Bamteli: HİZMET’İN ALTI ESASI

Bamteli: HİZMET’İN ALTI ESASI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Muhammed Bahâuddîn Nakşibendi hazretlerinin yolunda dört şeyi terk etmek lazımdır; bu esas, şu Farisî beyitle ifade edilmiştir: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”

   “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.

Bir: Terk-i dünya; dünyayı terk etmek. Fuzûlî’nin ifadesiyle, “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir.” Onun nazarında dünya ve mâfîhâ (içindekiler, hezâfiri, şatafatı, ihtişamı, göz kamaştırıcı yanları) o kadar değersiz ki, rahatlıkla “Boş ver!” diyebiliyor. Birincisi, dünyayı böyle terk etmektir.

Hazreti Pîr’in verdiği ölçü ile noktalayacak olursak: “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.” Umurunda değil. Bütün dünya kendisinin olsa, katiyen küstahlığa, şımarıklığa, zihnî/fikrî/ruhî zehirlenmeye düşmez; ha var, ha yok. Bütün dünya elinden gitse, Eyyûbvârî, yiğitçe, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى، ثُمَّ أَخَذَ der; “Hamdolsun âlemlerin Rabbi O Allah’a ki, bir zaman verdi, vermekle imtihan etti; bir de almakla imtihan etti; iki imtihan. Verdiğinde O’nu hamd u senâ ile taçlandırdım; inşaallah, nezd-i ulûhiyette hora geçmiştir. Aldığı zamanı da sabırla, dişimi sıkmakla taçlandırdım; inşaallah o da hora geçmiştir!” Eyyûbvârî ki, O’na Hazreti Pîr “sabır kahramanı” diyor.

Evet, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazım. İnsan, kalbini, ruhunu, hissini, ihsaslarını ve ihtisaslarını dünyaya bağlarsa, -hafizanallah- o uğurda yapmayacağı canavarlık, şirretlik, fezâat ve şenâat yoktur; asar, keser, öldürür. “Eder münkirâne ta’ne-i şimşir-i hûn efşân / Döker kan, yakar can, onun derdi şöhret ü şan.” Evet, “Eder münkirâne ta’ne-i şimşir-i hûn efşân.” Kan döken mızrağını, saplar herkesin bağrına; kendi hesabına yakar bütün milletin canını. Döker kan, yakar can; onun derdi, hevâsı, hevesi, şöhret ü şân. Başka bir şey düşünmüyor; önüne halılar serilsin, geçtiği güzergâhta yolun sağı ve solu kendini alkışlayan humekâ ile kuşatılsın; efendim, “Allah seni başımızdan eksik etmesin!” seslerini marş gibi dinlesin ve öyle yürüsün… Öyle ister, derdi odur.

Dünyayı kalben terk edenler, bu türlü takdirleri, tebcilleri, tazimleri, sövme gibi kabul ederler. Hazreti Mesih’e ait bir söz, aynıyla değil de manasını söylüyorum: “Amelde ihlaslı olmak, övülmeyi sövülme gibi kabul etmeye bağlıdır.” Takdir ve alkışı, sövülme gibi kabul etmeye bağlıdır. Kendine karşı olan beğenileri ve takdirleri, kendi ruh dünyasında rahatsızlık sebebi saymaktır. İşte çağın önemli, mümtaz simasının sözü: “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum!”

Evet, böyle bir terk-i dünya. Fakat çok zor olduğundan dolayı, bu enâniyet asrında, bencillik ve egoizm çağında, böylesine kalben, hissen, fikren, ruhen dünyaya sırtını dönmek çok zor olduğundan ve “Olsa da olur, olmasa da olur! Bir dikili taşım olmuş, ne ifade eder, olmamış ne ifade eder?!.” mülahazası, her babayiğidin kârı olmadığından dolayı, Hazreti Pîr onu değiştiriyor, mâlum.

   Bir gönülde iki sevda olmaz!..

İki: Terk-i ukbâ; yaptığı ibadet u tâati cennet, havuzlar, kevserler, akan ırmaklar gibi uhrevî mükâfata bağlı yapmayı da gönülden terk etmek. Terk edilecek şeyleri terk etmezseniz şayet, elde etmek istediğiniz şeyleri elde edemezsiniz; tutmak istediğiniz şeyleri tutamaz ve tutunmak istediğiniz şeylere tutunamazsınız. Terk-i dünya ve terk-i ukbâ… Nedir esas hedef?!. اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق İhlas, Allah rızası, hâlis aşk u iştiyak.

