üzerinde raks edeceksin.. inleyenin inlemesini duymayacaksın.. ağlayanın ağlamasını duymayacaksın.. değişik yerlerde “İlaç!” diye inleyen insanlara ilaç vermeyeceksin.. “Kalbimde aritmi var. Vücudum, onu taşımayacak; ben ölüyorum!” diyecek… İşte yakında ölen, bugün beni hıçkıra hıçkıra ağlatan, samimi, otuz-kırk senedir tanıdığım arkadaş… “İlacımı verin benim!” diyor, vermiyorlar. Bunlardan bir tanesi de benim kardeşim.. yüksek şekeri var onun.. ilaç istiyor, parmakları bozulmuş.. ilaç vermiyorlar. Sen, bunca mezâlimi irtikâp edeceksin de “Müslümanım!” diyeceksin. Ben burada yemin ederim, sen, kat’iyyen dediğin gibi değilsin! Sen, münafığın tekisin!..

   Geçmişte Demirel, Özal ve Ecevit gibi siyasetçiler Hizmet’e karşı adalet, hakperestlik ve insanlığın gereğini sergilediler, hep hayırla yâd edilecek civanmertliklerle destek verdiler; aksine şimdikiler, insanlığı utandıracak şekilde köstek olma yolunda yürüyorlar.

Belli bir dönemde, adımlar atılmıştı. Tam inanılarak o adım atılmış mıydı, yoksa birilerine karşı tepki hareketi miydi? İdam edilen bir zat vardı; ben, takdir ile yâd ederim. Hazreti Pîr de takdir ile yâd etmiş, Lahikalar’da gördüğünüz gibi. Namaz kılıyor muydu, kılmıyor muydu; şüphem vardı benim. Fakat bir şeye ağladım. Neye biliyor musunuz? İpe götürürken, orada, yanındaki insanlara döndü, dedi ki: “Müsaade ederseniz, iki rekat namaz kılayım!” Ben, sevincimden hıçkıra hıçkıra ağladım, “Elhamdülillah!” dedim, “Allah’a inanıyor, inşaallah!” Milleti, on sene şöyle-böyle idare etti: İmam Hatipler açıldı. Kur’an kursları -bir yönüyle- serbest vazife yapar hale geldi. Ezanımız bizim serbest oldu. O ezanın kelimeleri, ezanın rüknüdür. Ezanı hüviyet-i asliyesiyle duyma imkânını onlar hazırladı. Bir yere tepki hareketi miydi, yoksa onun öyle olmasına inandığından dolayı mı yapmıştı?!. İkinci şık, hüsnüzannımızın ifadesi, inşaallah. Evlatlarında gördüğüm de bunu teyîd ediyor. Birisi ile çok yakın tanışıklığımız oldu, defaatla gitti-geldi; Allah’a inanıyordu, namaz kılıyordu. İnşaallah, öyle idi, diyelim. Onunla bir yere kadar geldi..

Sonra, Devlet Su İşleri’nde genel müdürlükten bir yere gelen bir insan. İnanıyordu. Mesela vefatından üç-beş gün evvel, Fakîr’i aradı telefonla; “Hocam, ne olur, bana çok dua et!” dedi. Şimdi, inanmıyor olsaydı, benim gibi bir mücrimden dua istemezdi esasen. Ama sizin anladığınız manada bir kalbî derinliğe sahip olmayabilir; vicdanı inkişaf etmemiş olabilir. Fakat o kadarı bile, çok önemlidir. O Üniversite açılırken, başka çok büyük insanlar vardı orada. Bir partinin genel başkanı da vardı. Bir yerdeki bir müessesenin en başındaki insan da vardı, orada konuşma da yaptı. Hatta sizin durduğunuz gibi, ben böyle duruyordum, o da öyle konuşuyordu; yüzüme bakarak bana laf çarptı hep, öyle bir düşüncenin sahibi idi. Onlardan hiçbirine “Benim ile beraber gelin!” demedi; fakat sadece Kıtmîr’in elinden tuttu, “Gel yahu” dedi, “Bizler, arkadaşız!” Yanına oturttu. Azıcık meseleye karşı saygısı olmasaydı, bunu yapmazdı. Ayrıca, vazife yaptığı dönemde, belki otuz tane Cumhurbaşkanlığı patentli mektubun altına imza attı, verdi; o mektupları ben saklıyordum. Allah’ın, bunları boşa çıkaracağına ihtimal vermiyorum. Allah, Erhamü’r-râhimîn, A’delu’l-âdilîn, Ekremü’l-ekremîn, bir şey ilave ediyorum, Eşfakü’l-müşfikîn’dir. أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ، أَعْدَلُ اْلأَعْدَلِينَ، أَكْرَمُ اْلأَكْرَمِينَ، أَشْفَقُ الْمُشْفِقِينَ Onunla da mesele, bir-iki adım, bir yere kadar götürüldü.

