Bamteli: RUHUNA YÖNEL!..

Bamteli: RUHUNA YÖNEL!..

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  “Sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın!..”

Ebu’l-Feth El-Büstî hazretleri der ki:

أَقْبِلْ عَلَى النَّفْسِ وَاسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا

فَأَنْتَ بِالنَّفْسِ لاَ بِالْجِسْمِ إِنْسَانٌ

“Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.”

Demek ki insan için en önemli husus, kendisiyle meşgul olması, kendisini tanıması, kendisinde derinleşmesi ve kendisini doğru okumasıdır. Belki onun hakiki insanlığı, bu mülahazaya bağlıdır.

İnsan, kendisine bir fihrist olarak, varlığın fihristi olarak bakmalıdır. İnsan mahiyeti, O’nu (celle celâluhu) bildirme mevzuunda -istidatlara göre- bir mercek, bir mirsâd, belki bir teleskop gibidir. Ona, düşük istidatlara göre bir dürbün olması açısından, daha yüksek istidatlara göre ise göklerdeki rasathaneler haline gelebilmesi yönüyle bakılmalıdır.

İnsan, kendisini doğru tanıdığı, doğru bildiği ölçüde, bir kısım yüce hakikatler mevzuunda doğru belirlemeye, doğru kararlara varabilir. Kendini bilirse, bilinmesi gerekli olan şeyleri bilir.. ve bilinmesi gerekli olan şeylerin en üstünde olan Zât’ı (celle celâluhu) bilir. Hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.” sözünde ifade edildiği gibi, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir.

  “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir. Beni bilen Beni arar. Beni arayan mutlaka Beni bulur!..”

Alexis Carrel, daha 1935 yılında yazmış olduğu “İnsan Bu Meçhul” adlı eserinde, insan vücudundaki mükemmelliğe ve mutlaka onun bir Yaratıcısı olduğuna dikkat çekmiş, böylece önemli bir çalışmaya imza atmıştı. Fakat onun ötesinde insan, kalbi, ruhu, vicdanı, vicdanının (latife-i Rabbâniye, his, irade ve şuurdan ibaret) dört rüknü açısından kendisine bakmalıdır. Ayrıca yine bunlara irca edebileceğimiz, âdeta gülün yaprakları gibi vicdanın etrafını saran değişik hususlar açısından -ki bunlar da yaprak gibi açılırlar- mahiyetini değerlendirmelidir. İnsan bütün bu açılardan kendini doğru okuduğu takdirde, yüce hakikatler mevzuunda da isabetli kararlara ulaşır.

İşte مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hakikati de bunu ifade eder: “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir!” Yani o fihristi doğru okuyan aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın âsârını doğru okur; âsârının arkasındaki ef’âlini doğru okur; ef’âlinin arkasındaki esmâsını doğru okur; esmâsının arkasındaki sıfât-ı sübhâniyesini mütalaa etmeye başlar. Hayretler yaşar ve daha ileriye adım atar, belki hayretler üstü hayretlere ulaşır Zât-ı Baht karşısında..

Kendini bilme mevzuu, yüce hakikatlerin bilinmesi adına önem arz ettiğinden dolayı, öyle bir meselede bilmeme, o yüce hakikatlere karşı da saygısızlık ifade eder, alakasızlık ifade eder, atâlet ifade eder, hürmetsizlik ifade eder, vurdumduymazlık ifade eder. Bu fihristin doğru okunması lazım, bu mercekle doğru bakılması lazım, bu dürbünle doğru temâşâ edilmesi lazım, o teleskopla varlığın arka planına ıttılaya çalışılması lazım.

Onun için kudsî hadis diye rivayet edilen ve tasavvuf kitaplarında da yer alan bir mübarek sözde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir. Beni bilen Beni arar. Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin; açlığa alış ki, Beni göresin; ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabb’im; nefsini bilen Beni de bilir; nefsini terk eden Beni bulur. Beni bilmek için nefsini terk et. Benim mârifetimle mamur olmayan bir kalb kördür!

