Bamteli: TEVEKKÜL İÇİNDE SABREDECEĞİZ!..

Bamteli: TEVEKKÜL İÇİNDE SABREDECEĞİZ!..

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

 Müslümanların birkaç asırlık en büyük yitiği, dinî hayatı şekle boğmayan hal âbideleri ve temsil kahramanlarıdır.

Demiş ki Büyük Adam (Hazreti Bediüzzaman): “Tatmaya izin var, doymaya yok” (“… O meyveler, nümunelerdir; tatmaya izin var, tâ asıllarına talib olup müşteri olsun; yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur.” Sözler, s.61). Teşekkür için de, tadıp doymama bir esastır. Tıka-basa yediğiniz zaman, midede ne havaya yer kalır, ne suya yer kalır, ne de şükre yer kalır. Çünkü arkasından gelirse, gaflet gelir; esner durursunuz. Amma Allah’ın nimetini tadarsanız kuvve-i zâkia ile, hâlâ içinizde yeme arzusu ve isteği vardır; “Allah’ım! Bu yemekler ne güzelmiş! Bu içecekler ne güzelmiş! Bu soğuk su ne güzelmiş!” dersiniz. Bunları değerlendirip takdir etme, bir yönüyle mizana vurma, “Tat alma hissi, lisan, dil, dudak… Ne yerinde şeylermiş bunlar!” deme, bütün bunları icmâlen bile olsa, mülahazaya alma, öyle derin şükürdür ki, bunların hepsi gider, gider, gider, şu arşa ulaşır: لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Eğer şükrederseniz, Ben de nimetimi artırırım.” (İbrahim Sûresi, 14/7)

Ne var ki, midesi için yaşayanlarda bunlar olmaz.. bedenî zevklerini takib eden insanlar için bunlar olmaz.. dünyayı ebedî gören insanlar için bunlar olmaz.. tevehhüm-ü ebediyetle sarhoş olan, tûl-i emel ile mest u mahmur yaşayan insanlar için bunlar olmaz… Bunlar, “basiret”e, Cenâb-ı Hakk’ın lütfudur. Her zaman “uyûn-u sâhire” (göz kırpmadan, sürekli O’nu kollayan veya O’nun tarafından kollandığı mülahazasıyla yaşayan insanlar) için söz konusudur. Namazında, niyazında, kıyamında, rükûunda ve secdesindeki haliyle dıştan bakan bir insana “Bu adam Allah’a inanıyor görünüyor!” dedirten kullar için bahis mevzuudur.

Hani bazılarımız, -biraz da kendime benzetiyorum, Allah affetsin- elleri duada ama “O nasıl yapıyor, bu nasıl yapıyor?” dercesine sağa-sola bakıyor. Peygamber Efendimiz, namazda etrafa bakınmaya, göz ucuyla olsun çevreye bakıp durmaya “şeytanın, insanın namazından çaldığı şeyler” manasına “ihtilâs-ı şeytan” buyuruyor. Şeytan, başkalarını kullanıyor, “Bir miktar da bana!” diyor, “Hepsini Allah’a verme!” diyor, “Azıcık böyle yap, bir miktar da bana ver!” diyor. O da mahrum etmiyor şeytanı; onun da gönlü hoş olsun diye şeytana veriyor.

Hâlbuki اَلْمُؤْمِنُ إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُHakiki mü’min, görüldüğü yerde, Allah’ı hatırlatan insandır.”; oturuşunda, kalkışında, kıyamında, rükûunda, secdesinde, mâbede girdiğinde benzinin renk atmasında, bakışının bulanmasında Allah’ı hatırlatan; dilden, dudaktan, beyandan öte “bir beyan insanı”dır, “Allah’ı hatırlatan insan”dır, “hâl âbidesi”dir, “temsil kahramanı”dır. Firdevsî’nin destanı ölçüsünde destanlarla anlatamayacağınız şeyleri, bir kereliğine öyle birini görmekle hissedersiniz. Zannediyorum, içinize oturur her şey; “Elhamdülillah, demek böyle insanlar da varmış!” dersiniz. Belki bizim, birkaç asır evvel yitirdiğimiz, hasretini çektiğimiz şey de o; “hâl âbideleri”, “timsal kahramanları”, “temsil kahramanları”.

 “İslam, İslam, İslam…” diyen bir kısım nadanlar İslam’ın canına kıydılar.

Yalan ve gösteriş, gürültülü; hakikat ve samimiyet, sessizdir. Yıldırımlar, gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar”. Gürültülü değil, içten fokur fokur kaynama, mağmalar gibi.. aşkını, heyecanını içinde boğma.. “Âşık’ım!” dersen, belâ-yı aşktan âh eyleme / Âh edip, ağyârı âhından âgâh eyleme!” Bunu “Şuara leşkerine mir-i livâdır sühânım” (Sözüm, şâirler ordusuna bayrak emîridir.) diyen, şâirlerin sultanı Fuzûlî söylüyor.

