Bamteli: BEDÎÜZZAMAN, “PÎR-İ MUĞÂN” VE DİĞER MEŞREPLERİN BÜYÜKLERİ

Bamteli: BEDÎÜZZAMAN, “PÎR-İ MUĞÂN” VE DİĞER MEŞREPLERİN BÜYÜKLERİ

  SORU: Affınızı istirham ederek, “Maslahat var!” dendiği için soracağız: Risale-i Nur’ları taban oluşturmak ve insan kazanmak maksadıyla bir araç olarak kullandığınız, bunun için de senelerdir Hazreti Üstad’ın adını bile tasrih etmeyip onu “Pîr-i Muğân, Şem’-i Tâbân, fikir yapıcı” gibi sıfatlarla andığınız şeklinde iddialar ileri sürülüyor. Bu konudaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

  CEVAP: Evvela, “üstad” dediğim de az değildir sizin içinizde; “üstad” dediğim binlercedir, binlerceyi geçmiştir, zamanla. Fakat umumî bir cemaatte, başka mizaçta-meşrepte olan insanların bulunduğu bir yerde, onların da hissiyatları gözetilmiştir; pek çok büyük insanın yaşadığı, hepsine saygı duyulduğu ve benim de hepsine karşı saygı duyduğum hakikati yansıtılmıştır. Esad Efendi’den Sâmi Efendi’ye kadar saygı duydum; birini görmedim, diğerini görüp elini öptüm ve aynı zamanda ondan mektuplar aldım. Görmediklerime tâzimât u tekrimâtımı ulaştırdım. Fakat insan psikolojisi olarak meşrepleri, mizaçları, mezâkları nazar-ı itibara aldım; onların yanında mutlaka “Üstad Bedîüzzaman Hazretleri” demekle, “Acaba o büyük zâta karşı onların içinde bir antipatiye sebebiyet verir miyim?” mülahazasını taşıdım. Evet, böyle bir meselede samimi bir mülahaza araştırmaları lazım, buna bakmaları iktiza eder.

  “İmana dair küçük bir meselenin inkişafı, benim nazarımda yüzlerce ruhanî zevke ve keramete müreccahtır.”

Nitekim hiç öyle demediğim halde, altı sene kürsüsüne çıkıp vaaz ettiğim camide problem yapılmıştı. Orada aynı zamanda bir idare kurulu da vardı, çalışan memurlar da vardı, ayrı meşrepten insanlar vardı. Hazreti Bedîüzzaman’ın adını zikretmiyor, dolaylı yollardan, mesela “Çok büyük bir Zât, mühim bir Zât diyor ki: Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” demek suretiyle anlatacaklarımı anlatıyordum. Böyle bir alıntı ile, kapalı, adını söylemeden kendisinden bahsettiğimde bile idarehanede aynen mesele şöyle müzakere edildi: “Falan efendi hazretlerinden, filan efendi hazretlerinden hiç bahis yok; sadece sözü evirip çevirip getirip falana bağlama gibi bir mülahaza peşinde bu adam! Böyle bir darlığın mahkumu!..” Bunlar bizzat yaşadığım şeyler.

Şimdi siz bunları yaşamış iseniz şayet, gönülden bağlı bulunduğunuz ve kendinden çok istifade ettiğiniz, bir yönüyle, belki çağımızda hakikaten bugüne kadar söylenmedik şeyleri söylemiş, aynı zamanda üzerine gidilmedik problemlerin üzerine gitmiş, halkın şaşakaldığı meseleleri Allah’ın izni ve inayetiyle vuzûha kavuşturmuş bir Zat’a karşı antipati uyarmamaya azamî gayret gösterirsiniz. Ki, zaten şu söz de ona aittir: “İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvâk ve kerametlere müreccahtır.” Keramet, bir insana ekstradan Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği bir ikrâm-ı İlahîdir. Fakat bir insanın iman kazanması, onun cennete girmesine vesiledir. Bu olmayınca, bu temel, bu blokaj olmayınca esasen ne o keramet olur, ne o keşif olur, ne o müşâhedeler olur. Böyle bir şeyden bahsettiğiniz zaman, eğer rahatsız oluyorlarsa şayet, hem o zâta karşı antipati uyarmama hem de onları bir yönüyle tahrik etmeme adına, o şekilde maslahat görülmüş. Meseleye bu zaviyeden bakacaksınız. Bu, bir.