  Mârifet-i ilâhînin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sâdık bir lisanı olması itibarıyladır ki, kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüştür.

“Beni arayan Beni bulur!” Ve artık arayacak hiçbir şey de kalmaz. İnsan, O’nu bulunca, bir yönüyle âsârın da, ef’âlin de, esmânın da, sıfâtın da künhüne vâkıf olmuş olur. Vicdan enginliği, bunu bilmeye müsait yaratılmıştır. Kalb ve vicdan öyle mualla bir mir’âttır ki, orayı çok ehl-i hak, bir yönüyle Hakk’ın tecelligâh-ı İlâhîsi, hatta hânesi görmüşlerdir. Bazıları kalbi, Kâbe’den üstün saymışlar ve demişlerdir ki, “Kâbe, bünyan-ı Halil-i Âzer’est / Dil, beyt-i Hudâ-yı Ekber’est.” (Kâbe, Âzer’in oğlu Hazreti İbrahim’in yaptığı bir binadır. Kalb ise, Huda’nın evi, Hakk’ın nazargahı ve eseridir.) Bu, Kâbe’yi hafife alma manasına değil, fakat daha önemli bir yerle mukayese yaparken, önceliği ortaya koyma adına. Yoksa Kâbe, bizim hepimizin kıblesidir, onu Hazreti İbrahim de yapsa, Hazreti Nuh da yapsa; plan ve projesini Hazreti Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail de ortaya koysa…

Fakat her zaman Cenâb-ı Hakk’ın tecelli buyurduğu bir ayna vardır ve o aynada her zaman O mütecellîdir, o da kalbdir: “Dil, beyt-i Hudâ’dır, ânı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde..” der, İbrahim Hakkı hazretleri. Nâbî de “Âyine-i idrâkini pâk eyle sivâdan, / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka hicâb et!” diye seslenir.

O yönüyle kalbin öyle bir enginliği var. İnsan, kendini o kalbiyle, o vicdanıyla, latife-i Rabbâniyesiyle, hissiyle, şuuruyla, iradesiyle çok iyi tanırsa, sonuçta tanıması gerekli olan o kutsalları tanıma adına da çok önemli bir vesile edinmiş olur. Evet, insanın kendini bilmesi, adım adım önüne serpiştirilen yüce hakikatleri doğru tanıması adına çok önemli bir mirsâd ve saygı duyulması gerekli olan bir hakikattir.

İnsan, kendini ne kadar kurcalar ve bir yönüyle, anatomisini doğru okumaya çalışırsa, (belki şu tabiri de kullanabiliriz) kalb ve ruh anatomisini doğru okumaya çalışırsa, o ölçüde enginleşir. İnsanın enginliği oradadır. İnsan, çok farklı derinliklere dalar orada ve gerçek insan olduğunu işte o zaman ortaya koyar. Öyle yapan, gerçek insan olduğunu ortaya koymuş olur; zira Allah (celle celâluhu) bütün kâinatı, insan mahiyeti dediğimiz o kitapta yazmış gibidir. Dolayısıyla onu doğru okuyan, bütün kâinatı okumuş gibi sayılır. Onda hakikati izleyen, âdeta bütün kâinatı analiz etmiş gibi olur. Yeni yeni terkiplere ulaşmış gibi olur.

  “Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”

Hazreti Ali efendimizin sözüne meseleyi bağlamak yerinde olur:

وَتَزْعَمُ أَنَّكَ جِرْمٌ صَغِيرٌ

وَفِيكَ اِنْطَوَى الْعَالَمُ الْأَكْبَرُ

Kendini, çok küçük bir cirim sanıyorsun. Oysaki bütün âlemler dediğimiz o büyük âlem, sende bir kitap gibi dürülmüştür!” Allah (celle celâluhu), o kocaman kâinat kitab-ı kebirini, bir fihrist olarak sende -aynı zamanda- dile getirmiştir. Fakat o dili anlamaya bakmak lazım, o yazıları okumaya bakmak lazım, o yazılara hangi dürbünle bakılacaksa, hangi mirsâdla bakılacaksa, hangi mercekle bakılacaksa, ona göre bakmak lazım… Hazreti Ali efendimizin bu mübarek sözünü, Mehmet Âkif merhum, şöyle nazmen dillendirir:

“Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

‘Muhakkar bir vücûdum!’ dersin ey insan, fakat bilsen.

Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:

Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”

Mahiyet öyle olmasaydı, Hazreti Cibril, Efendimiz’e “Yürü, top senin, çevkân Senin bu gece!” demezdi!.. Ve demezdi, “Yâ Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir adım daha atsam, yanarım ben!” Ama Hazreti Muhammed Mustafa yanmıyor. Demek ki mahiyeti, o ufku ihrâza kadar müsâit. İnsan mahiyeti… Asliyet planında O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) mukadder. Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) lütfu olarak verilen o şey, zılliyet planında, izafi planda, gölge mahiyetinde her insana bahşedilmiştir. Her insan, bir yönüyle, o hususu ihrâz edebilir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) teleskopla bakıyorsa, her insan da dürbünle bakabilir ve onu gez-göz-arpacık yapıp Allah’ın izni ve inâyetiyle 12’den vurabilir. Her insanın mahiyeti, buna müsait yaratılmıştır.

Şeyh Gâlib’in o enfes mısralarıyla devam edelim:

“Sultân-ı rusül, şâh-ı mümeccedsin Efendim,

Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim,

Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin Efendim,

Menşûr-u “le’amrük”le müeyyedsin Efendim;

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim,

Hak’tan bize sultan-ı müebbedsin Efendim.”

Öyle bir rehber, öyle bir pîşuvâ ki, aynı zamanda insanın olabileceği her şeyi de göstermiş: “Şu benim edip eylediğim, ulaştığım noktalar, sizin için de bir manada, izafî planda mukadderdir!” Çalışın ve bu imamın arkasında saf bağlamaya bakın, el-pençe divan durmaya bakın!.. O’nun arkasında el-pençe divan duranların, kemerbeste-i ubudiyetle, dediğini diyenlerin, ettiğini edenlerin, O’nunla beraber Allah’a varacaklarında hiç şüpheleri olmasın!..

  “Onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da kendi öz canlarını kendilerine unutturdu.”

İnsanın mahiyeti, böyle iken, -maalesef- günümüzde en az bilinen şey, insanın mahiyeti!.. Hekimler, insanın anatomisiyle, fizyolojisiyle meşgul oluyorlar. Herkes, onun bir parçasını eline alıyor, o mevzuda ihtisaslaşıyor, onunla yapılması gerekli olan şeyleri yapıyor. Fakat ister inansın ister inanmasın, daha doğrusu inanan da inanmayan da, hiç farkına varmadan, bir kitab-ı kebir olan o insanı teşrih masasına yatırdığı zaman, ya Naturalist mülahazayla bakıyor, ya Materyalist mülahazayla bakıyor, ya Pozitivist mülahazayla bakıyor; dolayısıyla onunla görülmesi gerekli olan şeyi göremiyor.

لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا 

“Onların kalbleri vardır, fakat onlarla meselelerin özüne inip gerçeği idrak edemezler; gözleri vardır, fakat onlarla görülmesi gerekeni göremezler; kulakları vardır, fakat onlarla duyulması gerekeni duyamazlar.” (A’râf, 7/179)

Evet, günümüzün insanının en yabancı olduğu şey, kendi nefsidir. Neden? Çünkü, arz ettiğim gibi, kutsî hadis olarak, -mealen- “Nefsini bilen, Beni (celle celâluhu) bilir! Beni bilen, Beni arar! Beni arayan, Beni bulur! Beni bulan da, artık bulacağı bir şey kalmaz, her şeyi bulmuş olur!” deniyor ama ters taraftan da şu var: نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفَسَهُمْ “Onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da kendi öz canlarını kendilerine unutturdu.” (Haşr, 59/19) Onlar, Allah’a karşı kapılarını kapadı, arkalarına açılmaz gibi sürgüler sürdüler. Tamamen dünyaya inhimak ettiler. كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْاٰخِرَةَHayır, doğrusu siz şu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz, onun için ahireti terk edip durursunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) şeklinde anlatılan insanlardan oldular: Hayır hayır! İşin doğrusu siz, hemen âcil olan, bir yönüyle belki iştihanızı açmak için, âhireti arzulamanız adına dilinize dokundurulan şeye kapıldınız; ona tapmaya başladınız, ötesini unuttunuz!.. يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِBilerek, dünya hayatını âhiret hayatına tercih ederler!” (İbrahim, 14/3) denilenlere dâhil oldunuz.