Evet, yan, yakıl, ocaklar gibi amma gam izhar eyleme! Bilmesin âlem onu. Fakat tavır ve davranışlarınla öyle bir irtibat tavrı sergile ki!.. Bir insan Allah’a inanıyorsa, tavırlarına-davranışlarına da o inanç yansır. Aksine, ayağını ayağının üstüne atan, âlemi hafife alan, kaykılıp arkasına -başkalarının yanında- yayılan, namaz kılarken sağı-solu kollayan, namazda mı değil mi belli olmayan, tavırlarıyla “amel-i kesir”den bir türlü sıyrılamayan insan, zannediyorum, başkalarını da namazdan ürkütür, namaza karşı sinelerde tiksinti hâsıl eder. Neden Türkiye’de, düne kadar devamlı namaz kılma nispeti yüzde 40-45 iken, şimdilerde yüzde 25’e düşmüş?!. Örnek Müslüman eksikliğinden…

İslam, İslam, İslam..” diyen insanlar “İslam”ın canına kıydılar. Şekil ve surete onu bağladılar. Onun bir iç meselesi, içtenleştirme meselesi olduğunu düşünemediler. Öndekileri millet öyle gördü, “Bu da böyle olur!” dediler. Çok defa hiç namaz kılmadılar amma Müslümanlığı da hiç dillerinden düşürmediler. Dolayısıyla onların arkasından sürüklenenler de, “gerçek mü’min tabiatı”nı, “ahsen-i takvime uygunluk halleri”ni, yolda bir yere bıraktılar, yitirdiler. Hem öyle bir yitirdiler ki, dönüp arama duygusunu da yitirdiler. Acaba Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) Müslümanlığı nasıldı? Onu da yitirdiler. Hazreti Muhammed Mustafa Müslümanlığı nasıldı? Onu da yitirdiler. Yalan söylediler, Kendilerini takip edenleri aldatıp çektiler bir vadiye.. karanlık bir vadiye.. İslam’ın ışığının olmadığı bir vadiye.. kalbî ve ruhî hayatın olmadığı bir vâdiye.. cismaniyetin, hayvaniyetin, beşerî garizelerin boy gezdiği bir vadiye çektiler. İnsanları bohemleştirdiler. Onlar da düşünemez oldular; kimin arkasında bulunduklarının da farkına varamadılar. Alkış tuttular, onlara destanlar kestiler. Ve onlar gibi düşünmeyenlere “kâfir, münafık” dediler. Arkadakiler de o Abdullah b. Übeyy b. Selül’leri adım adım takip ettiler; Peygamber yoluna karşı, Ebu Bekir yoluna karşı, Ömer yoluna karşı.. hâlâ da takip ediyorlar.

 İslam coğrafyasında en büyük tehlike, nifaktır!..

En tehlikeli şey, şeytanın kâfiri, kâfir yapması değildir; münafıkı, Müslüman göstermesidir. En tehlikeli şey, odur. Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar. Fakat münafık, meseleyi öyle bir karıştırır ki, Müslümanlık ile kâfirlik, bir harcın parçaları gibi, farklı kimyevî şeylerin bir araya gelmesi gibi olur. O güzellik, o beriki çirkinlikle bir araya gelince, kömür-elmas birbirine karışır. Siz, anlayın artık meselenin ne olduğunu!.. Günümüzün İslam dünyasında, bu şenaat, bu denaet yaşanıyor. Bazı yerlerde de katmerli yaşanıyor. Bazı yerlerde “müfret” yaşanıyor; bazı yerlerde “müza’âf” yaşanıyor, bazı yerlerde, -Kapadokya gibi- “mük’ab” yaşanıyor. Münafıklar, gemi azıya almış öyle gidiyorlar ki, hakiki Müslümanlara fırsat vermeme, canlarını alma, “Aman vurun, iflah etmeyin!” mülahazasıyla yaşama adetâ şiar haline, ideal haline, gâye-i hayal haline getirilmiş. Böyle bir dünyada, dış dünyadaki insanların Müslümanlığa imrenmesine imkân yoktur. Onun mübarek, dırahşan çehresini, değişik terör örgütleri gibi, bu değişik terör devletleri de öyle kirlettiler ki!.. Zannediyorum yarım asır, bu kirleri yıkamak için uğraşacaksınız, yine de dıştakilerine Müslümanlığın gerçek çehresini göstermede çok zorlanacaksınız; göbeğiniz çatlayacak, şakaklarınız zonklayacak, kasıklarınızı tutacaksınız, Üstad Necip Fazıl ifadesiyle, “öz beyninizi burnunuzdan kusacaksınız!”