Arkadan gelen, Amerika’da eğitim görmüş bir insan vardı. Anadolu insanı idi. Çok şey yaptı, rengini değiştirdi her şeyin. Ayrıca, değişik yerlerde gezdi, “Ben, kefilim bu işe!” dedi. En son, seyahatinde, ölümünden iki-üç gün evvel, Asya devletlerini dolaştı; nereye gittiyse, “Ben, kefilim!” dedi. Hatta arkadaşlardan bazıları refakat etmediklerinden dolayı, kendisine refakat etsinler diye, Kıtmîr’i bir vasıta ile aradı, “Ben, sizin için gidiyorum, niye arkadaşlar gelmiyorlar ki?!” dedi. “O okullar için gidiyorum ben!” dedi. Ve son hayrı bu oldu, o okullar adına; âdetâ refere etti Hizmet’i. Sonra döndü, geldi. Bana yakınında bulunan birisi anlattı: “Cuma namazı kılıyordu, ayağa kalkamadı.” Ve sonra da işte bantta yürürken… Yanındaki birisi -askerlikten ayrılma birisi- “Hocam, kat’iyyen…” dedi, “O, bantta yürümekten dolayı değil! Fakat kendisini çekemeyenler tarafından zehirlendi!” Daha sonra onun dediğini esasen kriminolojinin başındaki doktor teyîd etti; buraya geldiğinde dedi ki, “Hocam, zehirlenmiş ama benim öyle bir rapor vermemi istemediler; beni aldılar vazifemden. Ben, ‘Zehirlendi!’ diye rapor verecektim ama beni aldılar vazifeden.” dedi.

Onunla da mesele, bir yere kadar geldi. Bir şey oldu; bir şeyler yapılacaktı. Dünyanın yüz yetmiş ülkesine açılma oldu. O hayatta iken daha, belki iki yüz, üç yüz tane okul vardı, dünyanın değişik yerlerinde. Ee ondan sonra o çizgide, o hizada Allah’ın izni-inayetiyle, bin dört yüzlere ulaştı o okullar. Burada, Houston’da hastaydı; kendisini ziyarete gittim. Hastanede bana sarıldı, ağladı. Ve benim hissiyatım açısından da o gün hanımı odadan çıkmadı; sadece galiba “Hocama bir çay yap!” dedi, öyle dışarıya çıktı. Bir de gitmeye kalktığımız zaman, “Semra, hocam gidiyor, uğurla!” dedi, o kadar. Yani, bir hatıra bile bu kadar incelik izhar etti. Sarıldı bana, ağladı ve dedi ki: “Ben, bu okulların ne ifade ettiğini, bunlara bir türlü anlatamıyorum!” “Bunlar” dediği kimdi, bilemiyorum; bir “İ” mahallenin insanı mı, bir “A” sarayının insanları mı, bilemiyorum!.. “Ben, bunlara anlatamıyorum!” dedi; teessürünü ifade etti, sarıldı ve hissini bu şekilde dillendirdi.

