Bitip Tükenme Bilmeyen Bir Hazine: Kanâat

Bitip Tükenme Bilmeyen Bir Hazine: Kanâat

Soru: Bazıları “kanâat”i, dünya işlerinde yeterli ölçüde gayret göstermenin yanında arzu ve isteklerini sürekli tesvîfe bağlayıp “Bugün olmasa da yarın olur!” deme; âhiret işleri ve Hak rızâsında ise, acele edip hırs gösterme şeklinde yorumluyorlar. Arzu ve istekleri tesvîfe bağlamak ne demektir; tesvîf düşüncesiyle desteklenen bir kanâat ahlakının pratik hayata yansımaları nasıl gerçekleşir?



-Kanâat, iktisadî ve dengeli yaşama, alacağı şeyleri ihtiyaç ölçüsünde alma ve yine kullanacağı şeyleri de ihtiyaç ölçüsünde kullanma suretiyle israftan sakınmak demektir. Diğer bir ifadeyle kanâat, “Allah’ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) âyet-i kerimesinde veciz bir üslupla dile getirildiği gibi Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği imkânları ahireti kazanma yolunda kullanırken, dünyayı da unutmadan ondan meşru dairede istifade etmektir. (01:06)


-Kanâat sebeb-i berekettir. Dolayısıyla esbap açısından kanâatkâr olan bir insan tekeffüften, tese’ülden ve zilletten kurtulacağı gibi, diğer yandan ilâhî berekete de mazhar olur. Hazreti Pir bu mevzuu anlatırken kendi hayatından da misaller serdetmiştir. Mesela bir okka balı talebelerine de ikram etmek üzere üç ay yediğini ama bitiremediğini naklediyor. Kendisi ruhunun ufkuna yürüdükten sonra kalan balı Üstad’ın önemli talebelerinden biri olan Hulusi Efendi almıştı. 1986’da kendisini ziyarete gittiğimde, “bu Üstad Hazretlerinden kalma baldır” diyerek kalan bu baldan getirmiş ve bir kaşık da fakire ikramda bulunmuştu. Evet, kanâat sebeb-i bereket olduğu için, siz bir şeyden alırsınız ama o, hiç bilemeyeceğiniz şekilde olduğu gibi kalabilir. (02:00)


-Kanâatin öbür kutbunda, “Allah bes baki heves” deyip Allah ile kanâat etme vardır. Yani Allah bize yettiğine göre, O’nun dışındaki şeyler “olsa ne olur, olmasa ne olur” düşüncesiyle hareket etmektir. Yanlış anlaşılmasın, sebeplere riayet etmek başka bir mesele; onların getirisini çok önemli görmek tamamen başka bir meseledir. Zira Cenab-ı Hakk, hikmetinin iktizasına göre bazen verir, bazen de vermez. İşte bir insanın her iki durumdan da hoşnut olması bir kanâat ifadesidir. (03:43)


-Arapça bir kelime olan tesvîf, “sevfe” edatından türemiştir. Muzari fiilin başına gelen “sin” harfinin yakın geleceğe delalet etmesine karşılık “sevfe” uzak geleceğe delalet eder. Yani muzari fiilin başına gelen “sevfe”, o fiilin uzak bir gelecekte vuku bulacağını ifade eder. Dolayısıyla tesvîf, bir şeyin hemen olması yönünde hırs gösterme değil, “bugün olmazsa yarın olur, yarın olmazsa öbür gün olur, öbür gün olmazsa daha öbür gün olur” düşüncesiyle hareket etmektir. Başka bir ifadeyle, birer perde olan esbaba riayet etmekle birlikte, meseleyi tamamen esbaba bağlı götürmemek demektir. Çünkü meseleyi esbaba bağladığınız ve ona dilbeste olduğunuz takdirde hırsa girmiş ve dolayısıyla da takdir-i ilâhîye karşı kanâatsizlik sergilemiş olursunuz. Öyle ki, gözünüzü sebeplerin getirisine diker ve ille de olsun diye çırpınır durursunuz. Sonra da bu tatminsizlik ve hırsla, günümüzde çokça görüldüğü üzere, değişik spekülasyonlara girilir, hortumlama yolları araştırılır ve böylece türlü türlü haramlar irtikâp edilmiş olur. (05:02)