Bunları dedim ama… “Ger günahım Kuh-i Kaf olsa ne gam yâ Celil / Rahmetin bahrine nisbet ennehû şey’un kalîl”. Belki de bizim günahlarımızdan, münafıklar böyle yüz aldı ve yol aldılar, mesafe aldılar, fırsat buldular. Şimdi hadiselerin lisanıyla “Niye firasetinizi kullanmadınız? Neden doğruyu doğru, eğriyi eğri göremediniz?” deniyor ve dolayısıyla Allah, zâlimin eliyle ensenize şamarlar indirmeye başladı, kulağınızı çekmeye başladı. Adeta, “Mü’min, bu kadar aptal olmamalı! Münafığın arkasından gitmemeli! Aptal koyunlar gibi kurdun arkasından sürüklenmemeli! Karanlık derelere yuvarlanmamalı! Aklınızı başınıza alın da, bir daha münafıkların arkasından sürüklenmeyin! Kendi yolunuzda yürüyün!.. Yürüyün ve önünüzde her zaman Ebu Bekir u Ömer u Osman u Ali’nin sesini-soluğunu duyun!” deniyor. Onların sesi-soluğu, parçalanmış Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın sesi-soluğudur; bir derinliğiyle Ebu Bekir’de, başka bir derinliğiyle Ömer’de, başka bir derinliğiyle Osman’da, başka bir derinliğiyle Haydar-ı Kerrâr, Şâh-ı Merdân, Dâmâd-ı Nebî Hazreti Ali’dedir. Onları (radıyallahu anhüm ecmaîn) takip ederseniz, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehbere ulaşabilirsiniz. O’na ulaştığınız zaman, Allah’la aranızdaki münasebeti tesis etmiş olabilirsiniz. Sadece, yarım yamalak namazla değil, yarım yamalak oruçla değil, “Müslümanım!” demekle değil, “Biz, İslamî bir idare istiyoruz!” demekle değil… Gerçek Müslüman olmakla.. gerçek Müslüman olmakla, Râşid halifelere ulaşırsınız… Onlar da, elinizden tutarlar, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a götürürler. “Referansız Yâ Rasûlullah!” derler. Onlar referans ise şayet, Allah Rasûlü, dergâh-ı nebevisinden sizi kovmaz. Rasûlullah’ın referans olduğunu da, Allah, dergâhından kovmaz.

Şeytanın referansıyla, tûl-i emel içinde, tevehhüm-ü ebediyet dalgınlığıyla yaşayan, şatafattan hoşlanan, alkışlanmayı cana minnet bilen, şeytanın oyuncağı, Müslüman görünen zavallılar… Böyle görünmekle onlar, hiç farkına varmadan cehennemdeki gayyalarını derinleştiriyorlar. Bir kuyu kazıyorlar başkalarına fakat kazmayı her yere çalışla, esfel-i sâfiline doğru bir derinlik açıyorlar. Çünkü Kur’an diyor ki: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِMünafıklar, cehennemde, kâfirlerin de altında, en derin derekededirler!”. (Nisâ Sûresi, 4/145) Mü’mine kuyu kazmak için kazma çalan insanlar, onları zindanlara atan insanlar, mallarına el koyan insanlar, “Başkalarının yolunda kuyu kazdım!” zannettiklerinde, esasen, nifakları adına, esfel-i sâfiline doğru kuyu kazıyorlar. Öbür tarafta göreceksiniz.

 Soru: Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih (alâ Seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselam) efendilerimiz gibi pek çok peygamberin, tehdit ve hakaretler karşısında وَمَا لَنَا أَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ dedikleri anlatılıyor. Önceki ayetler de nazar-ı itibara alınarak, hemen bütün peygamberlerin bu ortak beyanıyla dikkat çekilen iki noktaya (tevekkül ve sabra) dair ayette kullanılan kayıtlar ışığında neler söylenebilir?

