Bamteli: Yüce Ruhlar Tevâzuyla Yükseldiler!..

Bamteli: Yüce Ruhlar Tevâzuyla Yükseldiler!..

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Virdi olmayanın varidâtı da olmaz!..

*“Âfitâb-ı hüsn-ü hûbân âkıbet eyler ufûl / Ben muhibb-i lâyezâlim lâ uhibbü’l-âfilîn(Anonim) “Bütün güzel şeylerin güzellikleri bir gün mutlaka kendileri gibi fena bulur. Ben fânî güzelleri değil, batmayan ve sonu olmayan Biricik Güzel’i severim.” Güneş çehreli güzeller, güzellikleriyle beraber ufûl eder, batar giderler. Ben muhibb-i lâyezâlim; lâyezâl olan, batmayan, gitmeyen bir güzelliğin hayranıyım; batıp gidenlere dilbeste olmam, gönül kaptırmam, onlara karşı aşk u şevke düşmem. Öyle birine iştiyak duyarım ki, O batmaz, O gitmez, O her zaman bizimle beraberdir.

*O virdiniz ise, O’nunla alakalı vâridâtınız da sağanak sağanak olur. Virdi olmayanın varidâtı da olmaz; onun kalbi katı, duyguları hissiz, kendi de Allah’la münasebeti açısından hareketsizdir.

*Günümüzün dökülen insanlarının dökülmelerinin en büyük sâiki, Rabbimizle münasebet açısından boş olmaları, atâlet yaşamalarıdır. Fizikî cisimler gibi atâlet içinde sağa sola savruluyorlar; bir gün orada, bir gün burada; bir gün başka türlü, öbür gün başka türlü; bir gün bir türlü beyan, diğer gün başka türlü beyan; bir gün bir türlü strateji, öbür gün onu yıkan başka türlü strateji… Oysa aktif olmak, aktif olma yolunda bulunmak lazım ki insan çizgisini koruyabilsin.

Allah, tevâzu ve mahviyetten yüzü yerde olanı yükselttikçe yükseltir.

*Hakiki imanın ve halis ubudiyetin bir yanını Rabbimizle münasebet, diğer yanını da tevazu, mahviyet ve hacâlet teşkil eder. Mü’min, Allah’la münasebeti ölçüsünde kendisini hiçlemeli, sıfırlamalı ve mahviyetle iki büklüm olmalıdır.

*Aslında namaz ve özellikle secde, Allah’la münasebeti ve kulluktaki mahviyeti ifade eder: “Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade / İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!” İnsan o caddede yürüyorsa, O’na yaklaşır.

*Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir. Bir kudsî hadîste de Cenâb-ı Hak, “Kibriya, Benim ridâm; azamet ise, Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu cehenneme atarım!” buyurmaktadır. Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kâinatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlûkatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Zira basiret körleşince basar da idrak adına hiçbir işe yaramaz.

“Büyüklerde büyüklük alâmeti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir.”

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam’daki firâset yoktu; o, Efendimiz’i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü’nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O’nu hemen fark ederdi. Fakat o firâsette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ’da istirahat buyurduğu esnada, Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira O, farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ tevâzu ve mahviyetle iki büklüm yaşayan Hazreti Ebû Bekir Sıddık efendimizin Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder:

جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ

مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ

ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ

إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مٌذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ

مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ

مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ

Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,

İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!

Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,

Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.

Onunki isyan, onunki nisyan ve hata üstüne hata,

Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl.”

“Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir!”

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) döneminde, bugünkü Suriye ve Filistin toprakları da Müslümanların eline geçmişti. Fetihten sonra, ordu kumandanları Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını isteyince, oranın ileri gelenleri, “Biz, Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alacak zatın vasıflarını çok iyi biliyoruz; bu anahtarları ondan başkasına asla veremeyiz!” demişlerdi. Daha onlar, aralarında bu konuyu müzakere ederlerken, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) hazineden bir deve almış, hizmetçisini de yanına katarak yola koyulmuştu.

*İzzeti tevazu ile atbaşı götüren büyük halife, yanlarındaki tek deveye hizmetçisiyle beraber nöbetleşe olarak binmeyi kararlaştırmış ve bir süre yaya daha sonra da bir müddet deve üzerinde olmak üzere Kudüs önlerine kadar gelmişti. Onun bu şekilde Mescid-i Aksa’ya yaklaştığını haber alan muzaffer komutanlar, “İnşaallah, Ürdün nehrini geçerken deveye binme sırası Hazreti Ömer’e gelir. Aksi halde, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey görmeyen Bizans halkı, halifeyi hizmetçisini deveye bindirmiş, kendisi paçalarını sıvamış ve devenin yularından tutmuş bir halde görürlerse yanlış mülahazalara girer ve onu hafife alırlar.” diyerek dua etmeye durmuşlardı.