Menkıbe… İbrahim Ethem hazretleri, tacını-tahtını terk etmiş. Efendim, tâçdâr, çullu sultan, çullara bürünmüş. Mücâvir olmuş; Kâbe’yi tavaf etmekle, esasen, orada doygunluk peşinde koşuyor, itminan peşinde koşuyor. O sene nasılsa, evlâdı da hacca gelmiş. Aradan kaç sene geçmişse, hâlâ unutmamış çehresini. Evlâdını görünce, evlâdı ona koşuyor, sarılıyor. (Menkıbe… Olmuş da olabilir, olmamış da olabilir. Fakat ifade ettiği mana önemlidir. Menkıbelerin aslı değil, faslına bakmak lazım.) Çocuğunu bağrına basınca, az kalb kayması yaşıyor, “Evladım!” diye. O anda, kendi duyabileceği şekilde, kendisinin irtibatlı olduğu frekansla hemen bir sinyal alıyor: “Ey İbrahim! Bir kalbde iki sultan olmaz!..” Hemen, “Allahım! Sen’in muhabbetinin yanında kalbime oturanı al!..” diyor. Oğlu, metâfta, dizlerinin dibine yığılıyor. Böyle bir terk-i ukbâ…

Terk-i dünya, terk-i ukbâ ve üçüncüsü; “terk-i hestî”: Terk-i hestî”, kendini terk etmek, kendi ile çok meşgul olmamak. Dünya adına belalar ve musibetler sağanak sağanak başından aşağıya yağdığı zaman, sadece çevresine bakacak, “Acaba bir başkasının başına da bir dolu düştü mü?!.” diye bakınacak ve işte o zaman “Oofff!” diyecek kadar… Öyle bir terk-i hestî, kendini terk etmek. Kendi evini yangın almış, cayır cayır yanıyor; bir insan olarak orada bir ihtizaz sergileyebilir. “Ben usanmam gözümün nuru cefadan, amma / Ne kadar olsa, cefadan usanır, candır bu!..” (Keçecizade İzzet Molla) Evinin yandığını gören, eşyasının yandığını gören bir insanın, hafif bir sarsıntı geçirmesi, gayet normaldir. Amma, öyle değil!.. O yangını, “Yangın/ateş, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” mülahazasıyla karşılamak fazilettir; bunun, mesleğinizde de bir esas olması lazımdır. “Ateş, düştüğü yeri yakar!” düşüncesi, bencilce bir mülahazadır. “Ateş, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” Falanın evine, filanın devletine, falanın saltanatına… Hepsi benim bağrıma düşmüş gibi beni yakar. Öylesine kendinden sıyrılma!.. Öylesine “başka”laşma, umumileşme!.. Öylesine umumun canı olma, umumun sinir sistemi olma!.. Kime dokunulursa, âdeta kendi sinir sistemine dokunulmuş gibi, içine kan damlayacak şekilde, bir “terk-i hestî”.

Üç tane büyük terk; dünya, ukbâ ve kendini terk. Sonra da “terk-i terk”: “Terki terk”, bütün bu terkleri de terk etme, unutma onları. Ona gelip diyorlar ki; “Yahu dünya senin umurunda değil!” “Farkında değilim, onu umurumda zannediyorum.” “Yahu, sen hiç, اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ falan demiyorsun; hep diyorsun ki, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق وَمَعِيَّتَكَ، وَمَعِيَّةَ رَسُولِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı ve maiyetini, Rasûl-i Ekrem’inle beraberliği istiyorum!..” Fakat öyle bir terk-i terk ki, o, “Allah Allah, öyle mi, siz öyle mi görüyorsunuz?!.” falan, diyecek kadar, kendinde değil; o kadar. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi’nin yolu…

Kimlere kalmış bu yol, yolu yürüme… Hazreti Pîr’in nasıl ızdırap içinde olduğunu anlayabilirsiniz: “Ben nasıl bir yol bıraktım arkada? Kimlere kaldı o mübarek yol, güzergâh, şehrâh; şimdi kimlerin ümidine metruk?!.”

Evet, “terk-i terk”; öyle bir terk edecek ki, ona dünyayı, ukbâyı, aynı zamanda cennet arzusunu terk ettiğini hatırlattıkları zaman, hatırlamayacak onları. Öyle bir şey.