Hazreti Bediüzzaman da قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ (İbrâhîm, 14/10) ayet-i kerimesini bir risalesine (23. Lem’a / Hüccetü’l-lahi’l-Bâliğa Risalesi / Üçüncü Hüccet-i İmâniye) serlevha yapmış. Ayette geçen “Fâtır”, gökleri ve yeri yaratan, onu şekillendiren, kesen-biçen, kıvamına getiren; sadece “ol!” demekle onu öyle bırakmayan, aynı zamanda tam bir kıvama koyan manalarına geliyor. Kâinattaki bütün kesmeleri, biçmeleri, yontmaları ifade ediyor. Teşbihte hata olmasın, kâinat da eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağıyla âhenk içinde meydana getirilen bir âbide gibi. Kâinat, Hazreti Pîr’in ifadesiyle,  “büyük bir insan”, insan da “küçük bir kâinat”; kâinat bir kitap, insan da onun fihristi. “Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.” (Lem’alar, 354) Dolayısıyla çok yerde “Fâtır” kelimesi kullanılıyor ki, o, “kesen, biçen, şekillendiren, kıvama koyan, her şeyi yerli yerine yerleştiren; ne aklın-mantığın istiğrab edeceği/yadırgayacağı bir tavır, ne de beğenilmeyecek bir hal bırakan; الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ “O, her şeyi en güzel şekilde yaratır.” (Secde, 32/7) fehvasınca, sistemlerden o sistemlerin fihristi, özeti, hülasası olan insana kadar her şeyi en mükemmel vaziyette halk eden manalarının tamamını ihtiva ediyor.

 “Gökleri ve yeri var edip, değişmez bir sistem ve prensipler üzerine oturtan Allah hakkında şüphe etmek ha!..”

Öncelikle, Peygamberlerin kavimlerinden müşrikler diyorlar ki: وَإِنَّا لَفِي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَنَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ “Gerçekten biz, bizi kabul etmeye çağırdığınız bu şeyler hakkında çok derin bir kuşku içindeyiz.” (İbrâhîm, 14/9) Biz bir şekk/tereddüt içindeyiz. Hatta onun da ötesinde, -ism-i fâil sigasıyla ifade ediliyor- “mürîb”, bir “septist”, “sofist”iz yani, “reyb” içindeyiz. Bizimkiler o septizmi, sofizmi “reybîlik” kelimesiyle ifade etmişlerdi. Zannediyorum Ahmed Naim merhum da “İlmü’n-nefis”te ve diğerleri de kendi kitaplarında “reybîlik” sözüyle ifade ediyor, bu “mürîb” kelimesinden dolayı.

قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “Kendilerine gönderilen rasûller ise onlara şöyle karşılık verdiler: Gökleri ve yeri var edip, değişmez bir sistem ve prensipler üzerine oturtan Allah hakkında şüphe etmek ha!” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) Bir kere, yarattığı yerlerle ve göklerle O, öyle bir mesaj ortaya koyuyor ki; “Bir kitab-ı a’zâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası Allah çıkar.” Ayette adeta “Göklere, yıldızlara, semaya, nizama, âhenge, zeminin onlarla münasebetine bak!” denilerek, bir yönüyle o koca kitapta icmâlen makro âlemden mikro âleme, normo âleme doğru bir geliş ifade ediliyor. Sonra da diyor ki, …يَدْعُوكُمْ “O, sizi (Kendisine inanmaya) çağırıyor ki, neticede günahlarınızı bağışlasın ve (içinde bulunduğunuz helâki hak eden durumdan sizi kurtarıp, Kendi katında) belli bir sona kadar size süre tanısın.” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) İşte bu gökleri ve yeri Yaratan -ki, size “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorulduğunda, siz de “Allah” diyorsunuz.” (Bkz. Mü’minûn Sûresi, 84-90; Yunus Sûresi, 31)- يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُمْ Sizden bir şey istemiyor; sizi yarlığamayı diliyor. Muktezâ-i beşeriyet olarak sağınıza, solunuza, yüzünüze, gözünüze bulaşan, tabiatınıza aykırı kirlerden sizi arındırmak için, günahlarınızı yarlığamak için çağırıyor.

Bir de وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّىBelli bir süreye kadar size mehil üstüne mehil veriyor”. Burada da esasen, akla değer atfediyor. Bugün olmadı.. yarın olmadı.. öbür gün bir şeyle karşı karşıya kalırsınız, gözünüz açılır. Bir yerde görmemişsinizdir, başka bir yerde basiretiniz bir şeyi sezer. Bir yerde bir imhâli değerlendirirsiniz, orada bir kere daha ama farklı bakarsınız. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ayetinde ifade edildiği gibi, tekrar tekrar bakarsınız. Dön bir kere daha bak canım!.. Dön bir kere daha bak!.. Âhenge bak, nizama bak, düzene bak!.. Bu açıdan da وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّىNankörlüğünüz karşısında, zulmünüz karşısında, nifakınız karşısında, sizi hemen, çarçabuk yerin dibine batırmıyor” diyor. Peygamberlerin müşterek mesajı, bu.

 “Allah, kulları içinde her kimi dilerse ona hususî bir ihsanda bulunur.”

