Bamteli: MEHDÎ, MESÎH VE KÂİNAT İMAMI (!)

Bamteli: MEHDÎ, MESÎH VE KÂİNAT İMAMI (!)

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  En masum sözleri bile altından üstünden kopararak, kesip biçerek ve çirkin kalıplara dökerek Hizmet Hareketi’ni ve gönüllülerini karalamaya çalışıyorlar.

Söylenen her sözün, Kitap ve Sünnet’in ruhuna, selef-i sâlihînin, mezhep imamlarının, müçtehitlerin genel mülahazalarına uyması için ölesiye bir gayret sarf edilerek ortaya konulan makale, vaaz ve sohbetlerden anlamsız manalar çıkarma?!. Onları üstünden koparma, altından koparma?!. Müstetbeâtu’t-terâkib’i görmezlikten gelerek, siyakı-sibakı görmezlikten gelerek, sadece “karalama” cehd ve gayretinde bulunma?!. Kendini dine hizmete adamış, i’lâ-yı kelimetullah’tan başka, bayrağımızın her yerde dalgalanmasını sağlamaktan başka, -o da bir şey ifade ediyor- İstiklal Marşı’mızın her yerde tınlamasını sağlamaktan başka ve milletimizin nâm-ı celilinin dört bir yanda yâd edilmesini sağlamaktan başka hiçbir gayreti olmayan, hiçbir cehdi olmayan insanları karalama?!.

Şayet onların başka bir cehd, bir gayret, bir arzu, bir istekleri olsaydı, onların da bir tane dikili taşları olurdu, bir tane evleri olurdu, bir tane villaları olurdu, parlamenterliğe talip olurlardı, saraya talip olurlardı, bakanlığa talip olurlardı… Olmadılar. Eğer içlerinde böyle birisi varsa ve Fakir’in de onlar üzerinde küçük bir hakkı varsa, iki elim yakalarında kalsın; Allah huzurunda hakkımı helal etmiyorum… Bu Hizmet, bu vazife, tamamen “îsâr” mülahazasına dayalı bir hizmettir; “yaşatmak için yaşama” hizmetidir, fedakârlık yapmak suretiyle -esasen- bütün kendine ait değerleri ayakları altına alıp onun üzerinde raks etme hizmetidir, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bunlardan sonra diyeyim; sizin diyeceğiniz olabilir; el-âlemin bu mevzudaki bütün hırıltılarını, kim olursa olsun bu, kim olursa olsun, dünyanın değişik yerlerinde. Hatta başkalarını ifsat etmeye mâtuf, -bir yönüyle- ulemâ gibi görünen insanları toplayıp onların da kafalarını bozmaya matuf projeler oluşturan insanların tavırlarını ve davranışlarını, İbn Hacer’in o sözüne bağlayarak, -bağışlayın- halk ifadesiyle diyeyim, “vız gelir, tırs geçer” deyin, es geçin onları. Varsın desinler, ne derlerse desinler. Yürüdüğünüz yolun “Peygamber Yolu” olduğuna inanıyorsanız…

  Horasanlı Taylasanlılar ve onları kullananlar tarafından İslam’ın yüzüne püskürtülen zift ciddi bir gayretle ancak çeyrek asırda temizlenebilir.

Siz, hususiyle yakın dairedeki arkadaşlar, şimdiye kadar herhalde birkaç yüzü geçmiştir değil mi? Mesela Hadis kitaplarını müzakereli mütalaa. Elimize bir Buhari’yi aldıksa şayet, onunla beraber otuz tane Hadis kitabını da ele aldık, baktık. Meseleyi bunlara bağlayarak ortaya koymada hâlâ insanlar sapıtıyorsa, hâlâ farklı “şu bâtıl cereyan, bu batıl cereyan, şu mülahaza, bu mülahaza!” deniyorsa, işte bu türlü sözlere -bağışlayın, orada tasrih edeceğim- “havlama” denir. Bir tefsir, hususiyle Hamdi Yazır’ın tefsiri ele alınarak, ana kitap olarak baştan sona kadar inceden inceye elenerek mütalaa ediliyorsa ve sonra onda demiş-dememiş otuz tane tefsire de bakılıyorsa beraber; buna Diyanet Vakfı’nın yazdığı tefsir de dâhil, didik didik edilerek okunan tefsirler bunlar; bütün bunlara bakarak Hizmet hayatlarını tanzim eden bir cemaat şayet hâlâ sapıtıyorsa, başka yollarda, başka vadilerde dolaşıyorsa, yeryüzünde istikamet içinde insan yok demektir!