  “Pîr-i Muğân”, tasavvufta mürşid-i kâmil, rehber, aşkı dağıtan ve pay eden kişi demektir.

Bir ikincisi; sevenler, sevdiklerini ifade ederken, tasavvufta “Pîr-i Muğân” tabirini o kadar çok kullanmışlardır ki!.. (Pîr-i Muğân ifadesi, tasavvufta, mürşid-i kâmil, rehber, aşkı dağıtan ve pay eden kişi gibi manalara gelir.) Siz de, bir taraftan saygı duyduğunuzdan dolayı, bir taraftan da birilerini tahrike sebebiyet vermeme, kıskandırmama, “Sadece bir şahıstan bahsediyor!” dedirtmeme düşüncesiyle bunu kullanmışsınız.

Aynı zamanda yazdığım yazıda da hepsinden bahsettim. (Bakınız: “Düşünce ve Aksiyon İnsanı”, Yeni Ümit Dergisi, Ekim 1994) Hepsini, kendi idrak ufkum itibariyle anlatmaya çalıştım; kıymet-i harbiyeleri itibariyle anlattım diyemem, o da iddia olur; küstahlar nasıl düşünürlerse düşünsünler. Hepsinden bahsettiğim yerde, Bediüzzaman hazretlerinden de bahsettim. Cami kürsüsünde de isminden birkaç defa bahsettiğim zaman önce “Süleyman Efendi Hazretleri” dedim, “Mehmed Zâhid Kotku Efendi Hazretleri” dedim, “Sâmi Efendi Hazretleri” dedim, ondan sonra da “Bediüzzaman Hazretleri” dedim; iki-üç defa bahsettimse, öyle bahsettim. Bu mülahazalarım da esasen birilerini tahrik etmeme, sevilmesi ve kabul edilmesi gerekli olan bir zata karşı antipatiye sebebiyet vermeme, aynı zamanda inhisarcı fikirle hareket edildiği hissi uyarmama ve meşrebi, mizacı, mezâkı, esas önemli, hayatî şeylere tercih ediyor gibi davranmama gayretine bağlıydı.

Evet, “Pîr-i Muğân” tabirini, tâzimkar ve takdirkâr bir ifade olarak kullanmışlardır. Çoğu kullanmış, ben isterseniz bir tanesinden, Pîr-i Küfrevî Hazretleri’nden hilafet almış bir zat olan hemşerim Erzurumlu Ketencizâde’nin Divan’ında şeyhi için söylediği sözlerden misal vereyim. Pîr-i Küfrevî Hazretleri, Hüseyin Kındığî Efendi ve oğlu Muhammed Lutfî Efendi (Alvar İmamı) Hazretleri’nin de şeyhidir. Küfrevîler’in o dönemdeki Pîr-i Muğânları; yirminci asra doğru gelinirken, doğuda Küfrevîler’in en önemli zâtı. O zatlardan onun bir sürü kerametini dinledim. O Ketencizâde Hazretleri de Küfrevî Hazretleri’nin halifelerinden bir tanesi. Adına Erzurum’da küçük bir câmi de vardır. Bakın, o zattan bahsederken nasıl diyor: “Azîzim, Rehberim, Pîrim…” Şiiriyet açısından da fevkalade; bestelenmeye müsait bir haldedir bu sözler. Bu kadar hecelik bir şeyi bestelemek aslında çok zordur; öyle yedilik şiirler gibi değildir fakat bunlar bestelenmeye de müsait:

“Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım,

Ziyâ-yı himmetindir her iki âlemde devrânım.

Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvânım,

Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı azâm, şâh-ı devrânım,

Nazardan dûr kılma bendegânı, pîr-i muğânım, şem’-i tâbânım.

Şimdi “pîr-i muğân, şem’-i tâbân” derken, bir yerde Ketencizâde’nin Pîr-i Küfrevî Hazretleri için söylediği sözü kullanıyorsanız!.. Hem de sizin kendi takdirinize bağlı değil; şimdiye kadar gelmiş bir sürü selefinizin o mevzuda takdirlerine binâen, onların takdirlerini referans alarak, onun için “Pîr-i muğânım, şem’-i tâbânım, ziyâ-ı himmetim!” diyorsanız!.. Bunu böyle demeyi “ketmediyor gibi görme ve gösterme” meselesi, sadece iftiradan ibaret kalır. Şimdiye kadar iftiraları bini geçti, bin beş yüz kadar var. Bu da o müfterilerin iftiralarından, “tahrif”lerinden, “tebdil”lerinden, “tağyir”lerinden, “ta’yir” ve “ta’yib”lerinden başka bir şey değildir. Kendini bilmezlerin nâ-sezâ, nâ-becâ sözleri!.. Bazıları bizim Osmanlıca’da kullandığımız kelimeler oldu. İhtimal derler ki, “Anlamayalım diye bu kelimeleri de kullandı!” O da yine onların içtihatlarına müfevvez; onu da nasıl tevil ederler; buyursun, tevil etsinler.