  Âhir Zaman Nezlesi

Çağ, o çağ… Çağ, yıkılası çağ… Çağ, karn-ı şeytân; tam bir şeytan çağı, bu çağ!.. Öyle ki mü’minler bile, o çağın olumsuz tesiriyle zükkâm (zükâm da denir, nezle demektir) olmuşlar. Bütün bütün inkârcılar, kalbleriyle ölmüşler. Diğerleri, dimağlarıyla, mantıklarıyla, muhakemeleriyle, nazarlarıyla ölmüşler. Mü’minler de zükkâm olmuşlar; burunlarını silmekten elleri olmuyor ki, çevrelerini görsünler, etraflarına baksınlar, o kitab-ı kebîr-i kâinatı okusunlar ve Kur’an-ı Kerim’in, o kitab-ı kebîr-i kâinatı okuduğunu duysunlar, anlasınlar!..

Teberrüken yine onun sözüyle diyelim: “Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur!”.( Sözler, s.33 / Yedinci Söz) Yalnız sensin, ey Kur’an-ı Mucizu’l-beyan!..

Kulaklar o mesmûâta tıkanınca, gözler kâinat kitabına karşı kör olunca, kalb, muhakeme edecek bir şey bulamıyor; mantık, muhakeme edecek bir şey bulamıyor: نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفَسَهُمْOnlar, Allah’ı unuttular; Allah da nefislerini onlara unutturdu!” (Haşr, 59/19) Merceği ellerinden aldı, dürbünü ellerinden aldı, projektörü ellerinden aldı, rasathaneyi ellerinden aldı; onları o dar dünyanın dar görüşleriyle başbaşa bıraktı. Öyle bir zavallılığa mahkûm etti ki, neredeyse kendilerini bile görmüyorlar, o kadar…

Hâlbuki insan, öyle bir darlığa mahkûm edilecek kadar denî, hakir bir varlık değildir. O, ahsen-i takvime mazhar öyle bir âbide varlıktır ki, Allah’tan başkasına secde edilseydi, ona secde edilirdi. İnsan, kendine bakarken, öyle bakmalıdır. Zira Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerinin dediği gibi “Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.” Ayna bu âlem… Sen, ben, bütün varlık; ağaç, ot, her şey bir ayna… “Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâi / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.” (Sallallâhu aleyhi ve sellem.) O’nun (aleyhissalâtü vesselam) gölgesiysen, senin de bir gösterme payın var, bu yönüyle.

İnsanımız ne zaman kendini bilememe, mahiyetine erememe gibi bir talihsizlikten sıyrılır? İnşaallah, yollar o mevzuda sizin için açık. Dilerim, inşaallah, zâlimlerin şu zulümleri, preslemeleri, balyozlamaları, eşkıya gibi mallarınıza el koymaları, Ebu Cehillerin, Utbelerin, Şeybelerin yaptıkları şeylerin aynısını yapmaları sizi bir kıvama ulaştırır. Onların balyozları altında balyozlanmak suretiyle, beyinde körelmiş nöronlar açılır inşallah; korteks, kendine has fonksiyonunu edâ etmeye başlar; hipofiz, kendine ait fonksiyonu edâ etmeye başlar. Hiç farkına varmadan, birden, vicdan mekanizması harekete geçer, o zulüm balyozları altında.