Ama Allah, çok halim; إِلَهَنَا مَا أَحْلَمَكَ أَنْتَ مَلِيكٌ بِلاَ شَكّ diyor Hazreti Ebu Bekir: “Şüphesiz, Melik, Mâlik Sen’sin. Ama ne kadar Halîm’sin Allah’ım!” Zalimlere fırsat veriyorsun, ne kadar Halîm’sin!.. Horasanlı Taylasanlılar’a mehil veriyor; onları bu mevzuda istihdam edenlere mehil veriyor. Mehil üstüne mehil… Fakat bir gün öyle dize getirecek, öyle gayyalara atacak ki onları, bugün o gayyadan gazete ve mecmualarıyla halka zift püskürttükleri gibi, melekler ve ruhaniler tarafından yüzlerine zift püskürtülecek. Ve siz o yüksek insanlık anlayışınızla, inkişaf etmiş vicdanınızla, vicdanın erkân-ı erbaasıyla, o insanlara baktığınız zaman, yüreğiniz yanacak, acıyacaksınız; “Yazık oldu bunlara!” diyeceksiniz. “Doğru yol!” dediler, İslamî değerleri dünyevî ikbal ve istikbal için kullandılar. Dünya Müslümanlığı nezdinde mübarek ülkemizdeki Müslümanlığın mübarek çehresine zift püskürttüler. Onun cihan-bahâ kıymetli cevherlerini lâl ü gûherini -bir yönüyle- dünyevî ikbal ve istikbal için âdeta bakırcılar çarşısında değerlendirmeye kalktılar. “Ukbâ”yı unuttular, “Allah”ı unuttular, “rızâ”yı unuttular, “ihlas”ı hatırlarına getirmediler. Yalandan -bazen- namaz kıldılar, yalancıktan oruç tuttular, “Müslümanlık.. İslam siyaseti!..” falan dediler, ama İslam’ın dırahşan çehresini öyle bir kararttılar ki, günümüzdeki müfsitlerin kirlettikleri o dırahşan çehreyi temizlemek için bir çeyrek asra ihtiyaç duyulacaktır. Ve siz bu mevzuda o kirleri yıkamaya kendinizi adayacaksınız, Allah’ın izni ve inâyetiyle.

  Kendisini Ashâb-ı Kiram’ın Kıtmîr’i Gören Bir İnsan, Hizmet Hareketi, Cincilerin Hezeyanları ve Türkiye’de Tımarhane İhtiyacı

Müslüman olduğunuza binlerce hamd u senâ edecek, Alvar İmamı’nın dediği gibi diyeceksiniz; “Hamdu lillah, fazl-ı ekber, ehl-i iman olduğum / Ümmet-i Muhammed’im, tâbi-i Kur’an olduğum.” Evet, “Hamdu lillah, fazl-ı ekber, ehl-i iman olduğum / Ümmet-i Muhammed’im, tâbi-i Kur’an olduğum.” Ümmet-i Muhammed. Onların içinde haşretsin Allah (celle celâluhu). O sahabe-i kiram efendilerimiz, o tâbiîn-i fihâm efendilerimiz, o müçtehidin-i izâm efendilerimiz, o müceddidîn-i kiram efendilerimiz. Onları hatırlarken, siz, çok defa Kıtmir’in ağzından duymuşsunuzdur, Molla Câmi’nin dediği gibi derim;

یا رسول الله چه باشد چون سگ أصحاب کهف

داخل جنّت شوم در زُمرۀ أصحاب تو

أو رود در جنّت مَن در جهنّم، کی رواست

أو سگ أصحاب کهف، من سگ أصحاب تو

(Yâ Rasûlallah! Çi bâşed çün seg-i Ashab-ı Kehf / Dâhil-i cennet şevem der zümre-i ashab-ı tû / O reved der Cennet, men der Cehennem, key revast?! / O seg-i Ashab-ı Kehf, men seg-i ashab-ı tû…)

“Yâ Rasûlallah! Ashâb-ı Kehf’in köpeği, Ashâb-ı Kehf ile beraber, onların faziletlerinden dolayı Cennet’e girecekmiş. Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, ben de Senin Ashâbının arasında Cennet’e girseydim. Onun Cennet’e, benim Cehennem’e gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği ise, ben de Senin Ashâbının köpeğiyim!..”

Antrparantez; bazı önemli yerlere kitap imzaladığım zaman, altına “Kıtmîr” imzasını attım; kendi adımı yazmadım. Kendi adımı yazmadım, âdeta o ada liyakatsizliğimi ortaya koydum.

Bir kısım “lenk”ler, bu mevzuda başka zaman başka türlü iddialarda bulunmuş ve Kıtmir tarafından da kovulmuştur o hainler, dedikleri şeylerden dolayı. Birkaç ay evvel, belki de bir süre evvel, yazdıkları mektuplarda, “Azizim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım… Sen gideli Türkiye’nin çehresi karardı!” diyen insanlar, bugün değişik yerlerde gevezelik yapmak suretiyle, değişik iftira ve isnatlarda bulunuyorlar. Evet, bunlar, dün sizi göklere çıkaran müfrit hâinler; bugün de yerin dibine batırmayı bile az gören müferrit hâinler. Dün ifrat edenler, bugün tefritleriyle daha büyük bir hata yapmak suretiyle, çağımızda önemli bir hizmeti olan ve gidip Hazreti Pîr-i Mugan’a dayanan, Müteadditler vasıtasıyla Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâma dayanan, dîn-i Mübîn-i İslam’ı dünyada mâhiyet-ü nefsi’l-emriyesiyle görmeyi misyon edinmiş ve bundan başka bir düşüncesi olmayan, saray düşüncesi olmayan, villa düşüncesi olmayan, filo düşüncesi olmayan, para ile satılıp alınmayan, para verdikleri zaman mecmuada televizyonda yer değiştirmeyen, durdukları yerde sabit kadem Everest tepesi gibi dik ve sivri duran, dine hizmetten başka mülahazaları olmayan insanları karalamaya çalışıyorlar.

Bunu bugün aleyhinde olanların da otuz senedir ifade ettikleri bir şey olarak arz ediyorum: Bayrağımızı dünyanın her yerinde dalgalandırdılar, İstiklal Marşı’mızı her yerde seslendirdiler, nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin her yerde şehbal açmasına vesile oldular. Efendim, otuz senedir bunu söyleyen insanlar da döndülerse, dönekliğin kime ait olduğu bellidir. Bugün bir kısım saf yığınları kandırsalar bile fakat insanımız bütün bütün aptal değildir. O mübarek Anadolu insanını bütünüyle öyle görmek, bizim âdeta kutsarcasına saygı duyduğumuz o mübarek topluma karşı saygısızlık olur. Severiz onu, bayılırız ve onun dünyaca tanınması için elimizden gelen her şeyi yaparız. Her yerde, nâm-ı Celîl-i Nebevî’nin arkasından, Anadolu’nun nâmının bir bayrak gibi dalgalanmasını bin cân ile arzu ederiz.