   Seyr u Sülûkte Bir Başka Çizgi ya da Çağa Uygun En Emin ve En Kestirme Yol

Fakat “dünya”nın bir numaralı değer durumuna geçtiği.. insanların, enaniyetleri tarafından kündeye getirildiği, el-enseye getirildiği.. egoizmanın hâkim olduğu “enâniyet asrı”nda bu “terk”lere muvaffak olmak çok zor. Allah dostları, “benlik ve enâniyet asrı” demişler. Böyle bir asırda, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretlerinin ortaya koyduğu o dört esas çerçevesinde -ki, ben icmalini arz ettim; tafsili, bir kitap muhtevasında- yaşamak çok zor olduğundan, Bediüzzaman hazretleri bugünün insanın zaaflarını bilerek.. dünyayı ukbâya tercih etme zaafını.. şahsına çok önem verme zaafını.. enâniyet zaafını (…) nazar-ı itibara alarak diyor ki: “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” Tetimmesi, hâşiyesi de “tefekkür” ve “şefkat”. “Benim yolumda da dört şeye sarılmak lazımdır.” Orada “terk”, burada “sarılmak. “Lâzım-âmed” diyor, “lazımdır” o.

1) Acz-i Mutlak: Kendini acz-i mutlak içinde görmek; sa’yine, cehdine, gayretine güvenmemek. Onun Kader Risalesi’nde (Yirmi altıncı Söz’de) iradeye tanıdığı tarif çerçevesinde, aczini müdrik insan, meyelânına, meyelândaki tasarrufuna terettüp eden ne kadar başarı ve muvaffakiyet varsa, onlar karşısında “Allah, Allah! Benim gibi âciz, sinik, bir termit… Nasıl bu kubbeler yapılıyor böyle? Demek ki onları yapan, O (celle celâluhu)!” falan diyor. Eviriyor, çeviriyor, “ene”nin boynunu kırıyor; “elif”iyle uğraşıyor, “nun”uyla uğraşıyor, ondan bir “Hüve” çıkarıyor, “Hû” diyor.

Evet, acz-i mutlak; “benim gibi bir âciz-i mutlak”, “Bizim gibi birer âciz-i mutlak”, “cemaat gibi âciz-i mutlak”. Allah (celle celâluhu) eğer yüz yetmiş, yüz seksen ülkede okul açma, “edille-i şer’iyye-i asliye”ye dair değerleri, “edille-i şer’iyye-i fer’iyye”ye dair değerleri bayraklaştırıp “Beğenirseniz, hani bunlardan alacağınız şeyler olabilir!” mülahazasıyla dünyanın dört bir yanına açılma imkânı vermişse, bu O’ndandır. Eskilerin ifadesiyle, “şedd-i rihâl” eden, ağlayan annesini-babasını arkada bırakan, eşini ağlayarak arkada bırakan, çocuklarını ağlayarak arkada bırakan ve bu yüksek mülahaza, bu gâye-i hayal ile dünyanın dört bir yanına açılan insanlara Cenâb-ı Hak büyük işler yaptırmış. O açılmaları Allah, devam ettirsin! Falanın filanın o mevzuda “hır hır”ına, “dır dır”ına bakmadan, “i’lâ-i kelimetullah” ve “i’lâ-i hakâik” yolunda yürümeye Cenâb-ı Hak muvaffak kılsın ve onda sâbit-kadem eylesin!..

Evet, Cenâb-ı Hak, “acz-i mutlak” içinde olan insanlara, böylesine kubbeler yapma, böylesine duygu ve düşünce dünyalarını, gâye-i hayallerini, mefkûrelerini bütün dünyaya duyurma imkânı verdi. Onlar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), gayb-bîn gözüyle görüp bildirmesine ve aynı zamanda bir gâye-i hayal olarak, bir mefkûre olarak, bir hedef olarak onlara göstermesine karşılık, “Evet yâ Rasûlallah! Senin dediğin gibi, nâm-ı celîlin, güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” mülahazasına bağlı kaldılar. Başka bir dertleri yok. O “fukara-i âcizûn”u bulundukları yerlerde araştırsanız, hiçbiri orada bir tane ev yapmamıştır; üç bin dolar ile de gitmemiştir. Siz, ey gâfil u nâdanlar! Gönderdiğiniz insanlara üç bin, dört bin, beş bin dolar vermeyince gönderemiyorsunuz. Fakat onlar, karın tokluğuna gitmişler oraya ve orada karın doyurmuşlar, başkalarının karınlarını doyurmuşlar.