Mesele, onlar ile bir yere kadar geldi. Yapmada onlar, bir yönüyle, âdetâ meselenin statiğini size verdiler. Bir de Sosyal Demokrat vardı. İki üç defa başta iken de görüştüm. Evine de gittim. Hatta tevazu, mahviyet başka şey; İslam sıfatı… Bizim Cevdet Bey de vardı yanımda, bir de askeriyeden ayrılma birisi vardı; bir de şimdi aleyhimizde yazı yazan, bizden ayrılan arkadaş vardı yanımda. Ben dedim ki, “Mutfağa gidin de çay yapın siz; yengemiz yapmasın orada o çayı!” “Hayır, misafirimizsiniz siz, çayı benim yapmam lazım!” falan dedi. O da öyle centilmence davrandı ki, ben utandım, hicap duydum. Düğmelerini iliklemeden Fakîr ile konuşmuyordu. Ben kim oluyorum ki, fakat öyle derin bir saygısı vardı. Bakın… Yanına sık sık giden arkadaşımız vardı, onu da bilirsiniz, burada, Amerika’da, Teksas’ta bulunuyor. “İnanın sizden telefon geldiği zaman, düğmelerini iliklemeden konuşmazdı, telefonla.” Sosyal Demokrat bir ortamda neşet etmiş bir insan, bir başbakan. “Bir şeyi söyledim ben kendisine!” diyor o arkadaş. Amerika’da, otuz tane okul; yani yüz kırk tane, yüz elli tane değil, otuz tane okul… “Bu yirmi-otuz tane okulda, yüzde otuz nispetinde seçmeli Türkçe dersi…” Öyle sevindi ki, neredeyse zil takıp oynayacaktı, “Amerika gibi bir yerde, benim dilim, Türk dili seçmeli ders olarak okutuluyor.” diye.

İşte birileri bu civanmertlikler ile meseleye destek oldular, bir yere kadar getirdiler. Gerçek adalet, bu idi.. hakka saygının ifadesi, bu idi.. dengeli davranmanın ifadesi, bu idi… Onlar, dengeli davrandılar; bir yere kadar mesele o denge ile, sarsılmadan, sürçmeden, takılıp yollarda kalmadan, Allah’ın izniyle, ilerledikçe ilerledi, ilerledikçe ilerledi. Zannediyorum hayatları devam etseydi, mesele iki katına çıkacaktı, Allah’ın izni-inayetiyle. Yerlerine gelen namertler, onların o işin yapılması adına destek olmalarına mukabil… -Halk ifadesi olduğu için, biraz avamca olduğundan dolayı mazur görürsünüz beni.- Onların destek olmalarına mukabil “köstek” olmayı kutsal bir vazife sayarak, köstek olmaya başladılar.

Şimdi, saydığım bu insanlar, “insan” idi; çünkü davranışlarına bakınca, hakkaniyete bağlı, adalete bağlı, derin insanlığa bağlı, insanca hizmete saygıya bağlı şeylerdi bunlar. Bir de şimdikiler ile mukayese yaptığımız zaman, şimdikilere “insan” demekte biraz zorlanırız. Bu kelime canlansa, “insan” kelimesi canlansa, davacı olsa, öbür tarafta, mizanda, terazinin aleyhimizde olan kefesi, ağırlığından dolayı aşağıya iner, hafizanallah.

   Adalet esasen dengeli olma, aşırılığa düşmeme, herkesin ve her şeyin hakkına riâyet etme ve asla zulme girmeme demektir; her insan, hem Rabbine, hem nefsine, hem de halka karşı adalet ve istikamet içinde bulunmakla mükelleftir.

Evet, adalet eğer denge ise, ifrata-tefrite girmeme ise şayet, Zât-ı Ulûhiyeti bilme mevzuunda, Peygamberliği kendi manasıyla kavrama mevzuunda hep denge… Bakın; bazıları, Zât-ı Ulûhiyeti tenzih adına, bir yönüyle korkunç, mutlak manada bir cebre sapıyorlar; bütün bütün iradeyi nefyederek, ayrı bir sapıklık içine düşüyorlar. Bazıları “Kul, fiilinin hâlıkıdır.” demek suretiyle, ayrı bir sapıklık içine düşüyorlar. Bazıları “teşbih” sapıklığı üzerine düşüyorlar. Bazıları, “hayyiz” sapıklığı içine düşüyorlar, hafizanallah. Oysaki

“Bulunmaz Rabbimiz’in zıddı ve ne niddi misli âlemde,

Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir teâlallah.