Ben cinlerle iş görüyorum. Cinlerle zelzele yaptıracaklar, cinlerle fay kıracaklar. Üç milyon benim cinim var, falanın da iki milyonu vardı, ona küstüler, hepsi bana geldiler!..” diyen kimselere, bir yerlerde konuşma imkanı veren insanlar… Bir kere başta -zannediyorum- Türkiye’de aklı başında birkaç psikiyatrist olsa, evvela bu konuşanların yakalarından tutar, bunları götürülecek yerlere götürürler. Cinlerle, şeytanlarla, meleklerle iş yapıyorlarmış! Cinlerle, şeytanlarla, meleklerle fay kırıyorlarmış! Yok böyle bir şey!.. Buna inananlar için de -aynı zamanda- çok geniş tımarhanelere ihtiyaç var. Bence, bundan sonra hapishane yerine tımarhane yapmalılar. 70 tane (haberlere göre beş sene içinde 174 tane) hapishane yapmayı planlıyorlarmış, 70 tane tımarhane, akıl hastanesi yapsalar. Bir de Avrupa’da aklı başında insanlar arasında psikiyatristler yetiştirseler ama Freud’çu değil. Bir yönüyle Siyer felsefesini de nazar-ı itibara alarak, Kitap ve Sünnet’i esas mercek kabul ederek yetişmiş psikiyatristler vasıtasıyla bu insanları, âmiri de (emredeni de) mü’temiri de (emri kabul edeni de), tagallüpte bulunanı da, tahakkümde bulunanı da, tasallutta bulunanı da, işgal edeni de, gelip malın-mülkün üzerine konanı da, konduranı da elden geçirseler. Zannediyorum, 70 tane tımarhane dahi yetmeyecektir. Bunu, geleceğin tarihi söyleyecek. Gözü açılmış, başındaki gözleriyle (basar ile) değil, hadiselere mahrutî olarak “basiret”i ile bakan insanlar, görecekler ve tarihin sayfalarına, bunları, siyah satırlar halinde döktüreceklerdir.

  “Ben Mesîh’im” demeyi küfür, Mehdîlik iddialarını da dalalet sayıyorum.

  Soru: Muhterem Efendim! Söz buraya geldiği için sormak istiyorum: Hizmet hareketine gönül vermiş bazı kimselerin, zât-ı âlinizi “Mehdî”, hatta “Mesih” olarak andıkları, sizin de bundan haberiniz olduğu halde, şuurluca sessiz kaldığınız iddia ediliyor. Siz bu konuyu açıklayan münhasır sohbetler yapmış, makaleler yazdırmış, hatta bir kitabın hazırlanmasına rehberlik etmiş olsanız da, konuşmalarınıza kulak verenler ve kitaplarınızı okuyanlar bunun iftira olduğunu bilseler bile, bu mevzudaki bühtanlar son günlerde çokça dillendiriliyor. Ayrıca, “kâinat imamı” gibi tavsifleri hiç düşünmediğimiz, asla kullanmadığımız halde son üç dört senedir maruz kaldığımız algı operasyonlarının bir parçası olarak şimdilerde onu da sıkça duyuyoruz. Bu hususlarla alakalı mülahazalarınızı lütfeder misiniz?

  Cevap: Estağfirullah… O hainlerden bir tanesi -zannediyorum- bir test mahiyetinde öyle bir şey söylediğinde “Öyle bir iddiaya kalkmak küfürdür” dedim bir kere. Hazreti İsa (aleyhisselam), bir peygamberdir. Birisinin değil “Ben İsa’yım!” demesi, “havariyim!” demesini bile ben dalalet sayarım; küfre yakın bir mülahaza olarak ifade etmişimdir. Fakat o hain, o zaman da yüzüme karşı farklı şeyler söylemek suretiyle meseleyi kamufle etmeye çalıştı.

Mehdîlik meselesine gelince: Günümüzde sahte bir sürü mehdî var. O, çok önemli bir misyon sahibi. “Mehdî” demek esasen bütün kütüb-i ehâdiseyi bilen insan demektir, bütün tefsirlere çok ciddiyetiyle vâkıf olan insan demektir; aynı zamanda “zamanın yorumunu yanına alacak insan” demektir. Ben hiçbir zaman kendimi -biraz evvelki mülahazayla ifade edeyim- onun kıtmîri bile görmedim. Keşke, o değil de, onun talebelerinden bir tanesi olsa, benim de boynuma bir ip taksa “Sen de benim köpeğimsin!” dese, onu ben büyük bir paye olarak kabul ederim. Şimdiye kadar söylediğim sözler içinde, cami kürsüsünde âcizâne vermeye çalıştığım konferanslarda, yazdığım yazılarda, tek kelimeyle bu mevzuda bir şey varsa Allah belamı versin. Hafizanallah!.. Yoksa bunu iddia edene ispat etmek düşer; İslam hukukundaki temel mantık da budur, modern hukuktaki temel mantık da budur. Bu mevzuda îmâ eder bir şey söylemiş mi? Hafizanallah!.. Ben onu sapıklık ve dalalet sayarım.