  “Sami Efendi Hazretleri’nin de elini öptüm; ondan Osman Topbaş Hazretleri’ne yazdırdığı iki mektup aldım.”

Evet, o türlü zatları, o büyükleri, o Pîr-i Küfrevî’yi de, o Alvar İmamı’nı da hep saygıyla andım. Ben on yedi yaşına kadar Alvar İmamı’nın dizinin dibinde -benim liyakatime göre değil, onun teveccühüne göre- “Benim talebem!” iltifatıyla neş’et ettim. Daha sonra orada bulunduğum zaman, türbesini ziyareti ve türbesinin toprağını gözüme sürme diye çekmeyi şeref bildim. Ama ona karşı saygı duyarken, başkalarına da saygıda hiç kusur etmedim. Çok rahatlıkla başkalarının ellerini de öptüm. Sivas’a gittim; İhramcızâde İsmail Efendi’nin elini öptüm, hiç tereddüt etmeden. Başka bir yere gittim; Edirne’de Mehmet Efendi Hazretleri geldiğinde, onun elini de öptüm. Yaşar Tunagür hocamız -makamı cennet olsun ikisinin de- oradayken Osman Çataklı Bey -doçent idi daha- oraya getirmişti. İsim veriyorum, betahsis. Selimiye Camii’nin önünde, seve seve, içimden gele gele elini öptüm. Sami Efendi Hazretleri’nin elini öptüm. O da Fakir’e, Medine-i Münevvere’de mücâvir iken, iki tane mektup yazdı. Mektupların altına da Osman Topbaş Hazretleri’nin imzasını attırdı, ona yazdırdı. O mektuplar, hâlâ benim koleksiyonumda, mahfuz, duruyor. Ben öyle baktım; aklı başında olanlar, hazımsızlık hastalığına düşmeyenler de böyle bakmışlardı.

Amma… فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلاَةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِKendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler.” (Meryem, 19/59) ayet-i kerimesinden hareketle diyeyim; ondan sonra bazıları yetişti ki, namazı bile doğru kılmaz oldular. Şehevât-ı nefsaniyelerine tâbi oldular; dünyayı esas kabul ettiler, servet ü sâmâna kafalarını kaptırdılar. فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّاİşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” (Meryem, 19/59) diyor Kur’an-ı Kerim. Cenâb-ı Hak, tepetaklak öyle bir gayyaya yuvarlanmaktan onlarla beraber başkalarını da muhafaza buyursun!.. Doğru bir yolda yola çıkmışlardır, yürümüşlerdir. Sonra refüj değiştirmiş, şerit değiştirmiş, patikaya sapmışlarsa, “Cenâb-ı Hak, yeniden sırat-ı müstakimi hidayet buyursun!” derim. Kimse hakkında garazım, kinim, nefretim yok!.. Pîr-i Muğân’a bakışım da bu.