Acze terettüp eden bu kadar eltâf-ı İlahiye… Onu görme ama kendinden değil, O’ndan (celle celâluhu) bilme; acz-i mutlak. Zannediyorum, yapılabilecek bir şey. Terk-i dünyanın yerine koyun bunu; dünya ve mâfîhâyı bütün terk etme yerine. Aczinizi ortaya koyarak, “meyelân”, “meyelândaki tasarruf” veya “tesâviyü’t-tarafeynden ibaret olan bir hususta sadece kader dengi değerlendirme” deyip birini tercih ediyorsunuz. Ve tercihinize -bakıyorsunuz ki- dünyalar terettüp ediyor. Bir damla alıyorsunuz, bir yere çalıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki, umman olmuş. Evet, böyle bir “acz”. Güzel değil mi böyle bir acz?!.

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: Acz-i mutlak…” diyor. Neden? Çünkü “sonsuz” ve “sıfır” mülahazasına bakınca, eğer birisi acz-i mutlak içinde kendini görüyorsa, bir de Kadîr-i Mutlak’ın, Kâdir-i Mutlak’ın (celle celâluhu) varlığını görmüş/anlamış olur. “Kâdir-i Mutlak” (celle celâluhu) karşısında artık başka bir “kâdir” olmaz; orada bir “âciz-i mutlak” olur ki onun gücü, kuvveti, kudreti nisbîdir, izâfîdir; sadece hakkın muradı istikametinde meyelân ve meyelândaki tasarrufta bulunma gibi bir kader denk değerlendirmesinden ibarettir.

Âciz-i mutlak… İnsan kendini böyle görmeyince -hafizanallah- kazanma yolunda kaybeder. Şehrâhta yürürken, farkına varmadan birden bire kendini patikada bulur. Allah’ın yolunda yürüyorken, takılır yolda kalır. Dolayısıyla haddini bilmeli, kendine “Ben bir âciz-i mutlakım!” demeli, çünkü Kâdir-i Mutlak (celle celâluhu) bir tanedir.

   “Bir serçe bir kartalı / Salladı vurdu yere / Yalan değil gerçektir / Ben de gördüm tozunu!”

2) Fakr-ı Mutlak: Kendini mutlak fakir saymak. Değişik vesilelerle Kıtmîr ifade ediyor; onun dediğini, beyanını, üslubunu beğenmiyorsanız, siz, bu mülahazayı daha şık bir beyan ile ifade edebilirsiniz. Hakikaten Allah (celle celâluhu) “Ben’den olan şeyleri, Bana ait olan şeyleri şöyle kendi hayalinizde bir tarafa bırakın da ‘Ben, benim!’ diye kendi adınıza bir tekmil verin Bana!” dese, nasıl bir tekmil verirsiniz?!. İşin altına hemen bir “hiç” imzası atar mısınız, atmaz mısınız?!. “Fakr-ı mutlak”. Var eden, O (celle celâluhu). Canlı eden, O. İnsan eden, O. Hele mazhariyetiniz olarak, Müslüman eden, O. Müslüman muhitte yaratan, O. Hazreti Ruh-u seyyidi’l-enâma ümmet eden, O. O’nun yolunda hizmete muvaffak kılan, O. Sizi o yola irşad eden, O… Bunların hepsi, O’na aittir. O’na ait olan şeyleri bir kenara koyduğunuz zaman, siz, kendi adınıza tekmil verecekseniz, “sıfır” diyeceksiniz; “Ben, bir sıfırım!” Fakr-ı Mutlak; varlığın, izâfî bir varlık, nisbî bir varlık.

3) Şükr-i Mutlak: Ben, âcizim; elimden hiçbir şey gelmiyor. Öyle bir fakir, öyle bir dilenciyim ki, Allah’tan başka hangi kapının tokmağına dokunsam, yüzüme çarpılıyor. Böyle bir âciz ve fakirim; fakat görüldüğü gibi, O (celle celâluhu) beni, böyle sere serpe yerde de bırakmıyor. Şimdi mesele, böyle olunca, bu defa size/bize sadece şükretmek düşüyor. Hani, Yunus Emre’nin -Niyazî Mısrî tarafından da izah edilen ve “lügaz” denilen- bilmece gibi sözleriyle nazara verdiği husus vardır:

Çıktım erik dalına,

Anda yedim üzümü,

Bostan ıssı kakıyıp,

Der ne yersin kuzumu.