Elli defa, kendimden her bahsedişimde “köpek” diye bahsetmişimdir. Ve kendimin cennete girmesi mevzuunu, sadece sizin gibi kendini Kur’an’a, imana adamış insanların içinde bulunduğumdan dolayı, Cenâb-ı Hakk’ın bana, ulûf-u şahânede şahıs fark etmeden herkese verildiği gibi, “Yaramaz, haydi sen de geç!..” falan diyeceği mülahazasına bağlamışımdır, “recâ” duygumu böyle dillendirmişimdir. Sizler elli defa buna şahit olmuşsunuzdur. Bunca insanı, Cenâb-ı Hak, cennete sevk ederken, Kıtmîr de içlerinde bulunuyor. Hiçbir liyakati yok fakat bunca insan içinde -onlar da insan olarak görmüşler onu- mahcup etmemek için, “Sen de geç onların arasında!” denilmesini umma mülahazasıyla kendini ifade etmiş bir insan… Hâşâ, değil o büyük pâyeler, sıradan, sağlam bir mü’min olma mevzuunda bile “Allah, bizi hakiki Müslüman eylesin!” sözleriyle cevaplandırmışımdır. “Allah, bizi hakiki Müslüman eyleye! Allah, bizi hakiki mü’min eyleye!” Bunun ötesinde Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “Allah, bizi hakiki insan eyleye!” mülahazalarıyla sözlerime kafiye koymuşumdur.

Şimdi bütün bunlar yüz yerde ifade edildiği halde, kalkıp bir densizin veya Taylasanlı birkaç tane densizin bir araya gelerek bu mevzuda, sözleri siyak ve sibakından kopararak, müstetbeâtü’t-terâkib’i görmezlikten gelerek, cehaletlerini ortaya koymalarının ve bazı kelimelerden manalar çıkarmalarının hiçbir kıymeti olamaz. “Demediğine göre, galiba öyle!” E sen de demiyorsun, başkası da demiyor!.. O tekkelerde serkâr olan insanlar da demiyorlar. Orada onların hâdimleri de demiyor, “değilim!” demiyorlar. Ee kimse iddia etmiyor ki, onlar da onu söylesinler.

  Hırsızlıklarını, haramiliklerini, korkunç cürümlerini perdelemek için isnat ve iftiralarla Hizmet Hareketi’ni ve onun temsilcilerini/gönüllülerini karalamaya çalışıyorlar.

Kaldı ki elli defa, değil onlar, onların çırakları, çömezleri, kapı kulları, boynu tasmalı halâikleri, köpekleri olmaya bile kendini layık görmemiş ve bunu açıktan açığa ifade etmişim. Biraz evvel Câmi’nin sözüyle ifade edildiği gibi, “Yâ Rasûlallah! Ashâb-ı Kehf’in köpeği, Ashâb-ı Kehf ile beraber, onların faziletlerinden dolayı Cennet’e girecekmiş. Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, ben de Senin Ashâbının arasında Cennet’e girseydim. Onun Cennet’e, benim Cehennem’e gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği ise, ben de Senin Ashâbının köpeğiyim!..” demişim. Hazreti Bediüzzaman da, Molla Câmi’den alarak bunu, kendisi için kullanmıştır. Başka büyükler de kendileri için kullanmışlardır: O devâsa, Everest Tepesi gibi insan Abdulkadir Geylâni hazretleri kendisi için kullanmıştır; Mustafa Bekrî Sıddikî hazretleri kendisi için kullanmıştır; Necmeddin-i Kübrâ hazretleri kendisi için kullanmıştır; Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri kendisi için kullanmıştır. Bizim gibi o kapının halâıkı, kapıkulu, tasmalı kölelerinin başka şey söylemeleri mümkün değildir ve söylememişlerdir. Söylemek şöyle dursun, delaletin hiçbir veçhiyle, ne “dâll bi’d-dalâle” ile, ne “dâll bi’l-iktizâ” ile ne “dâll bi’iltizam” ile, ne “dâll bi’l-işâret” ile, delaletin hiçbir şekliyle o mevzuya imâ eder bir şeyde bulunmamışlardır.

Dolayısıyla çok ciddî bir hıyanet içindeler: Bir hareketi karalama adına, bir yönüyle o hareketin içinde bulunan bir Kıtmîr’i karalamak suretiyle, genelde “dine hizmet hareketi”ni, “millî mefkûreye hizmet” hareketini, “geleneklerimizi dünyaya duyurma hareketi”ni, “dünyadan alacağımızı alma adına olan hareket”i, “dünyaya vereceğimiz şeyleri verme hareketi”ni karalama hesabına, onun içinde -bir yönüyle- ilk defa göze batan bir insanı karalamak -o suretle esasen hareketi karalamak- gibi bir “hıyanet”, bir “denâet”, bir “şenâet”, bir “aşağılık kompleksi” içindedirler.

Nedir bunların arkasındaki dertleri? Hırsızlıkları ortaya çıktı; gündem değiştirmek suretiyle onu unuttursunlar. Diplomasız önemli makamları işgal ettiklerinden dolayı, gündemi değiştirmek için -esasen- bu türlü şeyleri ortaya attılar. Hatta ihtilal ve inkılap senaryoları yaptılar. Belliydi; bütün dünya -aynı zamanda- meseleyi görüyor. Nasıl bir ihtilal, nasıl bir inkılap, nasıl bir darbedir ki bu, evvela elde etmeleri gerekli olan insanlar yerine halkın üzerine yürüyorlar?!. Böyle ahmakça bir şey olamaz! Dünyada aklı başında olan insanlar, herkes, bu meselenin onların dediği şekilde kabul edilmesini akılsızlık gibi, cinnet gibi görüyorlar, bir yönüyle hezeyan olarak kabul ediyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde bir sürü mecmuada, bir sürü gazetede de çıktı bu. Fakat dert nedir esasen? Kendi mesâvilerini, me’âsilerini unutturmak.