-Üstad Hazretleri’nin Hakikat Çekirdekleri’nde işaret ettiği gibi, bir zat, canı bir şeyler istediğinde “sanki yedim” deyip ona harcayacağı parayı bir yerde biriktirmiş ve daha sonra onunla Sanki Yedim Camii yaptırmış. Siz de aklınıza bir şey geldiği zaman kuvve-i zaikanızı tatmin adına birkaç lokma veya birkaç damla ile iktifa edebilirsiniz. Çünkü yutaktan içeriye gittikten sonra baklava ve böreğin, soğan ve sarımsaktan bir farkı yoktur. (06:38)


-İçinde yaşadığımız çevre, görenek ve tiryakilik bizdeki bazı arzuları tetikliyor ve bir yönüyle bizi o işin müptelası haline getiriyorsa, o zaman meseleyi tesvîfe havale etmeliyiz. Yani mevcutla kanâat edip meseleyi Cenab-ı Hakk’ın öbür tarafta ihsan edeceği nimetlere bağlamalıyız. Bu kanâatimiz neticesinde –inşaallah– Allah (celle celaluhu) bize ahirette altından ırmaklar akan yalılar lutfedecektir. Yoksa biz dünyadaki imkânlara teveccüh eder ve onları bütünüyle burada kullanmayı düşünürsek ötede –Allah korusun– “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz. Allah’ın verdiği o güzel ve hoş nimetleri israf edip bitirdiniz. Hakkınızı dünyada kullanıp ahirete bir şey bırakmadınız.” (Ahkâf, 46/20) âyetinin tokadına maruz kalırız. (08:50)


-Ebu Zer el-Gıfarî Hazretleri, bugün yiyeceği varsa yarını düşünmemiştir. Ömer b. Abdülaziz halife olduğu halde hayat tarzını hiçbir zaman değiştirmemiştir. Ekmeğini zeytinyağına batırmış, iki öğün yemek yemiş ve ömrünü bu istikamette geçirmiştir. Denilebilir ki, Emevilerin bütün mesavisine denk gelecek şekilde bir mehasin sergileyen o kâmet-i bâlâ, o dönem insanlarının tul-i emellerini, tevehhüm-ü ebediyetten neşet eden bitip tükenme bilmeyen arzu ve heveslerini değiştirmeye muvaffak olmuş büyük bir müceddit, çok önemli bir simadır. İki buçuk senede iki yüz elli senede yapılamayacak işleri yapan o insan, iki buçuk senelik halifelik dönemini altın çağ olarak tarihe nakşetmiştir. (09:47)


-Bazı hak dostları kanâati; belâ ve musibetlere, ibadet ü tâate karşı sabır nev’inden farklı bir sabır türü olarak ele almış ve hayvânî, cismânî, nefsânî arzulara karşı iradenin hakkını verip, devrilmeme, eğilmeme, hep dik durma şeklinde yorumlamışlardır ki; bu anlayışa göre kanâatin, meşrû dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifâ edip, haramlara karşı hemen her zaman kapalı kalma şeklinde olanına “iffet”; başa çıkılmaz ve aşılmaz gibi görülen dâhiyeleri aşma istikametinde sergilenen performansa “şecaat”; şiddet, hiddet ve öfkesini bastırma konusundaki azim ve kararlılığa “hilm”; iç içe değişik sıkıntılarla kuşatılıp muzaaf ızdırarlar yaşadığı demlerde dahi paniğe kapılmadan dimdik durabilmeye “irade gücü ve vicdan enginliği”; yeme, içme ve sâir levâzımât-ı beşeriye konularında fuzûliyattan kaçınıp hep itidal içinde bulunmaya da “zühd” demişlerdir. (11:40)