 

Kafdağı’ndan bir taşı

Şöyle attılar bana

Öylelik yola düştü

Böyle kaldı yazılı.

 

Bir küt ile güreştim,

Elsiz ayağım aldı,

Onu da basamadım

Göyendirdi yüzümü..

 

Bir serçe bir kartalı,

Salladı vurdu yere,

Yalan değil, gerçektir,

Ben de gördüm tozunu..

Küt (Bazı yerlerde kullanılır: Kötürüm) ile güreşiyorsun, elsiz ayağını alıyor; basamıyorsun, utandırıyor seni. Serçe, kartalı yere çalıyor; bir yudumluk bir şey ona göre; “Yalan değil, gerçektir, ben de gördüm tozunu.” Acz ü fakrı böyle görmek lazım.

Acz ü fakr, böyle olduğu halde, sağanak sağanak başınızdan aşağıya yağan nâmütenâhî niam-i İlahiye, eltâf-ı Sübhâniye karşısında, size oturup kalkıp hep şükretmek düşmez mi?!. وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Rabbiniz şöyle buyurmuştu: Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) Şükrederseniz, Ben de nimetini artırırım. Nankörlüğe girerseniz.. görmezlikten gelirseniz.. sağanak sağanak başınızdan aşağıya yağdırdığımı, kör kütük olduğunuz halde, kötürüm olduğunuz halde, âdeta Herkül’ler gibi size belli misyonlar eda ettirdiğimi görmezlikten gelirseniz, bu defa Benim azabım şedittir. وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki azabım pek şiddetlidir!” diyor. Dolayısıyla, şükür…

Hazreti Zeynülâbidîn’in ifadesiyle, Sana nasıl şükürde başa çıkarım ki?!. اَلشُّكْرُ لِلَّهِ veya اَلْحَمْدُ لِلَّهِ dediğim zaman, onu da nimetin karşısında dedirten Sen’sin; o da bir hamd ister. Ona da bir اَلْحَمْدُ لِلَّهِ demem lazım. İkinci kez bana dedirttiğinden dolayı, bana bir lütufta daha bulundun; yine اَلْحَمْدُ لِلَّهِ Öyleyse oturup kalkıp hep اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلشُّكْرُ لِلَّهِ، اَلْمِنَّةُ لِلَّهِ demem lazım. Şükür…

  Arkadaşlar, arkadaşlar / Şevk mezhebi yoldur bize / İmana doymuş yoldaşlar / Dikenler hep güldür bize!..”

4) Şevk-i Mutlak: Hazreti Pîr’in yolu. Ne kadar açık?!. Ne kadar net?!. Ne kadar kulun acz ve zaafına yakışır, numarası-drobu uyar bir şey?!. Ne kadar O’nun azametine muvafık bir gerçek, bir hakikat?!. “Allah, Allah! Ben bu kadar âciz, bu kadar fakir olduğum halde, böyle çağlayanlar gibi her şey; niam-ı İlahiye akıyor karşımda. Artık niye ye’se düşeceğim?!. Niye bu mevzuda inkisâr yaşayacağım ki?!. Şevk içinde hep götüreceğim bunu, götürmeye çalışacağım!.. -İşte biraz evvel ifade edildiği gibi- “meyelân”, “meyelândaki tasarruf”, “kader denk” deyip yürüyeceğim, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Madem damlayı derya yapıyor, zerreyi Güneş yapıyor O; o zaman, şevksizlik bende Allah’a karşı saygısızlık olur. Hep şevk içinde olmalıyım!..

Şu anda bile… Balyozlar başımıza inip-kalksa, zindan kapıları ardına kadar, kale kapıları gibi açılsa, insanın en önemli hukukunu ifade eden usûl-i hamse ayaklar altına alınsa da… Bazı usûliddin ve usûl-i fıkıh uleması, usûl-i hamseye bir de “hürriyet”i ilave ediyorlar. Hazreti Pîr de hürriyet üzerinde ısrarla duruyor: “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.” diyor. Öyleyse “usûl-i hamse” değil, bir de hürriyet, “usûl-i sitte”.