Kendi seyyielerini unutturmak için sun’î gündemler oluşturma peşindedirler. Biri yukarıdan emrediyor, diğerleri de o emrin kapıkulu, mü’temirleri. “Gidin, falanın malına el koyun!” Haramilik, hırsızlık, aşağılık, kırk haramilik… Başka adı olamaz bu türlü şeylerin. Alın teriyle kazanılan şeyler… O müesseselerin çoğunda, arkadaşlarla beraber çalışırken, biz, kazma salladık, kürekle orada ter döktük. Binalarda değişik şeylerin değişmesi mevzuunda, kendi elimizle yapmamız gereken şeyleri yaptık. Alın teriyle yapılan şeylere el koyup “milletin malı!” dediler. “Milletten alınan arsalar!” dediler. Hâlbuki otuz sene evvel, alındığı zaman, onlar vermediler o şeyleri. Onları, millet, kendi gönlüyle verdi. Onların hiçbir yerde verdikleri bir şey yoktur. Ama yalanı ahlak haline getirdiklerinden dolayı, o mevzuda da yalan söylüyorlar. Oysa “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir!”, kâfirin söyleyeceği bir sözdür. “Vermiştik, alıyoruz şimdi!” demek suretiyle, vermede de yalan söylüyorlar, almada da iftira ediyorlar.

  Dünya çapındaki Hizmet faaliyetlerinde sevk-i ilahiyi ve Allah’ın inayetini görmezden gelerek muvaffakiyetleri sebeplere ve bazı şahıslara vermek ancak gafillerin işi olabilir.

Ben o talebelerin yemeklerinden birine bir kaşık çalmadım. Banyolarında, “suları bana haram olur” diye, banyo yapmadım. Abdest alırken, onların bastıkları terliklere ayağımı basmadım. Altı seneye yakın orada günde altı saat derse girdim, beş kuruş para almadım. Mütalaada başlarında bulundum, beş kuruş almadım. “Haram olur” diye almadım. Ağzıma koymadım; eminim, arpa kadar şeyi ağzıma koymadım. Orada yetişen bazı arkadaşların gerçekten adanmışlık ruhuna kendilerini adayacaklarını, yaşatmak için yaşama duygusuna bağlanacaklarını, hiç hesap edemezdim ben.

Bir gün geldi, arkadaşlar Bozyaka’nın avlusundan arabalarla Türkiye’nin değişik yerlerine gitmeye başladılar. İki araba.. “Aman, ne büyük fütuhat!” falan diyorduk. Antep’e gidiyor, onlara diyorlardı ki: “Yurt yapın da içine talebe koyun! Dört başı mamur insan yetişsin. Sigara içmesinler, uyuşturucu kullanmasınlar, beş vakit namazlarını kılsınlar, kimsenin ırzında-namusunda gözleri olmasın. Mesâvîye karşı, me’âsîye karşı mesafeli dursunlar; Hazreti Gazzalî’nin ifadesiyle “münciyât”a açık bulunsunlar, “mühlikât ve mûbikât”a karşı da bütün kapılarını kapasın, arkasına da sürgüler sürsünler!..” Bu mülahaza ile iki araba, üç araba gidiyorlardı; “Aman ne büyük iş!” diyorduk ona. Aklımız ancak o kadarına eriyordu.

Sadece Türkiye’nin içinde böyle birkaç yere giden insanlar, gün geldi “Daha uzak yerlere de gidebiliriz!” dediler. Bir gün, Rus İmparatorluğu yıkıldı; “Yahu onlar (Türkî Cumhuriyetlerin halkı) bizim Asya’dan kardeşlerimiz; biz oradan gelmişiz, Oğuz boylarındanız biz. Atalarımız, o Devlet-i Aliyye’yi kuranlar da oradan gelmiş. Gidip onlara karşı vefa borcumuzu edâ edelim!..” dedik. Denedik yani. Üç beş tane insan, kuralarını çektiler, dünyanın değişik yerine gittiler. Coğrafyada o yerlerin nerede olduğunu Kıtmîr, bilmiyordu. (Yine “Kıtmîr” diyorum ben, onlara rağmen.) Kıtmîr bilmiyordu, gidecek insanlar da bilmiyorlardı. Belki hava meydanında “Falan yere nereden gidilir?” diyorlardı. Öyle çantalarını ellerine aldı, öyle gittiler. Bir yerde, iki yerde bu iş tutunca, “Yahu oluyormuş!” dediler.

Onlar da ifade ediyor bunu her yerde. Alkışlarla Pennsylvania’ya selam gönderenlerin, buraya kadar gelenlerin, tebrik edenlerin sayısı az değildir, yüzlerce… Otuz sene bu meseleyi öyle görmüş insanların, bugün kalkıp aleyhte bulunmalarına, “aldanmışız!” demelerine karşılık “ahmaklık etmişler” derim ben; “ahmaklık etmişler!..” Bütün dünya aptal da sadece onlar akıllı değil. İki-üç senedir tahribatlarına rağmen, herkes “Yeni okul açın!” diyor. Bu sene onların tahribat adına gelip-gittikleri yerler, on beş tane okul ruhsatı veriyorlar, on beş tane. Bunların hiç biri bizim aklımızın köşesinden geçmezdi. Ben size yemin ederim, rüyasını bile görmemiştim ben bunların.