  Hazreti Hubeyb ve Hakta Sebat

Bununla beraber, bir yerde inat makbuldür. Allah niye insana inat duygusu vermiş? Hakta sebat etmek için!.. Evet, hakta sebat etmek için. Hutbede, arkadaşımız okudu: Hubeyb (radıyallâhu anh). O, idama götürülürken bile haktan dönmüyor, hakikati anlatabileceği bir sima arıyor.

Ben iki idamda ruhanî reis olarak bulundum, askerlik öncesi. Onlara o esnada dini telkin edersiniz; bir “âmentü” okursunuz, bir “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah!” demelerini sağlarsınız. Bu âlemden öbür âleme adım atarken, o sermaye ile gitsinler, lâ-akall. Bütün iman ve İslam hakâikinin özü, özeti, hülâsası olan “Lâ ilâhe illallah” hakikatiyle öbür âleme gitsinler diye.. “Muhammedün Rasûlullah” hakikatiyle öbür âleme gitsinler diye.

Hazreti Hubeyb’in o esnada, en önemli meselesi ne? Acaba bunların bir tanesine bu mübarek kelimeyi söylettirecek bir şey anlatabilir miyim? Yani ipe götürüyorlar, onun umurunda değil. Darağacına çıkarıyorlar, onun umurunda değil.

Oysaki idamlarına şahit olduğum o iki şahıstan biri tamamen aklını kaçırmıştı, hezeyan konuşuyordu. Öbürü de ancak “âmentü”yü yarısına kadar okudu. Benimle beraber başladı, yarısına gelince dili dolaştı, kesti orada; “Hocam! Acaba bir kere daha Büyük Millet Meclisi’ne benim durumum gider mi?!.” dedi. Çünkü orada ip sallanıyor; cellat, ipin yanında duruyor; etraf, silahlı insanlarla çevrilmiş; hâkim orada, savcı orada, jandarma komutanı orada. Bir de işte ruhânî reis -öyle diyorlar, Hıristiyanlıktan alınma bu, yani din adamı değil, ruhânî reis- orada; ona son anda dini telkin edecek. O kafa karışıklığı yaşanıyor orada… Aradan geçmiş elli sene ama o manzarayı düşündüğüm zaman, her ikisinin durumu da bana öyle dokunuyor ki!.. Hâlâ dokunuyor; siz de öyle bir pozisyonda olsaydınız, zannediyorum, hassasiyet-i insâniyenizle, hassasiyet-i İslamiyenizle aynı şeyleri duyardınız, hâlâ bugün gibi hatırlardınız. Unutamıyorum ben; bütün çizgileriyle aklımda; dediğim şeylerle, dedikleri şeylerle aklımda hepsi.

Hazreti Hubeyb… Böyle bir manzara ile karşı karşıya ama umurunda değil. İp sallanıyormuş.. düşman kinle, nefretle köpürmüş.. umurunda değil. Bugün mala-mülke el koyan zalimler gibi köpürmüşler, bir an evvel asmak suretiyle intikam hislerini ortaya koymak istiyorlar. Fakat onun derdi başka, o hala hakikate açık bir insan arayışında. İşte bir aralık biri diyor ki: “Şu anda, senin yerinde O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasını ister miydin?!.” O heyecanla cevap veriyor: “O da ne demek?!.” diyor, “O’nun kâkül-ü gülberlerinden bir tanesine bir fenâlık gelmesini istemem; bin Hubeyb fedâ olsun! O’nun mübarek başından, o güzelim, o öpülesi tüylerinden bir tanesi eğer kopacaksa, bin Hubeyb fedâ olsun!..”