Onlar ise şöyle karşılık verdiler: قَالُوا إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُنَا تُرِيدُونَ أَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ “Dediler ki: Siz de bizim gibi ancak birer beşersiniz; bizi atalarımızın tapageldiği ‘ilâh’lardan vazgeçirmek istiyorsunuz. (Eğer iddianızda doğru iseniz,) haydi bize açık ve karşı çıkılmaz bir delil (bizi inanmaya mecbur edecek bir mucize) getirin!” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) “Siz de bizim gibi insansınız!” Sathî bakış öyle.. Doğru; el-ayak, göz-kulak, dil-dudak görünce, öyle diyor; bu, sathî bakış.. bakıp görememe. تُرِيدُونَ أَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَاSizin derdiniz, bizi, babalarımızın ibadet edegeldiği (hani meşhurları olan Lat, Menat, Uzza, İsaf, Nâile) bu putlara tapmaktan alıkoymak.. (Kâbe’nin çevresini ve içini kirleten) 360 küsur putlara tapmaktan alıkoymak; derdiniz bu!” (Efendimiz için olunca böyle..) فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍBize apaçık, gözü açan, bâriz, beyyin bir bürhan, bir delil, bir sultan getirin!” “Sultan” kelimesine, Kur’an-ı Kerim tefsirlerinde, bu manaların hepsi veriliyor; “bürhan” deniyor, “ilzam edici bir şey” deniyor, “bir mucize” deniyor, “bir harika” deniyor. Hani “gökten bir taş gelsin!” (İsrâ Sûresi:92; Şuarâ Sûresi:187), “Ay parçalansın!” diyorlar. Bütün bunların hepsi, o sultan.

Kâfirler, münafıklar, putperestler, mülhitler, böyle diyedursunlar; Peygambere gelince: قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِن نَّحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَمُنُّ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَمَا كَانَ لَنَا أَن نَّأْتِيَكُم بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَعلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ  “Rasûlleri onlara şöyle karşılık verdi: Biz, evet, sizin gibi ancak birer beşeriz. Fakat Allah, kulları içinde her kimi dilerse ona hususî bir ihsanda bulunur. Sonra, Allah izin vermedikçe size herhangi bir delil getirmemiz de söz konusu olamaz. Mü’minler, (her meselede) ancak Allah’a dayanıp güvenmelidirler.” (İbrâhîm Sûresi, 14/11)

Bu ayetlerde قَالَتْ “Kâlet” denilerek kelimenin müennes olarak kullanılması insanın kafasına takılabilir. Evet, niye müennes kelimeyle ifade edilmiş? Hani كُلُّ جَمْعٍ مُؤَنَّثٌ filan dersiniz. “Cem-i müzekker-i sâlimin gayrı her cemi, cemaat tevili ile te’nis hükmündedir.” denir. Fakat enbiya-i izâm için, “cem-i müzzekker-i gayr-ı sâlim” demek doğru değildir. Allahu A’lem, onlar kavimleri karşısında, zâhiren, bir zaafa uğradıklarından dolayı, “cemaat halinde” ama öyle bir cemaat halinde, “Hiç olmazsa öyle bir cemaati dinleyin!” manalarına işaret edilmektedir.

Ayette رُسُلُهُمْ “Rusülühüm” denilmek suretiyle, aynı zamanda bütün Peygamberlerin de mesajı olduğu yeniden vurgulanıyor. قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُكُمْBiz, evet, sizin gibi ancak birer beşeriz.” Bu doğru. Bakın, objektif; birine bir şeyi anlatırken, onların doğrularını da doğrulamak lazım; tâ bir yönüyle sizin insafınız, objektif düşünceniz, aynı zamanda, onları da objektif düşünceye sevk etsin. Doğru, o açıdan doğru. قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ Biz de sizin gibi birer insanız, “misl”iniziz… Fakat burada da aynı zamanda “misl” kelimesi kullanılıyor; mesela إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ عَيْنُكُمْ değil. “Aynen sizin gibi” değil, “misil”; dış ve heykel itibarıyla, fizyolojik ve anatomik açıdan bakınca, “Evet, sizin gibi; el-ayak, göz-kulak, dil-dudak bakımından “misl”iniziz; fakat “aynı” değiliz sizinle. Onu da müşrik kafası anlar mı, anlamaz mı? Amma, Kur’an-ı Kerim, anlasınlar diye söylüyor.

 İnsanlığın İftihar Tablosu’na Allah’ın ilmi ve malumatı sayısınca salât ü selam olsun!..