Bir gün arkadaşlar böyle, “170 küsur ülkeye ulaştı!” falan dediler, 170 küsur ülkeye, falan. Ve o zaman bu iş böyle olurken, arkadaşlara Kıtmîr’in (Hep Kıtmîr diyorum, onlara rağmen; çatlasınlar, Kıtmîr diyorum.) dediği şey de şu oldu: “Falanlar da gitsinler; siz 1400-1500 tane okul açtınız, 500 tane de onlar açsınlar, yapar 2000 tane okul. 500 tane de diğerleri açsınlar, yapar 2500 okul. 500 tane de devlet yapsın…” Dedim mi demedim mi bunu? Başınızı sallamayın! Evet, dedim; bunu, 50 defa dedim. Kıskanma hissi hissetmedim ben; “Üniversite açsınlar, okul açsınlar, dil kursları açsınlar, üniversiteye hazırlık kursları açsınlar; onlar da açsınlar, siz de onlara arka çıkın!” dedim. Fakat neden sonra, otuz sene sonra, yıkamadıktan, yıkamadığını gördükten sonra, birisi diyor ki: “Onlar 170 küsur yerde açtılar, siz 190 küsur yerde gidin açın okullarınızı!..” Bayılırım bu mantığa, otuz sene sonra bir şeyi idrak edecek mantığa; ona bile bayılırım; çok şükür aklına gelmiş.

Şimdi, geriye dönelim. Bu meselelerin hiçbirini mahrutî bir bakışla, daha baştan planlayarak yapmadık. “Biz bu meseleye böyle bir Bozyaka ile, bir Kestanepazarı’yla başlayalım, sonunda bu mesele şuraya varır!” falan filan, deme değil yani. Cenâb-ı Hak, arkadaşlarımızın içine, ruhlarına o duyguyu, o düşünceyi attı; (O duyguyu, o düşünceyi atana canlarımız kurban olsun!); Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm sevgisini gönüllerine attı; ihlas mülahazasını gönüllerine attı; rıza mülahazasını gönüllerine attı; aşk u iştiyak mülahazasını gönüllerine attı. Dediler ki: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde Sahabe-i kiramın sayısının yüz bin olduğu söyleniyor.. Tabakât kitapları, İsâbe, İstiâb, Üsdü’l-gâbe, o kadar sahabeden bahsetmiyorlar ama yüz bin sahabî deniyor. Bu yüz bin sahabîden, “Baki’-i Garkad”da medfun olan, gözümüzün nuru, “Ruhumuz onların ruhuna feda olsun!” diyebileceğimiz, “Baki’-i Garkad”da yatan on bin tane sahabî var. Doksan bin tanesi orada değil. Bunlar, dünyanın değişik yerlerine şedd-i rihâlde bulunmuşlar. Varlıklarını -bağışlayın- katırın, devenin, atın sırtına vurmuş, ilâ-i kelimetullah yollarına koyulmuşlar. لِتَكُونَ كَلِمَةَ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا، فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللهِ (Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösteren, şüphesiz Allah yolundadır.) mülahazasıyla hareket etmiş ve gitmişler. Onların yolu, onların yöntemi bu. Bu arkadaşlar da bugün öyle gitmişler. Allah, gidişlerine bereket ihsan eylemiş.

Allah’ın inayetiyle, lütf u keremiyle, riayetiyle, kilâetiyle, vekâletiyle, rahmetiyle… Hep öyle diyoruz: “Allah bizi, başkalarının havl ve kuvvetinden müstağni kıldı!” Diyor muyuz, demiyor muyuz? رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ (Allahım bize öyle rahmet eyle ki, Sen’den gayrının merhametine karşı onunla bizi müstağni kıl, bizi başka kimsenin merhametine muhtaç bırakma.) Hâlis tevhidin ifadesi olarak, her şeyi O’ndan biliyoruz. Zaten O’nundur; O’na vermeyi -bir yönüyle- vefanın, hakka karşı sadakatin ifadesi olarak dillendiriyoruz.

  Allah aşkına, mahşerde sorulursa, “Bu da bizdendi!” deyin!..

Varsın bütün bunları taylasanlı insanlar kabul etmesinler! Bir gün onların para kaynakları kesilecek, kendilerini satın alan olmayacak, ortalıkta kalacaklar. Belki sizin kapınıza gelecekler; “Ne olur, bizi peyleyin, satın alın!” falan diyecekler. Benim tavsiyem size: Onları mahrum geriye çevirmeyin!.. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı içinde, “Atın üstünde, donanımla, dilenmek için kapınıza geleni bile boş çevirmeyin!” İki zümre: كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الآخِرَةَ * وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ * إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ * وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ * تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhiret’i ise bir kenara koyuyorsunuz. Yüzler olacaktır o gün mutluluktan parıl parıl, Rabbilerine çevrilmiş ve O’na bakan. Ve yüzler de olacaktır o gün ümitsiz ve asık. Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kaygısını taşırlar.” (Kıyâmet, 75/20-25) Siz, öndekiler; onlar da geridekiler. Kapkara yüzleriyle, zift saçılmış yüzleriyle gayyâlara yuvarlandıkları zaman, acı acı, istirham hissiyle dönüp yüzünüze bakacaklar. Benim ricam: Elinizden geliyorsa, onlara el uzatın! En baştaki âmirlerinden en alttaki mü’temirlerine kadar; o emri emir telakki edip yerine getirmeye çalışan mütegalliplere, mutasallitlere, mütehakkimlere, mütemelliklere, gaspçılara, soygunculara, kı-yım-cı-la-ra, evet kıyımcılara kadar, utanarak, asâ gibi iki büklüm olarak, yüzünüze baktıkları zaman, onların yaptığı gibi değil, karakterinizin gereğini yapın!.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm gibi davranın; bağrınızı açın, “Allah’ım! Bize ait haklardan vazgeçiyoruz fakat umumun hukuku, Senin hakkın söz konusu ise, o mevzuda devreye girmek, Sana karşı saygısızlık olur! O mevzuda bir şey söylemekten içtinap ediyoruz!” deyin.