Daha başka zaman da şunu demişimdir: Her sabah biz de o kitapları okuyoruz; okumadığımız ân yok; çoğu ezberimizde onların. Bir insan, alakasız olduğu bir şeye karşı, zihniyle, fikriyle, bütün hissiyatıyla bu kadar alaka duymaz. Yalan söylüyor ve iftirada bulunuyorlar. Esasen, o zatın düsturlarını günümüzde ne manada kabul ederlerse etsinler, bir tecdid hareketinde bulunmuş. Sevsinler ve sevgileri burunlarında birer sızı halinde kendisini hissettirsin! Türkçemizdeki ifadesiyle “burunlarının kemikleri sızlasın” âdeta. “Asliyet planında” Hazreti Rasûl-i Zîşân, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ve sahabe-i kiram; “zılliyet planında, izafet planında” da bu büyük insanları anarken. O Alvar İmanı’nı anarken de, o Hüseyin Kındığî Efendi Hazretleri’ni anarken de, o İsmail Efendi’yi anarken de, o Zahid Kotku Hazretleri’ni anarken de, o Ali Haydar Efendi’yi anarken de burunlarının kemikleri sızlasın! Hiçbir ayrılık gözetmedik, hepsini hayırla, şerefle yâd ettik. Etmedilerse, başkaları etmediler. Sizin, onlar hakkında dediğiniz güzel şeyler kadar, bir tane -ben- o mevzuda, “Üstad Hazretleri” diye duymadım. Acaba bu meseleleri serrişte edenler, bu meselelere neden bir kere eğilip bakmıyorlar? Efendim, meselelerin bazılarını böyle görüp bazılarını görmeyen nankörlere -kendi dilime, ifade tarzıma, üslubuma yakıştıramıyorum; Ziya Paşa’ya havale ediyorum- “Yuf olsun!..” Böyle müfterilere, o müfterilerin içtimaına, onların kolektif şuurlarına, bir araya gelmelerine, meclislerine “Yuf olsun!..”

  SORU: Hocam, tazarru ve niyazlarınızda farklı cereyanları da sayarak, “Falan cemaat, meşâyih ve hulefası” diye tek tek anarak herkese dua ettiğinizi biliyoruz?

  CEVAP: Estağfirullah… Bazı şeyleri söylemek doğru değil; ancak mecbur kalınca da bazı şeyleri söylüyorsunuz. Duamda aklıma gelen herkesi sayıyorum; Akşemseddin Hazretleri’nden Zenbilli Hazretleri’ne kadar. Şeyh-i Tâğî’den… Hem önce sadece adlarını diyordum, nedense zühulüm benim. “Şeyh-i Tâğî Hazretleri” diyordum, “Pîr-i Küfrevî” diyordum, “Alvar İmamı” diyordum, “Oğlu Mehmet Efendi, Vehbi Efendi” diyordum, “Seyfeddin Efendi” diyordum. Ve torunları, benim hocam Sâdî Efendi, makamı cennet olsun; ne kimseye ders vermişti ne de hilafet almıştı ama kâmil bir insandı; onu bile onların arasında sayıyorum. Sivaslı İhramcı İsmail Efendi’yi saymadığım yok. Darendeli Hulusî Efendi’yi saymadığım yok. Ketencizâde’yi saymadığım yok. Aklıma kim gelirse, onları… Hazreti Üftâde’yi, Aziz Mahmud Hazretleri’ni saymadığım yok. Mustafa Bekrî Sıddikî’yi… Hususiyle başta Abdulkadir Geylanî, Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri… Bütün o bilinen, hususiyle tasarrufu geçerli dört tane zattan bahsediliyor; hani bir beşincisi olarak da Marufu’l-Kerhî Hazretleri’ni ilave ediyorlar; onları.. Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri’ni, Mevlanâ Celaleddin Hazretleri’ni, Sultanu’l-ulemâ Sadreddin Konevî Hazretleri’ni sayıyorum. Ve son zamanlarda ilave ettiğim şey: “Yâ Rabbi, el-Kulûbu’d-Dâria’da isimleri geçen, Mecmuatü’l-Ahzab’ta isimleri geçen başka veliler vardır; bir şeyde daha kusur etmişim yâ Rabbi. Benim kusuruma bakma, bağışla beni. Onların hem meşâyih hem de hulefâlarını dâhil ediyorum Allah’ım!

  “Salât ü selamlarımda peygamberler ve meleklerden sonra hemen her meşrebin rehberini ve tâbiîlerini de zikrediyorum.”