وَلَكِنَّ اللهَ يَمُنُّ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ “Lakin, Allah (celle celâluhu) kullarından, dilediğine ekstradan lütuflarda bulunur.” خَارِقَةً، كَرَمًا، إِكْرَامًا، كَرَامَةً، مُعْجِزَةً Harika, cömertlik eseri bağış, ikram, keramet, ve mucize olarak, Allah birilerine بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve tasavvurları aşkın ihsanlarda bulunur. Birisini çıkarır; Hazreti Nuh’u çıkarır; onun torunu sayılan, وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ veya yolunun yoldaşı olan Hazreti İbrahîm’i çıkarır; Hazreti Musa’yı çıkarır; Hazreti İsâ’yı çıkarır. Allah’ın binlerce salat ve selamı, binlerce salat ve selam kendisine az gelen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve onların üzerine olsun.

Antrparantez; şimdilerde “binlerce” değil de بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ “Allah’ın ilmi ve malumatı sayısınca” diyorum. Salat ü selam okurken, اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَوْلاَدِهِ وَأَزْوَاجِهِ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلاَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ مِنْ أَهْلِ السَّمَاوَاتِ وَأَهْلِ اْلأَرَضِينَ رِضْوَانُ اللهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ demeyi tercih ediyorum. Bazı Hak dostları (…ألفُ ألفِ صلاة) “elfu elfi salâtin..” demişler; o da kesretten kinaye. Belki (…ألفُ ألفِ صلاة) “elfu elfi salâtin..” derken onlar, bir milyon değil de, “trilyon.. trilyon…” demek istemişlerdir, kesretten kinaye.. Fakat kinayeden daha ziyade sarîhi söylemek hoşuma gidiyor. Aynı zamanda, Hasan Basri Çantay, إِنَّ اللهَ وَمَلاَئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا ayet-i kerimesinin mealinde, salât u selam ile alakalı diyor ki: En derin salât u selam, اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ “İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üzerine Allah’ın ilmi sayısınca ve Allah’ın malumatı sayısınca, salat, selam ve bereket olsun. Allah’ın o kadar salât u selamını, başta bir yönüyle bütün peygamberlerin çekirdeği olan, hükmü sonunda kafiye gibi gelen; ağacında/temelinde fide olarak bulunan, başında da bir meyve şeklinde arz-ı endâm eden Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm hak ediyor. Dolayısıyla da ondan ötürü, öbürlerine de salât ü selam demek, kadirşinaslığın ifadesidir.

Bir tane daha antrparantez diyeyim: Ben o enbiya-i izama, evliya-ı fihama, onların ümmetlerine, evlatlarına, torunlarına salat u selam okurken, biraz da rikkatime dokunuyor. Diyorum ki: “Onları -böyle- rahmetle yâd eden yeryüzünde kimse kalmadı. Şu kadar mürsel, şu kadar nebi.. şu kadar Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamber… Bunların arkasında giden bir sürü insan… Fakat onların hayrına hiçbir şey yapmıyorlar. Dolayısıyla, zannediyorum, onları hayırla yâd etmek de, onların hayırla yâd edilmesi üzere gönderilen, bütün hayırların kaynağı, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine düşüyor.

 Meccânen Allahım.. meccânen.. meccânen!..

Konuya dönelim: وَلَكِنَّ اللهَ يَمُنُّ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِAllah, kullarından dilediğine meccanen lütuflarda bulunur.” Var ya el-Kulubu’d-Dâria’da: اَللَّهُمَّ خَلَقْتَنِي مَجَّانًا، وَرَزَقْتَنِي مَجَّانًا، فَاغْفِرْ لِي مَجَّانًاAllah’ım, beni meccânen yarattın.. Allah’ım, beni meccânen rızıklandırdın.. Meccanen de mağfiret buyur!” Çoğaltabilirsiniz; Allah’ım, beni meccânen Müslüman yaptın.. meccânen insan şeklinde yarattın.. meccânen Hazreti Muhammed’e ümmet yaptın.. meccânen âhirzamanda “kardeşlerim!” dediği zümre içinde gönderdin.. meccânen din-i mübin-i İslam’a hizmet etme imkanları verdin.. meccânen bir cemaat-i uzmâ içinde -şom ağızların “terör örgütü” demesine bakmayın-, nâm-ı Celîl-i İlahî’yi güneşin doğup battığı her yere götürmeye kararlı bir cemaat içinde beni yarattın.. meccânen.. meccânen… Allah’ım, biz karşılığını ortaya koyamasak bile bu işi tamamlamayı da meccanen bize lütfeyle.. Kereminle, lütfunla, Nâm-ı celil-i sübhanîni, Nâm-ı celil-i nebevîyi, güneşin doğup battığı, hatta Kıtmir’in mülahazasıyla, Güney Kutbu’ndaki penguenlere kadar götürmeyi nasip et. Onlara da fısıldayalım: “Biliyor musunuz penguenler! Muhammedun Rasûlullah.. Allah’ın şanlı, nâmlı, nişanlı, adlı, ünvanlı bir kulu vardı! İnsanlık, O’nunla ışığa gözlerini açtı.. O’nu size fısıldamaya geldik. Buralarda da fısıldayalım O’nun adını buralar, bu buzullar da duysun!..”