Ve bir şey daha rica edeyim: Biraz evvel dediğim şey, mülahazaydı. Hakikaten… Bilmiyorum Berzah’ta da şefaat olur mu; ona dair kütüb-i ehâdisiyede bir şey görmedim, orada şefaat olur mu; Allah’ın inayeti olsun!.. Fakat Huzur-u Rabbi’l-âlemîn’de, mahşerde, sizin içinize şöyle-böyle sokulabilme fırsatını bulursam, ne olur, Allah aşkına, sorulursa, “Bu da bizdendi!” deyin!.. Ümidimi buna bağlamışım ben. Bırakın başkasının güft u gû’sunu, dedikodusunu… Müslümanlığı bilmeyen, Kitap bilmeyen, Sünnet bilmeyen, Usûluddin bilmeyen, Siyer felsefesi bilmeyen, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâmı tanımamış, bütün dine ait değerleri, dinamikleri, dünyevî mamuriyet adına kullanan dünyâperestlerin, fâniyâtperestlerin, zâilâtperestlerin deyip ettiklerine bakmayın!..

  Hem muvaffakiyetleri Hizmet erlerinden bilerek şirke düşüyor hem de rekabet hissiyle günahlara giriyorlar.

Arkadaşlarım şahit, geçen gün de konuşurken, “Bakın bu yapılan meselelerin onda birini kendimize mal etmeyelim, Cenâb-ı Hak lütfetmeyince olmaz!” dedim. مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ (Allah neyin olmasını dilerse, o olur; O’nun dilemediği/olmamasını dilediği de olmaz.) Sabah-akşam, Efendimiz’in vird-i zebanıdır. Ve biz de onu okuyoruz. Ama bunu hiç okumamış olan insanlar, bilmeyebilirler. Sizin aklınıza -inşaallah- “Biz yaptık!” diye şirk işmâm eden bir laf gelmemiştir, inşâallah. İnşâallah gelmemiştir; gelmişse, istiğfar etmek lazım, tevbe etmek lazım. “Sen, bunları lütfettin.. Hepsi Sen’den, hepsi Sen’den!” Kur’an-ı Kerim’in dediği gibi; قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ  “(Ey Rasûlüm) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisa, 4/78)

Şimdi, Allah’tan olan bu şeyleri, insanlar, bir kere şirke girerek, sizden bildiler. Tamamen siz yapıyorsunuz gibi görmekten dolayı, şirke girdiler. Biz, kendimizden bilince, nasıl kapalı bir şirke girme ihtimali var; onlar da sizden bilmek suretiyle farkına varmadan şirke giriyorlar. Birinci günahları, bu. İkincisi de, rekabete girdiler. Hazreti Yunus Emre adına değişik yerlerde lokaller açtılar, dil kursları açtılar. Bir yerde işin başındaki arkadaştan dinlemiştim; 19 tane mi 20 tane mi olmuştu? Onu çekemediler, aldılar işin başından; ismini söylemiyorum, aldılar; sonra 9’a mı ne düştü o. O da sadece 5-10 tane insana dil öğretme. Öyle değil; milyonlarca insana, bir yönüyle, kendi dilinizi sevdirme ve aynı zamanda “kendi dillerini ve başka dilleri, Almanca, İngilizce, Fransızca öğretmek suretiyle, onları “dünya insanı” haline getirme, kendi dünyaları adına. Ve orada kendini sevdirme, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ricâl-i devletin çocukları oralara konacak şekilde bir câzibeye ulaştırma, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Nitekim bu mevzuda, çekemeyenlerden bir tanesi, geçenlerde diyor ki: “Ricâl-i devletin, bakanların çocuklarını da alıyorlar, orada okutuyorlar; gelecekte o çocuklar, babalarına karşı darbe yapsınlar diye!” Böyle bir mülahazanın bir kıymet-i harbiyesinin olup olmadığını “ahmaklara dair yazılmış kitaplar”da araştırmak lazım. Sözlüklerde, ansiklopedilerde bulamazsınız böyle bir şey. Evlatlarını bir okula koyacaklar; yetişsinler, onlara karşı darbe yapsınlar!.. Bence karşınızdaki mantık bu ise, esasen mantık adına iflas etmişler demektir. Öyleyse, o iflas etmişlik karşısında, zerre kadar tereddüde düşmeden, daha yiğitçe, Hamzavâri yürüyün!.. Yolunuz, Allah yolu; yolunuz açık olsun! Durmadan, dinlenmeden yürüyün!.. Neticede İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) “ihlas” merdiveni ile, “rıza” merdiveni ile ulaşacaksınız. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâlini müşahedeye ve O’nun tarafından “Ben, sizden râzıyım!” iltifatına mazhar olacaksınız.

  Bakmayın aleyhinizde atıp tutanlara; siz kendi yolunuza, Kitab’a, Sünnet’e, Siyer felsefesine, Usulüddin’e bakın!..