 

Şerîki yok, berîdir doğmadan, doğurmadan ancak;

Ehad’dir, küfvü yok, İhlâs içinde zikreder Allah.

 

Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

 

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

 

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda;

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”

Hafizanallah. İşte bu, Zât-ı Ulûhiyet mevzuunda da dengenin ifadesidir esasen. Cenâb-ı Hakk’a karşı ibadet, ubudiyet ve ubûdet’in ifadesidir. O’na karşı dengeli kulluk yapmanın ifadesidir ki, günde farzları ve sünnetleri kılıyorsak, kırk defa… Buna Evvâbîn’i ilave ederseniz, Teheccüd’ü ilave ederseniz, Duhâ’yı ilave ederseniz, İşrâk’ı da ilave ederseniz şayet, zannediyorum altmış defa olur… Günde altmış defa biz -bazılarını dinleyerek, bazılarını da okuyarak- اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyoruz: “Allah’ım! Bizi sırât-ı müstakîme hidayet eyle!” صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ “Kendilerine nimet lütfettiklerinin yoluna…” مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا “Nebîler, bütün duygu, düşünce, inanç ve davranışlarında dosdoğru ve Allah’a karşı tam bir sadakat içinde bulunan, özü sözü bir kimseler (sıddîklar); başkalarının inandığı gaybî gerçekleri bizzat tecrübe eden ve onların doğruluğuna hayatlarıyla şehadet edenler (şahitler/şehitler) ve inanç, düşünce, söz ve davranışları itibarıyla doğru yolda, sağlam, bozgunculuktan uzak, ıslah ve tamir gayesi güdenler (sâlihler). Ne güzel arkadaşlardır bunlar!..” (Nisa, 4/69)  Off!.. Onlara arkadaş olmak, refîk olmak; canlara can!.. Nebîlere, sıddîklara, şehitlere, sâlihlere…

Dengedir, bu; bu dengenin korunması da adalet, bir yönüyle. Meseleyi dar dairede ele almamak lazım. Ama ister İslamî hukuk sisteminde, isterse modern hukuk sisteminde “adalet” dendiği zaman, daha ziyade, insanlara karşı âdilâne hükmetme, karar verirken âdilâne hükmetme, kanunlar çerçevesinde hükmetme anlaşılıyor.

Böyle, gelişi güzel, insanları derdest etme, paketleme, bir yerden bir yere gönderme; ölümlerini tebessüm ile karşılama, “Yok oluyorlar!” diye zil takıp oynama, filan… Bunlar, “adalet” değil, zulmün tâ kendisidir.

“Zalimlere dedirtir bir gün Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âserekellahu aleynâ…” (Düşün ki, Hazreti Yusuf’a ne kadar zulmettiler. Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yusuf, 12/91) dedirtir.) “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var!” ve “Zulm ile âbâd olanın, âhiri berbâd olur!” demişlerdir. İşte örneği, Firavun… İşte örneği Ramses, Amnofis, İbn Şems… İşte örneği: Hitler’ler, Saddam’lar, Kazzâfî’ler…

Daha yüzlerce, binlerce örneği ile, tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde, لِكُلِّ فِرْعَوْن مُوسَى “Her zaman Firavun’un karşısında bir Musa…” Tersine çevirip şöyle de diyebilirsiniz: “Her Musa’nın karşısında bir Firavun olmuştur!” Günümüzde Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolunda yürüyenlerin karşılarında da Firavunlar olacaktır. Cenâb-ı Hak, ıslahlarını, hidayetlerini murad buyuruyorsa ve onlar da irade ediyorlar ise, Cenâb-ı Hak, Müslümanlığa hidayet eylesin!.. Yoksa Allah’a havale ediyoruz, Allah haklarından gelsin; seleflerinin âkıbeti ile onları da âkibetlendirsin!..