Evet, haklar elinizden alınacak.. insanî haklardan mahrum edileceksiniz.. hatta çok yerde Allah’a karşı yapmanız gerekli olan vazife-i ubudiyette zorlanacaksınız.. belki abdest alma imkanı bulamayacaksınız.. zikr u fikirde bulunduğunuz zaman, rahatsızlıklarını izhar edecek, engellemeye çalışacaklar…

12 Mart’ta (1971) biz hapishanedeyken, arka koğuşta, böyle şu kadarcık bir yeri namaz kılmak için ayırmıştık. Mahkûmların bir kısmını da bizden ayırmış, o koğuşa koymuşlardı. Dizlerimizi ahşap olan o yere vurunca, şikâyet ettiler hemen. Orada, hapishanede, -“tutuk evi” diyorlar- tutuk evinde subaylara şikâyet ettiler; “Dizlerini hızlı yere vuruyorlar, bir de cehrî namazlarda âşikâre okuyorlar; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ diyor, açıktan okuyorlar; biz, diğer koğuşta rahatsız oluyoruz!”

Bu türlü şeylere maruz kalsanız, her şeyiniz elinizden alınsa, yine de mutlak bir şevk içinde bulunmalısınız. Madem acz-i mutlaka, fakr-ı mutlaka öyle bir teveccüh var; bize düşen şey de şevk-i mutlak içinde o güzergâhta, O’na doğru gitmek ve katiyen ye’se düşmemektir. “Yeis, mani’-i her kemaldir.” (Tarihçe-i Hayat, s.59)

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar.”

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana, eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana; sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?” (Ruhun şâd olsun, Âkif!..)

Katiyen ye’se düşmemeli, inkisâr yaşamamalı; acz u fakra o kadar eltâf-ı Sübhâniyede bulunan Allah’ın o eltâf-ı Sübhâniyesi karşısında, hiçbir şey yokmuş gibi davranmalı!.. Oraya girenlerin o etrafa tebessüm yağdırmalarına benzer şekilde… Tebessüm yağdırarak gidiyorlar zindana!.. Arkadan ellerine kelepçe vurmuşlar, sanki kaçacaklar gibi!.. Sırf hakaret olsun diye!.. Bir yönüyle onları aşağılamak için; bir yönüyle de onları tahrik etmeye matuf, “bir şey yapsınlar” diye!.. Fakat çok şükür, melek ruhu taşıyan o insanlar, “mülk”ten ve “milk”ten daha ziyade “melekût”a müteveccih olan o insanlar, gülerek mukabelede bulunuyorlar.

Çok iyi tanıdığım bir yaşlının -belki benden bir iki yaş daha büyük; düşünün, seksen yaşına ayak basmış birisinin- ellerine kelepçe vurmuşlar, Antalya’da. Bir de böyle fotoğrafını çekiyorlar. “Çek, çek!..” diyor onlara ve sonra bir şey ilave ediyor. Âdeta gittiği yere, çok ciddî bir memnuniyet hissiyle gidiyor gibi… Allah, sizi ebediyen pâyidar eylesin!.. İhtimal ki sizler, Amnofis döneminde olsaydınız, aynı şeyleri yapacaktınız. Seyyidinâ Hazreti Mûsâ’ya, “Sen gelmeden evvel de geldikten sonra da hep biz ezâ çekiyoruz!” demeyecektiniz. Onlar (Firavun’un işkencelerine maruz bulunan bazı İsrailoğulları, şikâyet dolu sızlanmayla) “Biz, sen gelmeden önce de işkenceye maruzduk, şimdi sen geldikten sonra da maruzuz.” (A’raf, 7/129) demişlerdi. Siz onların dedikleri gibi demeyecektiniz; “Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, peygamberlerin yolunda, peygamberlerin başına gelenler, başımıza geliyor.” diyecektiniz.

Evet, antrparantez bir şey arz edeyim: Dünya çapında, aklı başında ulemâ-i benâmdan büyük bazı kimseler -isim vermeyeceğim- meseleye bu zaviyeden yaklaştılar. Ezher’deki büyüklerden.. Fas’taki büyüklerden.. Afrika’daki başka büyüklerden bazıları dediler ki: “Hizmet, böyle devasa adımlarla inkişaf ederken, ‘Yahu bir istidraç olmasın bu mesele?!. Çünkü bunun onda biri kadar bir hizmet yapanlar, on katı cezaya maruz kaldılar, on katı balyozlandılar, on katı insanca yaşama hak ve hürriyetinden mahrum edildiler. Bunlara bir şey olmadığına göre, başlarına bir şey gelmediğine göre, acaba işin içinde bir bit yeniği mi var?!.’ diye düşünüyorduk. Vaktaki başınıza zâlimlerin eliyle bu türlü musibetler gelmeye başladı, o zaman doğru yolda yürüdüğünüzü anladık!..”