Evet… Kıtmîr size sonsuz selam söylüyor. Tekrar ediyorum, âhirette Kıtmîr’i unutmayın!.. Biliyor musunuz, çok defa kendimi nasıl görüyorum? Böyle Efendimiz’in yanına gitmeye de cesaret edemiyorum. Ebu Bekir efendimiz, Ömer efendimiz, Osman efendimiz ve Ali efendimizin yanlarında kuyruğumu sallıyor, ayaklarına dolaşıyorum. Sonra onlar da, işte o Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi hani, “Yâ Rabbi, bu da bizden hiç ayrılmıyordu! Cami kürsülerinden bizi anlatıyordu, hayatü’s-sahabe’yi anlatıyordu, Efendimiz’i anlatıyordu. Samimiyetini bilemeyiz fakat dili bu idi, heyecanları bu idi, gözyaşları da bu idi. Ne olur, bunu da bağışla!..” diyorlar. Hep kendimi öyle gördüm. Hep kendimi öyle gördüm, hep öyle göreceğim; öyle görmem, her gün biraz daha muzaaf hale, mük’ab hale geliyor, her gün…

Esved b. Yezid en-Nehâî gibi… Kıldığım namazları bile -belki yirmi yaşına kadar- kaza ettim. Hiç yok yere, böyle, “Aman orucum tam olmamıştır!” diye kaza ettim onları. Dediğim gibi, bir arpa kadar haram, ağzıma koymadım. Dünyada bir dikili taşım olmadı. Bana dünyevî câzibedarlıkları teklif ettiklerinde, “Sizin dininizden şüphe ediyorum!” dedim, en yakınlarıma karşı. “İçinde evladım, imanım tutuşmuş yanıyorken, bana dünyevî bir şey teklif etmek ne demek!” falan dedim. Hep böyle yaşadım fakat Esved b. Yezid en-Nehâî gibi, her zaman imansız gitmekten korktum, yüreğim ağzıma geldi, “Allah’ım!” dedim. Evet, akıbetinden emin olanın, akıbetinden endişe edilir; hep akıbetimden endişe ettim.

Bildiğiniz Esved b. Yezid’i bir kere daha söyleyeyim; Nehâî ailesinin serkârı, Alkame’nin, İbrahim en-Nehâî’nin de içinde bulunduğu Ebu Hanife mektebinin üstadları, Ebu Hanife’yi yetiştiren insanlar. Tâbiînden, tebe-i tâbiînden insanlar. Esved, öyle dâhî bir insan ki o mevzuda; onun “sened”de bulunduğu hadis-i şeriflere, hangi kitapta olursa olsun, şimdiye kadar “Bunda şüphemiz var!” diyen insana rastlamadım. Biraz “ricâl”i bilenler, anlarlar bunu; hadis metnini bilenler, anlarlar. Arkadaşlarımızla müzakeremizde onlar da biliyorlar bunu. Ruhunun ufkuna yürürken, akrabası Alkame, yanına geliyor. Alkame en-Nehâî, aynı aileden. Yüzü ekşi, gayet ızdırap içinde kıvranıp duruyor. “Ne o Esved! Günahlarından mı korkuyorsun?” deyince, “Ne günahı?” Esved’in günahı mı olur? Acı tebessüm ediyor. “Yahu Alkame, ne günahı?” diyor, “kâfir olarak gitmekten korkuyorum!” Hep onun düşüncesini taşıdım..

Vefat ettikten sonra, Esved b. Yezid en-Nehâî’yi rüyada görüyorlar, soruyorlar: “Allah sana ne muamele yaptı?” Diyor ki: “Vallahi, enbiyâ-ı izâmı dizmişti; baktım, aramızda dört parmak kadar mesafe var!” İşte Esved, bu; akıbetinden endişe eden, bu!..

Bakmayın Horasanlı Taylasanlılara, bugün aleyhinizde atıp tutanlara!.. Kendi yolunuza, yönteminize bakın!.. Kitab’a ve Sünnet’e bakın!.. Siyer felsefesine bakın!.. Usulüddin’e bakın!.. Hadislere bakarken, otuz kitaba birden bakın!.. Tefsire bakarken, otuz kitaba birden bakın!.. Usulüddin’e bakarken, otuz kitaba birden bakın!.. Müzakere edin, “Amanın yanlış yaparız!” diye. Ve kat’iyyen selef-i sâlihîn’in; Ebu Hanifelerin, Şâfiîlerin, Mâlikîlerin, Ahmed b. Hanbellerin; Şâh-ı Geylânîlerin, Nakşibendîlerin, Necmeddin-i Kübrâların, Mevlânâ Celâleddin-i Rumîlerin, Sultanu’l-Evliyâların, Alaaddin-i Attârların, Mustafa Bekri Sıddîkîlerin, İmam Câfer Sâdıkların, hâsılü’l-hâsıl Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolundan ayrılmamak için dikkatli yaşayın.

Allahım, bizi o yoldan zerre kadar, arpa boyu kadar ayırma!.. Allahım, falanın-filanın bu mevzudaki düşüncelerine takılarak, nâm-ı celîl-i nebevîyi güneşin doğup battığı her yere götürme duygu ve düşüncesinden bizi mahrum etme!..

Varsın desinler! Geçenlerde geçtiği gibi, dilimden döküldü birden bire, medyaya da düştü: Derdi dünya olanın, Dünya kadar derdi olur!.. Bence bırakın o dertlilerin arkasına takılmayı. Dertsiz olmanın yolu, Allah’a bağlanmadan geçer!.. Vesselam.