Peygamberler sözlerine devam ederler: وَمَا كَانَ لَنَا أَنْ نَأْتِيَكُمْ بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللهِSize hemen bir sultan (delil, mucize, burhan) getirmek de bizim elimizden gelmez.”. Zira mucize, bildiğiniz gibi, Peygamberin, dava-i nübüvvetini ispat etmek üzere, Peygamberin eliyle Allah’ın yarattığı harikulade şeydir. Birilerinin gözünün açılmasını ve hakka hakikate uyanmasını sağlamak üzere velinin vilayetini izhar etmek için o velinin eliyle, onun gayret ve iradesini ortaya koymasıyla, Allah’ın yarattığı hârikulade şeye de “kerâmet” denir. Hazreti Pîr bir basamak aşağıya çekerek ona “ikrâm” diyor. İsterseniz bir basamak daha aşağıya çekerek “kerem” diyebilirsiniz. “Kereme teveccüh” de diyebilirsiniz.. Şahsınız hakkında düşünürken böyle düşünmeniz uygun olabilir.

  “Başkasına değil, tevekkül edeceklerse mü’minler, ancak Allah’a tevekkül ederler!

Bu, peygamber mülahazası.. Onlar “metluv” veya “gayr-ı metluv” vahiy ile konuşuyorlar; hevâ-i nefislerine göre konuşmuyorlar: وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ “O, asla heva ve hevesinden konuşmaz; O’nun size söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden ibarettir. (Kur’ân’ı) O’na o pek güçlü ve kuvvetli (Cebrail) öğretti; pek metin, kemal ve üstün melekeler sahibi.” (Necm, 53/3-6) Diyorlar ki: وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَBaşkasına değil, ancak Allah’a tevekkül eder mü’minler.” Evet, وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ denmek suretiyle, “alâ” harf-i cerri, lafz-ı celâle başında hasr ve inhisara delalet ediyor: “Başkasına değil, tevekkül edeceklerse mü’minler, ancak Allah’a tevekkül ederler!

“Sen Hakk’a tevekkül ol / Tefvîz et ve rahat bul / Hakkına razı ol / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..

Hakk’ın olicak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..”

Nihayet Peygamberler diyorlar ki: وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ “Hem niye Allah’a dayanıp güvenmeyelim ki, takip etmemiz gereken yollara bizi ileten O’dur. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya hiç şüpheniz olmasın ki sabredeceğiz. Zaten tevekkül sahiplerine de düşen, ancak Allah’a dayanıp güvenmektir.” (İbrâhîm Sûresi, 14/12)

وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِNe diye Allah’a tevekkül etmeyeceğiz ki?!” Bir kere, önce verdiği şeyleri şükranla yâd ederseniz şayet, Allah (celle celâluhu) ekstra lütuflarda bulunur. Biraz evvelki mülahazayı, tasdî’ye bâdi olsa (başınızı ağrıtmaya açık bulunsa) bile -ben öyle görmüyorum- bir kere daha tekrar edeyim: بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ، كَرَمًا، إِكْرَامًا، كَرَامَةً، خَارِقَةً Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insan hafsalasının alamayacağı bir şekilde, keremen, ikrâmen, kerâmeten, hârikaten… Allah neler ve neler başımızdan aşağıya yağdırır, kendi lütfuyla, keremiyle, fazlıyla…

 “Bu, dilediği kimselere Allah’ın lütfedeceği bir ihsanıdır.”

Allah’ın “fazl”ı, O’nun ekstradan lütfetmesi demektir. Hazreti Pîr Mektubat’ta bir yerde, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ “Bu, dilediği kimselere Allah’ın lütfedeceği bir ihsanıdır.” (Hadid, 57/21) beyanına işaret ediyor. Yani, niye kendinden biliyorsun? ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ Allah, bunu, dilediğine verir. Cenâb-ı Hak, size bir ilham veriyorsa, bir ihtarda bulunuyorsa, bir iş yaptırtıyorsa, bir şey konuşturuyorsa, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ Arkadaşlarımız, cennete girme mevzuunda, o tabiri kullanıyorlar ama istiğrab edilecek bir şey değil. Cenâb-ı Hakk’ın fazlı olmadan kimse cennete giremez. O, “ekstradan bir lütuf” demektir. En küçük, zerre kadar bile karşılığı takdim edilmemiş bir lütuf, bir ihsan, bir ulûfe-i şahane demektir.