Nitekim أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” buyuruyor Hazreti Ruh-u seyyidi’l-enâm. Başına hiçbir şey gelmeden zirveyi tutan haksızlar, nâdanlar, esasen onlar, hallerinden utansınlar. Siz, bu türlü şeylere maruz kaldığınızdan dolayı, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى أَحْوَالِ أَهْلِ الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِHamd olsun Allah’a; ehl-i dalalet ve ehl-i küfrün ahvâli dışında, O’nun verdiği her şeye hamd olsun!..” mülahazasıyla, “Gelse celâlinden cefa / Yahut cemâlinden vefa / İkisi de câna sefa / Lütfu da hoş, kahrı da hoş.” deyip yürüyün O’nun yolunda!.. Şevkinizde bir inkisâr yaşamayın!.. Şevk kırılmasına maruz kalmayın acz-i mutlaka, fakr-ı mutlaka terettüp eden şeyler karşısında.

İşte, Cenâb-ı Hak, böyle bir şevk vermişse, şahlanmış bir küheylan gibi mahmuzlanmadan bile sen son sürat, kalbin durasıya koşuyorsan şayet, onu veren de O (celle celâluhu). O zaman da sen, hep şükredip duracaksın: اَلشُّكْرُ لِلَّهِ، اَلشُّكْرُ لِلَّهِ، اَلشُّكْرُ لِلَّهِ Sana gelip ulaşan nimetlerden dolayı, mukabelede bulunmanın adı: اَلشُّكْرُ لِلَّهِ Nimet, sana gelsin gelmesin, ulaşsın-ulaşmasın, sana o nimetlerin gelebileceği bir makamdan gelen şeyler karşısında; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْمِنَّةُ لِلَّهِ diyorsun. Bu iki şeyi, birbirinden tefrik etmek lazım; “Fedâil ve fevâdil” deniyor. Evet, bu da şükr-i mutlaka dâhil. Cenâb-ı Hak, şükr-i mutlakta bizi sâbit-kadem eylesin!..

5) Tefekkür: Amma, baştan buraya kadar ifade edilen bu hakikatleri anlamak için, bir şeye ihtiyaç vardır: “Tefekkür”, “tedebbür”, “tezekkür”, “teemmül”. Nüanslarıyla, hepsinin farklı tarifi var. İllet-malûl arasında, kozalite mülahazasıyla, münasebet kurarak meseleleri ele alıp tahlil ve analiz etme, öyle terkiplere ve tahlillere gitme. O tefekkürü kullananlar, ancak onlar, aczdeki o enginliği, fakrdaki o enginliği, şevkteki o enginliği, şükürdeki o enginliği duyabilirler. Onun için haşiye olarak da düşüyor; “tefekkür” diyor, “tedebbür”, “tezekkür”, “teemmül”. Mebdeden müntehaya mahrûtî nazarla -yalın Türkçe ile “bütüncül bir bakışla”- meseleye baktığınız zaman bahsi geçen hakikatleri anlayabileceksiniz. Sebep ile o sebebe terettüp edebilecek ve “Şu da olur, şu da olur, şu da olur, şu da olur!” denebilecek on tane ihtimali, hatta bir sebebin tevlîd edeceği bütün ihtimalleri mahrutî bir nazar (bütüncül bir bakış) ile görmek suretiyle, esasen o dört tane esasın nasıl elmas, zebercet, zümrüt olduğunu ve mâverâdan gelip لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ kenzi ile irtibatlı bulunduğunu o zaman anlayacaksınız. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu, sallallâhu aleyhi ve sellem.