Nerede diyorum bunu biliyor musunuz? اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ، وَعَلَى جَمِيعِ اْلأَنْبِيَاءِ وَالْمُرْسَلِينَ، وَعَلَى الْمَلاَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ Aynı zamanda o melâike-i mukarrebîn içinde; وَعَلَى جَبْرَائِيلَ وَمِيكَائِيلَ وَإِسْرَافِيلَ وَعَزْرَائِيلَ خُصُوصًا؛ وَحَمَلَةِ الْعَرْشِ والمقرَّبِينَ وَالْكُرُوبِيِّينَ وَالْمُهِمِّينَ  Kur’an’da anlatılan وَالصَّافَّاتِ صَفًّا*فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا*فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا “Yemin ederim o saf saf dizilen, sevk u idare edip meneden, zikri (Allah’ın Kitabını) okuyan meleklere!” Saffât, 37/1-3) وَالْمُرْسَلاَتِ عُرْفًا*فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا*وَالنَّاشِرَاتِ نَشْرًا*فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًاİyilik için birbirinin peşinden gönderilenler, esip savuranlar, tohumlarını yaydıkça yayanlar.. ve hakla batılı, doğru ile eğriyi ayırt eden melekler hakkı için!” (Mürselat, 77/1-4) وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا*فَالْحَامِلاَتِ وِقْرًا*فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا*فَالْمُقَسِّمَاتِ أَمْرًا “O tozutup savuran, yağmur yüklenen, kolayca akıp giden, emirleri (rızıkları, yağmurları vb. şeyleri) taksim eden meleklere kasem olsun ki!..” (Zâriyat, 51/1-4) Mesela, melekler bunlar… طه*كهيعص*حم*عسق ile müvekkel melekler… Fatiha’ya, Kur’an-ı Kerim’e müvekkel melekler… Bunları zikredip “Bütün evliya, asfiyâ, ebrâr, mukarrebîn…” dedikten sonra, belki kırk-elli tane meşâyih ve hulefâsını sayıyorum. اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

Bakın, içimin samimiyetimi ifade ediyorum orada. عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ dedikten sonra, onları niyet ederek وَعَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ diyorum. وَعَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ Bunların hepsine bu salât ü selamlar. بِعَدَدِ عِلْمِكَ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِكَ “İlmin ve malumâtın adedince”. el-Kulûbu’d-Dâria’da bunu kullanan çok az. بعدد ذرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا “Kainattaki zerreler ve bileşikler sayısınca”  بِعَدَدِ قَطَرَاتِ اْلأَمْطَارِ “Yağmur damlaları sayısınca” بِعَدَدِ رِمَالِ الصَّحَارَى وَالْقِفَار “Çöllerin ve çorak arazilerin kumları sayısınca” gibi tabirler var. Ama Hasan Basri Çantay Hazretleri, إِنَّ اللهَ وَمَلاَئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا “Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere hep salat (rahmet ve sena) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin ve tam bir içtenlikle selâm verin.” (Ahzab, 33/56) ayetinin açıklamasında, derkenar olarak diyor ki: “Salat-ı selamların en faziletlisi, بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ ‘Allah’ın ilmi ve Allah’ın malumatı adedince’ denerek söylenendir.” Ben de اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ deyip isimlerini saydıktan sonra, عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ diyorum. Bu sayının hadd ü hesabı var mı, size soruyorum? Fakat ben ona da bir şey ekliyorum: مَا دَامَ مُلْكُ اللهِ تَعَالَى، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah Teâlâ’nın mülkü devam ettiği sürece, ebedlere kadar, sonsuza kadar.. ebedlere kadar, sonsuza kadar.” Bunu dedikten sonra da, yine “Acaba bu zatlara karşı, onların ümmet-i Muhammed’e kazandırdıkları şeylere mukâbil, ben borcumu edâ etmiş miyim?” diyorum. Onların bir Kıt-mî-ri o-la-rak. Kendini bir şey gören Kıtmirler, başka.

  Zahiren Minnâcık Armağan…

Evet, kendini onların kıtmîri sayan bir Kıtmîr olarak, bu çerçevede, sınırsız çerçevede, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber, onları hayırla yâd etme… Salât u selam ile.. Nedir “es-salât” demek? Allah’tan, rahmet; meleklerden, istiğfâr; mü’minlerden, dua. Nedir “selâm”? Dünya ve ukbâda esenlik; emn u emân içinde bulunmak; oraya girdikleri zaman da إِلاَّ قِيلاً سَلاَمًا سَلاَمًا(Cennette) işitecekleri söz, hep “Selâm! selâm!” sesleridir!” (Vâkıa, 56/26) “Selam! Selâm!” diyecekler birbirlerine karşı;Esenlik, esenlik!..” Ezâ yok, keder yok, cefâ yok, gam yok, gussa yok, menfi hiçbir şey yok.