*Onlar, bu şekilde dua etseler de –takdîr-i ilahî– tam nehri geçecekleri zaman, yürüme ve devenin yularından tutma sırası yine Hazreti Ömer’e gelmişti. Mü’minlerin halifesini karşılamak için nehrin kenarına koşanlar hayretler içinde kalmışlardı. Çünkü dünyanın o dönemdeki en büyük devletinin hükümdarı, ayağındaki mestleri çıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetçisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı önde yürüyordu. Dahası, üzerinde de giysi olarak bir izar (gömlekten az uzun tek parça elbise, peştemal) ve bir sarıktan başka bir şey yoktu. Ayrıca, yüce Halife’nin o basit elbisesi, oraya gelinceye kadar, devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne birkaç yerinden yırtılmıştı, o da her defasında bu yırtık yerleri –birer şeref nişanesi ekler gibi– yeniden yamamıştı.

*Onu istikbal eden Müslümanlardan bazıları bu durumu biraz yadırgadıklarını ve Rumlara açılan bir kapı mahiyetindeki o topraklarda İslam halifesinin böyle görünmesini uygun bulmadıklarını ifade etmek istemişlerdi. Nihayet, içlerinden sözü dinlenen birisi, “Ya Emira’l-mü’minîn! Büyük bir kalabalık sizi bekliyor; bu insanların önüne bir sultana yaraşır şekilde aziz ve heybetli bir kılık-kıyafetle çıksanız!..” demeye kalkışınca, daha o sözünü bitirmeden, adalet timsali yüce halife, “Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Madem ki, bizi aziz eden İslam’dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz.” diyerek sesini yükseltmişti. Bütün bu olup bitenleri bir köşeden seyreden Kudüs’ün ruhânî reisleri, “İşte, biz, anahtarları ancak bu zata veririz; çünkü kitaplarımızda haber verilen vasıfların hepsi bunda mevcuttur” demiş ve onları Hazreti Ömer’e teslim etmişlerdi.

İnsanlık Hazreti Ömer’in engin ufkuna, Hazreti Osman’ın tevazuuna ve Hazreti Ali’nin mahviyetine ne kadar da muhtaç!..

*Namaz vakti gelip de Hazreti Ömer, namaz kılması gerektiğini söyleyince, Kudüs’teki diğer dinlerin müntesipleri “Ey Mü’minlerin Emiri! Mabedimizin bir köşesinde namazınızı kılabilirsiniz.” demişlerdi. Fakat Hazreti Ömer, “Şayet Mü’minlerin Emiri burada bir yerde namaz kılarsa, arkadan gelenler teberrüken orayı bir mescid hâline getirirler. Bu da sizin hukukunuza tecavüz olur.” diyerek dışarıya çıkmış ve kayaların üzerinde namazını eda etmişti. Evet, “Yâ Emire’l-Mü’minîn şurada namaz kıl!” teklifine Hazreti Ömer’in cevabı bu olmuştu: “Hayır, Mü’minlerin emiri burada namaz kıldı diye burayı kendileri için ibadethane haline getirirler; oysa ki burası Yahudi’nin de Hristiyan’ın da Müslüman’ın da hakkı olan bir yerdir!” Bu ne ufuktur!.. Bakın, bu ufkun onda birine ulaşamadık; canavar gibi insanlar birbirlerini yiyorlar!..

*Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke’nin, daha sonra da Medine’nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi’ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber tasadduk eden, yani bugünkü kıstaslarla beş yüz Ferrare’yi birden İslam’a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî’de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu.

*Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını, tevazu ve mahviyetini çok güzel yansıtmaktadır:

إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ

فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ

“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..”

Bir mü’minin Allah’a yakınlığı ve O’nunla münasebetindeki derinliği ölçüsünde tevazu ve mahviyeti de engin olmalıdır.

*İnsan, her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta -Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla- “mazhar” dahi değil belki bir “memerr” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görünen güzellikler bizim zatımızın lazım-ı gayr-i mufarıkı (ayrılmaz parçası/vasfı) değildir. Suyun üzerinde güneşin aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, bize ait değildir ve bizden kaynaklanmamaktadır; o Güzeller Güzeli’ne aittir.

*Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-i fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” diyor. Evet, Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid eder. O Yezid var ya, Kur’an’ı harekelendirenlerden birinin o olduğu söyleniyor. Haccac’ın Kur’an’a hizmetinden bahsediliyor. O da dine hizmet ediyor, o da dine hizmet ediyor ama ikisi de zalim.

*Hâsılı, bir mü’minin Allah’a yakınlığı ve O’nunla münasebetindeki derinliği ölçüsünde tevazu ve mahviyeti de engin olmalıdır. O, bir taraftan kurbet istikametinde zirveleşirken, beri taraftan da duygu, düşünce ve tavırları açısından sıfırlaşmalıdır. İnsana düşen, Allah karşısında zirveleştikçe kendisini sıfırlamasıdır. Yoksa -hafizanallah- halkın yanlışlıkla alkışlamasına bakarak kendini bir şey zannetmesi, insanın Hazreti Vücud-u İlahîye gölge etmesi; tabir-i diğerle, güneşe sırtını dönmesi ve kendi gölgesine takılması demektir. Gavsî’nin şu hoş sözüyle noktalayalım: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana!”