Cennet’e yalnızca ekstra lütufla, sadece Allah’ın fazlıyla girilebileceğini beyan eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e “Sen de mi ey Allah’ın Rasûlü?” denilince, En Doğru Sözlü İnsan وَلاَ أَنَا، إلاَّ أنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍEvet, Allah’ın fazlı ve rahmeti olmazsa, beni sarıp sarmalamazsa, ben de cennete giremem!” buyuruyor. Sana kurban olayım; hem tevazuuna kurban olayım, hem hakikate tercüman olmana kurban olayım!.. Sen öyle deyince, a be imamım, ben arkadan nasıl düşünmeliyim?!.

وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا “Hem niye Allah’a dayanıp güvenmeyelim ki, takip etmemiz gereken yollara bizi ileten O’dur.” Sebil değil, sübül; yol değil, yollar. Çağlara göre, bir yönüyle zamanın gerektirdiği yorumlara göre, insanların idrak ve irfan ufuklarına göre, farklı farklı zamanlarda, semadan farklı farklı mesajlar sağanağı gelmiştir. Dolayısıyla burada bir de “sübül” سُبُل denerek bu husus vurgulanıyor. Başka bir yerde, وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاBizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere (kendisini mücahedeye adamışlara) elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.” (Ankebut, 29/69) Yan, “katele” yerine “câhede” ifadesini kullanarak diyeyim: مَنْ جَاهَدَ لِتَكونَ كَلِمَةُ اللهِ هي العُلْيَا ، فَهوَ في سبيلِ اللهِNam-ı Celîl-i İlâhî’nin yeryüzünde şehbal açıp dalgalanması uğrunda mücâhede eden insan Allah yolundadır.” İşteBiz o Allah yolunda mücahede ehlini farklı farklı yollara hidayet ederiz” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Farklı farklı yollar.. mizaca göre, mezâka göre, mezhebe göre, anlayışa göre… Usul’de müttehid fakat detayda, teferruatta, zamanın yorumunu yanına alan farklı farklı yollar… O kadar çok yollar açarız ki onlara, hangisinden yürürlerse yürüsünler, Allah’a ulaşırlar. Hazreti Nuh yolundan, Hazreti İbrahim yolundan, Hazreti Musa yolundan, Hazreti İsa yolundan, Hazreti Davud yolundan, Hazreti Süleyman yolundan… Ve makam-ı cem’in sahibi Hazreti Rasûl-i Zîşân yolundan, Allah’a ulaşırlar.

Evet, burada bir de وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا “Allah (celle celâluhu) bizi sıkıştırmadı, dara zora koşmadı; yürüdüğümüz yolun o kadar çok şeridi var ki, hiçbir trafikle karşı karşıya kalmadan yürüyorsun; oradan da, oradan da, oradan da… Önemli olan, o yolun bütün şeritlerinin Allah’a ait olması..” manası vurgulanıyor.

 Sabır, sabırdan daha ağırına sabredeceğimizi anlayacağı âna kadar sabredeceğiz!..

Sonra; وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَاBize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya hiç şüpheniz olmasın ki sabredeceğiz.” Buradaki “Lam” harfi hakkında “te’kid” için diyebilirsiniz, “kasem” için de diyebilirsiniz: “And olsun! And olsun ki, biz, sizin bize yaptığınız bu eziyete karşı sabredeceğiz. Evlerimizi basmalarınıza karşı, mallarımıza el koymalarınıza karşı, alın teriyle kazandığımız şeylere kayyım tayin etmelerinize karşı, ‘sana da bulaşmıştır’ diye adamın suçu daha belli olmadan tutup içeriye atmalarınıza karşı, bir iddianame hazırlamadan insanları mahkûm etmenize karşı… And olsun veya muhakkak, biz dişimizi sıkıp sabredeceğiz. Sabır, sabırdan daha ağırına sabredeceğimizi anlayacağı âna kadar sabredeceğiz. Bu son cümle Hazreti Ali’ye aittir. Sabır, sabırdan daha giriftine, daha çetinine, daha zorlusuna katlanacağımızı anlayacağı âna kadar, dişimizi sıkıp sabredeceğiz. “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa” sabredeceğiz. Testereyle biçmeler, tırmıklarla etimizi kemiklerimizden ayırmalar, evlâdı babayı birbirinden koparmalar, yuvaları yıkmalar, her gün SS’ler gibi yuva basmalar… Bunları katlayarak devam ettirseniz dahi, ey hiç değişmemiş olan o zalimler, o SS’ler, dişimizi sıkıp, mutlaka sabredeceğiz!..

Sizin bize yaptığınız o eziyetlere karşı Allah’a gönülden tevekkül edip sabra tutunacağız. Zaten, وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ “Başkasına değil, sadece Allah’a tevekkül eder tevekkülün manasını bilen gerçek mütevekkiller!..”