Bütün bu sözlerle hepsini hayırla yâd ediyorsunuz ve diğerlerinin yanında Hazreti Pîr-i Muğân’ı da zikrediyorsunuz. Bazen “Bediüzzaman” diyorsunuz, bazen “Bediüzzaman Nursî” diyorsunuz, bazen de “Pîr-i Muğân” diyorsunuz. Öbürlerine de bazen “tasarrufu geçenler” diyorsunuz, bazen de “ebdâl” diyorsunuz, “evtâd” diyorsunuz, “aktâb” diyorsunuz, “gavs” diyorsunuz. (Her dönemde “gavs” bir tane olur, “kutup” birkaç tane olur; tasavvufî ıstılah terminolojisi içinde.)

Evet, böyle olunca, zannediyorum, bu mevzuda benim deyip ettiğim şeylerde, birilerini aşağılayıcı, birilerini göklere çıkarıcı bir şey yok. Siyyânen, herkesi -aynı zamanda- zılliyet planında, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vesâyeti altında görerek… O’na -min gayri haddin- o minnacık armağanınız. Yine de ona “minnacık armağan!” diyorum ama Allah büyütür onu. “İhlaslı bir zerre amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” Ama onları da Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdiğiniz o armağana ortak ediyorsunuz. Hepsini müşterek düşünüyorsunuz ve hiç birini tefrik etmiyorsunuz. Hatta ta’mîmde bulunarak, مِنْ أَوَّلِ الزَّمَانِ إِلَى آخِرِ الزَّمَانِGelmiş-geçmiş ne kadar evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabîn ve bunların meşâyih ve hulefâsı varsa… Elverir ki irtidad etmiş olmasınlar, nifaka düşmüş olmasınlar!” diyor, öyle bir ta’mîmde bulunuyorsunuz ki, istisnâsı yok o meselenin. Ne muttasıl istisnası, ne de munkatı’ istisnası yok bu meselenin. أَجْمَعِينَ، جَمْعًا، كُلِّهِمْ

  Dersini ve İlhamını Kur’an-ı Kerim’den Alan İnsanın Hayranlık Uyaran Sözleri

Nasılsa, bilmiyorum, Edirne Keşan’a bir askeri ziyarete gidiyordum. O Antepli Nâzım Gökçek olabilir. Hazreti Pîr-i Muğân’ı -bir daha rahatsız olurlar her halde “Pîr-i Muğân” tabirinden- Pîr-i Muğân’ı çok iyi tanıyanlardan ve Risaleler’i okuduğu zaman, nefasetine doyamayacağınız şekilde okuyanlardan. Türkiye’de Risaleler’i okuduğu zaman, insanın gönlünü hoplatan, gözlerini yaşartan, yüzüne baktıran iki-üç tane insan varsa, birisi o idi. Öyle yaşamıştı, tamamen hayatını o işe vakfetmişti. Ağabeylerden birisine atılan bir iftirayı duyunca, birisi tarafından bilmeyerek “Falan ağabey hakkında böyle dediler!” denince, dayanamamış o meseleye, o ânda kalb sektesi geçirerek vefat etmişti; Nazım Gökçek. Benim de çok sevdiğim, İzmir’de de Fakir’i ziyarete gelen. Ben de ihtimal onu Keşan’da -askerdi- ziyarete gidiyordum. O gün neyse ki Cevat Eke isimli doktorun da -merhum olmuştur o da- orada bir işi vardı; otobüste tam yanıma oturmuştu.

Ben herhalde Nurlar’dan “Çekirdekler” gibi yerlerden, belki “Lemâât”tan bazı bölümler okuyordum. Hani, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bana başka peygamberlere verilmeyen beş hususiyet verildi.” buyururken “Bana ‘cevâmiü’l-kelim’ verildi!” der; yani “kelime bakımından çok az fakat ifade ettiği manalar bakımından mücellet isteyen ifadeler”ine işaret eder. Ki onların çoğunu da Tirmizî rivayet eder. Hazreti Pîr de kendi düşüncelerini ister “Çekirdekler”de, isterse o “Lemâât”ta özlü sözlerle dile getirmiş. (Sözler’in sonundaki Lemâât’ta; arkadaşımız onları şerh etti, biliyorsunuz, anlaşılır hale getirdi, Allah ebeden râzı olsun; ondan da, ondan da, ondan da, ondan da. Her hayır yapanı, hayırla yâd ederiz.)