6) Şefkat: Ve insanların hoyratlaştığı, kin ve nefretle oturup kalktığı bir dönemde, peygamber üslubunu esas olarak ele alan bir şefkat. Zira Firavun gibi, kendisine ters bakan insanları bile berdâr eden, doğan erkek çocukları, ihtimal dahilinde “Başıma dert olur!” diye öldüren,.. Hani nasıl birileri bazı yerlerde, “İhtimal dahilinde; bunlar benim gibi milimi milimine düşünmediğine göre, bir seçim olursa şayet, başkasına oy verirler!.. Halk içinde kalırlarsa, bunlar başkalarına fikir verirler!.. Bunları rahat bırakırsanız, elleriyle ayaklarıyla boş durmaz, yine okul açarlar, yine ev açarlar, yine şunu yaparlar, yine bunu yaparlar!..” düşüncesiyle hareket ediyorlar. Paranoya yaşandığından dolayı, dünyanın değişik yerlerinde… Bütün Tiranizm sistemlerinde, öyle çok uzak ihtimallere hükümler bina edilmek suretiyle elli türlü, müzâaf der müzâaf zulümler, i’tisaflar irtikâp edilir/ediliyor, hafizanallah.

Evet, Firavun Amnofis öyle birisi. Böyle, bu türlü mezâlimi irtikâp ediyor. Şimdi böyle birisine Allah (celle celâluhu), vazifeli elçisini gönderiyor. Ulû’l-azim peygamber, Hazreti Musa gibi bir insan… Beş tane sayılmış, onların içinde; yüz yirmi dört bin peygamber içinde, üç yüz on üç veya altı yüz yirmi altı mürsel arasında, seçtiği beş tane insan var, önemli: Nuh, neciyyullah; İbrahim, halîlullah; Musa, kelîmullah; İsa, ruhullah; Muhammed, rasûlullah, habîbullah, halîlullah. Sallallâhu aleyhi ve aleyhim ecmaîn.

Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’yı Firavun’a gönderirken, üslup olarak diyor ki, اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى “Firavun’a gidin, çünkü o gerçekten çok azgınlaştı. Ama ona tatlı, yumuşak bir şekilde hitap edin. Olur ki öğüt dinler ve aklını başına alır veya hiç olmazsa kalbinde bir hareketlenme olur da biraz kendine gelir.” (Tâhâ, 20/43-44) Ey Musa ve Harun! Firavun’a gidin, kavl-i leyyin ile konuşun! Yüreklerinizde kin ve nefreti aksettiren bir şey olmasın! Kalblerinizde öyle bir şey olursa, farkına varmadan o, beyanınıza akseder, bakışınıza akseder. Paranoyaklar, sizin göz irislerinizde bile, onlar için ne düşündüğünüzü okurlar, firasetleri çok yüksektir onların! Yüz işmizâzlarınızda, onlar hakkındaki mütalaalarınızı okurlar. Onun için kalben yumuşaklık, tavren yumuşaklık, beyânen yumuşaklık: فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا Niye? Tereccî… Bakın, “leyte” değil, “tereccî” edatı “lealle” ile ifade ediliyor; bu, “ümit edilir, olabilir” manasına geliyor. لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى İhtimal ki o da tezekkür eder, bir şeyler hatırlar ve sonra haşyet atmosferi içine girer, Allah’a karşı saygı duyar.

Hâl-i leyyin, kavl-i leyyin, kalb-i leyyin, lisân-ı leyyin, beyân-ı leyyin, tavr-ı leyyin… Birini yumuşatmak istiyorsanız şayet, yumuşatmanın yolu, bundan geçer. O da bir yönüyle “şefkatin dışa vuruşu demektir. Şefkat ile hareket edeceksiniz.

Bir insanın imandan nasibi, şefkati ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır)!.. İnsan, karıncaya şefkat ediyorsa, arıya şefkat ediyorsa, haydi haydi insana şefkat edecektir. İnsana şefkat etmiyorsa, yuvaya şefkat etmiyorsa, kadına şefkat etmiyorsa, (ihtimallere binaen), herkesin başında bir Amnofis gibi bela olup yağıyorsa şayet, o insanın imandan nasibi de o kadardır.

Cenâb-ı Hak, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatine bağlı, sâbit-kadem eylesin! Bizi, istikametten ayırmasın! Sizi, yolunuzdan döndürmesin! Şehrâh-ı Muhammedî’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) sâbit-kadem eylesin!..

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ * يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ * يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ

(“Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi İslamiyet’te sabit kıl!.. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!..)

وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ، وَعَلَى آلِهِمْ وَأَوْلاَدِهِمْ وَأَوْزَاجِهِمْ وَأَصْحَابِهِمْ أَجْمَعِينَ، وَعَلَى الْمَلاَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ، بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ، وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ * آمِينَ، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