-Kanâat dünyaya karşı müstağni davranmanın yanında, diğer taraftan Allah rızasını kazanma mevzuunda da ölesiye ciddi bir hırs göstermek demektir. Zira hırsın caiz olduğu bir alan varsa o da Allah rızasını kazanma ve sebepler planında nam-ı celil-i ilâhîyi ilan etme hırsıdır. Evet, yeryüzündeki herkese, ulûhiyet hakikatini -tabiri caizse- mahiyet-ü nefsi’l-emriyesine uygun olarak tanıtma imkânı doğsa, herkese Efendimiz’i sevdirme, Kur’an-ı Kerim ve Müslümanlığı gerçek hüviyet ve güzelliğiyle duyurma imkânı yakalansa, yine de i’la-yı kelimetullah ve irşad mevzuunda doyma bilmeyen bir arzu ile “Acaba göklere ulaşabileceğimiz bir merdiven var mı?” demeliyiz. Evet, böyle bir durumda bile, “Acaba göklerde sesimizi duyurabileceğimiz ifritler, gulyabaniler, cinler, şeytanlar var mı? Varsa onlara da sesimizi duyurabilir miyiz?” arayışı içinde olmalıyız. Her ne kadar bu hedeflere ulaşma istikametinde ortaya konan teşebbüsler, yalnız bir vesile, bir sebep olsa da bizlerin sebeplere riayette böyle şedit bir hırsa sahip olması gerekir. Elbette ki, anlatılanları kabul ettirme Cenab-ı Hakk’a aittir. Ancak bize düşen vazife ölesiye bir arzu ve hırsla bu vazifeyi yerine getirmek olmalıdır. (14:51)


-Hazreti Pir-i Mugan bir yerde, eğer ‘İmam Rabbânî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır.’ diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğini ifade eder. O halde binlerce Faruk-i Serhendilerle muhat Hazreti Muhammed Mustafa’yı (aleyhissalâtü vesselâm) görmek için biz niye acele etmiyoruz? Bizde bu mevzuda çok ciddi bir iştiyak olmalı. Biz sadece Allah “gel” demediği için burada kalmaya katlanıyoruz. Evet, bizim için dünyada yaşama bir katlanmadır. Bu sebeple bizim mülahazamız şudur: “Ben, bu eracif yığınına katlanıyorum. Beni burada talimgâh için asker yapan, kışlaya sevk eden ve tezkeremi verecek olan da O olduğu için, bana tezkeremi kendi rızasıyla vermeden benim tezkere arzusuna kapılmam, O’nun rızası hilafına hareket etmem demektir. Bu da O’na karşı bir saygısızlık olur.” (17:40)


-Rahmetlik Ahmet Feyzi vefat ettiğinde Ali Rıza ve Sacit Beyler yüzünü açıp bakmışlar ve bana “vallahi hocam, gülüyordu” demişlerdi. Cenaze namazını ben kıldırmıştım. Aramızda da ciddi bir dostluk vardı. Buna rağmen yüzünü açıp o güzel cemaline bakmadığıma hep üzülürüm. O, kalb sektesinden vefat etmişti. Bilirsiniz, kalb sıkıştırınca insanın yüzünde takallüs ve ekşimeler olur. Buna rağmen kim bilir kendisine ne gösterilmişti ki o, gülüyordu. Çünkü o kıymetli insan, hayatını Kur’an çizgisinde, düşüncede istikameti bulma yolunda geçirmişti. “Bir yerde durayım da, gelsinler etrafımda halakalar oluştursunlar” gibi en küçük çapta bir iddiası olmamıştı; olmamıştı ve hayatını işte böyle bir beklentisizlik içinde geçirmişti. (20:56)


-Çok büyük olmalı, büyüklüğe ait sıfatları istemelisiniz; ama aynı zamanda Allah’ın size kendinizi büyük göstermemesini talep etmelisiniz. “Allahım bana enbiyâ-yı izâma yakışır bir iffet, bir ismet, bir hikmet, bir fetanet, bir akıl, bir mantık ve bir iz’ân lutfeyle. Fakat, beni kendime her zaman bir kapıkulu gibi göster. Gözümün bir ucuyla bile bir hakikate aşinaymışım gibi bir halle beni imtihan etme!..” demelisiniz. Kerametler, keşifler, zevkler, uçmalar, insanların içlerini okumalar, firasetle çehrelerde bazı şeyleri çözmeler… bunları kat’iyen istememeli; ancak imanda derinlik dilemelisiniz. Evet, insanın bir taraftan meâliye talip olması, fakat diğer taraftan da tutulmasa gayyaya yuvarlanacakmış, esfel-i safilinin kenarındaymış gibi kendisine bakması mü’min hayatıyla alâkalı ama lüzumlu bir çelişkidir. (25:04)