Şimdi unutmuşum; ya o, ya o; çıkardım ama betahsis, okuyorum. Bir cümle okudum; “Şunu sesli okusana!..” dedi. Ben şimdi ne olduğunu bilemiyorum. Mesela belki de “Ey şiddet-i zuhurundan muhtefî olan Allah!..” cümlesiydi. Recâizâde Ekrem de öyle diyor: “Sen ol Zâhir’sin ki, ne olduğun bilinmez / Ol Bâtın’sın ki, hiç kimseden gizlenmez!” Böyle bir şey. “Ey şiddet-i zuhurundan gizli…” Böyle bir şey okudum. Birden bire irkildi, hemen teyakkuza geçti ve “O ne böyle?!.” dedi. “Söz!” dedim. Dayatıyor gibi, böyle empoze ediyor gibi olmasın istedim.

Hani telkin, bazı kimseleri rahatsız eder. Bir de benim babamın yaşında. Bir de seni bir camide imam görüyor, küçük görüyor. Bir de kendisi uzman bir doktor, belki bir-iki alanda. Bir de üstelik medyunsunuz; bakmış sizin şekerinizi bulmuş, “Hastaneye yatmanız lazım sizin!” falan demiş… Bu faktörler karşısında, böyle dayatma ifade edebilecek meselelerin îmâsından bile kaçınırım. “Bir söz!” dedim.

Devam etsene!” dedi. Orada buldum, bir tanesini daha okudum, “Allah Allah!.. Yahu, ayet gibi şeyler bunlar!..” dedi. Hiç unutmam. Halden anlayan insan, laftan anlayan insan. Allah, körlere de gördürsün! Evet… Ee, neden olmasın? Çünkü Üstad Hazretleri bir harita gibi hep Kur’an’a bakmış; mahrutî bakışıyla, bütüncül bakışıyla, süzüp alacağı şeyleri hep Kur’an’dan süzüp almış. Onu aksettiriyor; bütün duygu ve düşünceleri hep onun etrafında bir peyk gibi dönüyor. Âdetâ dünya olmuş, kamer olmuş, etrafında dönmesi gerekli olan şey etrafında dönüyor; ışık alıyor, aldığı ışığı da ışığa muhtaç olanlara -aynı zamanda- ifâza ediyor. Böyle bakın meseleye.

Kimin bu!” dedi; “Üstad Bediüzzaman’ın!” dedim. Hiç sevmiyormuş, antipati duyuyormuş. Birden bire böyle fren yemiş gibi zangırdadı. Fakat sözlerin güzelliği karşısında hiç itiraz etmedi. “Bırak şu adamı!” falan demedi bana; demedi, çok insaflı imiş. Allah, insafı da peynir ile beraber yemiş insanlara, o insafın onda birini lütfeylesin!

  “Ey Kerim Rabbimiz! Nûrumuzu daha da artır, tamamına erdir, kusurlarımızı affet, çünkü Sen her şeye kadîrsin.”

Her şey O’nun elinde!.. رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ (Rabbim, kolaylaştır, zorlaştırma; hayırlısıyla tamamına erdir.) رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌEy Kerim Rabbimiz! Nûrumuzu daha da artır, tamamına erdir, kusurlarımızı affet, çünkü Sen her şeye kadîrsin.” (Tahrim, 66/8) Bazıları öbür tarafta böyle diyecekler; biz burada da böyle diyor ve şunu da ekliyoruz:

رَبِّ تَمِّمْ خِدْمَتَنَا وَحَرَكَاتِنَا وَمُؤَسَّسَاتِنَا، وَكُلَّ شَيْءٍ أَعْطَيْتَنَا * رَبِّ تَمِّمْ، إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَبِاْلإِجَابَةِ جَدِيرٌ، وَكُلُّ عَسِيرٍ عَلَيْكَ يَسِيرٌ، يَا مُيَسِّرُ، تَمِّمْ بِالْخَيْرِ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

Rabbim, Hizmet’imizi, hareketimizi, müesseselerimizi ve bize lütfen verdiğin her nimeti tamamla. Tamamla Rabbim; zira Sen her şeye kadîrsin; dualara cevap vermek de Sana yakışır, Senin şanındandır. Her zorluk Sana kolaydır, ey güçlükleri kolaylaştıran, aşılmazları aştıran Rabbim; hepsini hayırla tamamına erdir. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun nezihlerden nezih aile fertlerine ve ashâbına salât ü selam ederek bunu Senden diliyoruz, Rabbimiz!..