Bu içindeki samimiyeti oraya dökmesi, kim bilir nicelerinin içinde daha sonra köpürebilecek ne duyguların oluşmasına vesile oldu?!. Ben öylesine samimiyetle köpürmenin boşa gideceğine kâni değilim. Çoklarının içine öyle kor atmıştır ki, öyle kıvılcımlar atmıştır ki, bir sene sonra, iki sene sonra, üç sene sonra, dört sene sonra, belki Mekke fethedildiği zaman, o bu defa kor haline gelmiştir ve hepsi Allah Rasûlü’nün huzuruna koşmuştur. O “Benden ne bekliyorsunuz?” demiştir; onlar da “Kerim oğlu kerimsin!..” demişlerdir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) de اِذْهَبُوا فَأَنْتُمُ الطُّلَقَاءُGidiniz, hepiniz hürsünüz/serbestsiniz!” demiştir. Ve gönüller fethedilmiş; وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا “Ve insanların kafile kafile Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman…” (Nasr, 110/2) hakikati/sırrı birden zuhûr etmiştir. Hazreti Hubeyb’in payı orada çok büyüktür.

Allah Rasûlü’ne gönderdiği selam da çok önemliydi: اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ Allah, bildirir. Hazreti Ömer’e, tâ bilmem neredeki, Kaf dağının arkasındaki, komutanı Sâriye’ye, يَا سَارِيَةُ، اَلْجَبَل اَلْجَبَل (Sâriye, dağa dikkat et, dağ tarafına bak, dikkat et!..” dedirten Allah (celle celâluhu), Habibine Hubeyb’in samimiyetini, Hazreti Yakub’a Yusuf’un gömleğinin kokusunu ulaştırdığı gibi ulaştırmaz mı?!. Ona öyle bir ulaştırır ki!.. Onun için Allah Rasûlü, mübarek yerlerinden fırlar, o selamı ayakta karşılar; aynı zamanda Hubeyb’e karşı alakasını, irtibatını, sevgisini ve onun samimiyetini seslendirme adına وَعَلَيْكَ السَّلاَمُ يَا خُبَيْبُ der.

  Gelin, Allah aşkına, ne olursa olsun, deryayı damlaya feda etmeyelim!..

Yerinde sâbit-kadem olmak çok önemlidir. Olup biten her şeyi âhirette olup bitecek şeylerin yanında hafif görerek hakta sebat etmek lazımdır: “Yahu ne önemi olur bunun, kabirdeki Münkir-Nekir’in sualleri yanında?!. Ne önemi olur bunun, o upuzun berzah hayatının dâhiyeleri yanında?!. Ne önemi olur bunun, terazinin kefelerinin birinin yukarıya birinin aşağıya kalkıp inmesi meselesi yanında?!. Ne önemi olur bunun sırattan geçerken kancalara takılma mevzuu yanında?!. Ne önemi olur bunun, Cennet kapıları açılacak mı kapanacak mı hadisesi karşısında?!.” denmeli ve musibetlere sabredilmelidir. Çünkü bütün bunlar, o büyük hadiseler yanında deryada damla bile değildir.

Gelin, Allah aşkına, ne olursa olsun, deryayı damlaya feda etmeyelim!.. Damlayı damla bilelim, deryayı da derya bilelim. Elimize geçen bütün damlaları, o derya hesabına kullanmaya bakalım, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Evet, başka şeye değil, kendine bak!.. “Sen, esas, mahiyet-i nefsü’l-emriyenle, ruhunla, vicdanınla insansın, cisminle değil!”.. İşte asıl mesele, onu anlamak; onu bir mercek, bir mirsad, bir dürbün, bir teleskop olarak kullanmak; eşya ve hadiselere öyle bakmak, varlığı öyle hallaç etmek, öyle analizlerde bulunmak, öyle sentezlerde bulunmak; buluna buluna bulunması gerekli olan şeye gidip ulaşmak…

Bulunması gerekli olan şeye gidip ulaşmak… O (celle celâluhu), bulunmayacak yerde değil. O (celle celâluhu), sana senden yakın ama sen O’na fersah fersah uzaksın!..

Aş uzaklığını, aş o tepeleri!.. Enaniyetine ait, gururuna ait, kibrine ait, filo sevdana ait, saray sevdana ait, yalı sevdana ait, alkışlanma sevdasına ait, ikbal sevdasına ait, Allah belası şeytanın sana attığı kancalardan sıyrılmaya bak!..

Kendin ol, O’nu (celle celâluhu) bul; nefsin oyunlarından kurtul!.. Vesselam.