Boş Sözler ve Sanatın Gayesi

Boş Sözler ve Sanatın Gayesi

Çay Faslından Hakikat Damlaları: Allah’a Kurbet Gayreti

-Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet ve rubûbiyetine göre bir kulluk sergileyebilmek mümkün değildir; fakat, mü’min O’na kulluk ve yakınlık adına çok ciddi bir gayret ortaya koymalıdır. (00:41)

-Bir Hak dostu şöyle der: “Ol sana senden yakındır, sen sakın olma O’na ırak / Kesreti kov, vahdeti bul, kalbdeki irfanla bak!” (01:18)

-Mevlâ-yı Müteâl, genellikle murat ve maksatlarını halkın çoğunluğunun anlayışına uygun şekilde ifade etmiştir. Nitekim, İlahî kelamın bu hususiyeti “et-tenezzülâtü’l-ilahiyyetu ilâ ukûli’l-beşer” sözü ile anılagelmiştir. Haddizatında, O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır; fakat, onlar ancak muhatapları tarafından bilinmektedir. Ezcümle; şayet Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de de, Tûr-u Sînâ’da Hazreti Musa’ya tevcih buyurduğu kelam ile konuşsaydı, neredeyse hiç kimse onu dinlemeye güç yetiremeyecekti. Zira, Hazreti Musa (aleyhisselâm) gibi bir ulü’l-azm peygamber dahi o aşkın kelamın ancak bir kısmını dinlemeye tahammül edebilmişti. Yine, eğer Kur’ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslupla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu ondan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki, Cenâb-ı Hak azameti ve rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara almış, kullarının idrak ufuklarına göre hitap etmiş ve en derin hakikatleri bile onların anlayabilecekleri bir üslupla ortaya koymuştur ki, (yukarıda işaret edildiği gibi) buna kısaca “tenezzülât-ı İlâhiyye” denilmektedir. (02:17)

-Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz âlemden başka bir âleme geçiyor; adeta bizim âlemimize kapanıyordu.. bu âlemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Vahiy alma ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak belli benzetmelerle anlamaya-anlatmaya çalışıyoruz. Mesela; reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer. Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve anlar. Vahiy meselesini de anlamayı kolaylaştırmak için kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz. Teşbihde hata olmasın, Efendimiz’in mahiyetine yerleştirilen binlerce manevî reseptör vasıtasıyla her gelen ilahî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu açıdan, vahyi, beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle yanlıştır. Arz edilen husus, meseleyi akla yaklaştırmak için kullanabileceğimiz küçük bir misaldir; yoksa, vahyin gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhû) bilir. (05:15)

-Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının idrak ufuklarına göre hitap etmesi ve en derin hakikatleri bile onların anlayabilecekleri bir üslupla ortaya koyması şeklindeki “tenezzülât-ı İlâhiyye”sine mukabil mü’minler de sürekli tereffüât (daha yukarı çıkmalar, yükselmeler, zirvelere yürüyüşler) ortaya koymalı ve kendilerine gönderilen mesajı iyi anlayıp O’na yaraşır birer kul olmak için çalışmalıdırlar. (06:30)

-Ayetü’l-Kübrâ Risalesi’ndeki, kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın hâli durağanlıktan uzak olmanın ve derinleşmede sınır tanımamanın en güzel misallerinden biridir. O mütefekkir yolcu, kâinattaki her sayfayı okudukça imanı kuvvetlenip mârifeti daha da ziyadeleşir ve onun gönlünde iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf eder. Semâ ve arz gibi kâinat sayfalarından pek çoğunu dinlediği hâlde yine de doymaz; mesela, denizlerin ve nehirlerin zikirlerine de kulak verir ve sürekli “Hel min mezîd – Daha yok mu?” deyip durur. İşte, o seyyah gibi “Hel min mezîd” insanı olma çok önemlidir. Evet, Peygamber meclisine erdiği ve Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahede ettiği zaman bile “Daha yok mu?” diyecek kadar derin ve durağanlıktan uzak bir mü’min olmak lazımdır. (08:00)

-Kudsî hadis olarak rivayet edilen bir mübarek söz şöyledir: “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin.” (10:50)

Bazıları büyük bir reca duygusuyla şöyle niyaz etmişlerdir:

“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl”

(Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat, dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nisbetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) (11:32)

Soru: Lokman Sûresi’nin 6. ayet-i kerimesiyle alâkalı olarak tefsir kitaplarından aktarılan yorumlarda müzik, roman, hikaye ve şiir gibi sanat türleri de (boş söz, laf eğlencesi manasına) lehve’l-hadis kategorisinde değerlendirildi. “Lehve’l-hadis” nasıl anlaşılmalıdır, zikredilen meşguliyetleri manasız ve faydasız olmaktan kurtaracak özellikler söz konusu mudur? (12:41)

-Lokman Sûresi’nin 6. ayet-i kerimesi ve meali şöyledir:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُواً أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ

“Öyle insanlar vardır ki hiçbir delile dayanmaksızın, halkı Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için laf eğlencesi satın alırlar. İşte onları zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu hadise anlatılır: Nadr İbn Hâris adında Mekkeli bir müşrik, İran’la yaptığı ticaret esnasında acem masalları ihtiva eden kitaplar satın almış ve Mekkeli hemşehrilerine getirerek şöyle demişti: “Muhammed size Âd ve Semûd halklarının masallarını anlatıyor. Ben de size Rum ve Acem masallarını söyleyeceğim.” Bunları okuyarak, aklı sıra halkı, Kur’ân’dan uzak tutmaya çalışırdı. Bazı müfessirler lehv’i, “Allah yolundan alıkoyan şarkı” olarak tefsir ederler. Nüzul sebebi olarak zikredilen bu olaylarla beraber, âyetin beyanının genel olup Kur’ân’la alay edenlerin hepsini kapsadığı meydandadır.) (13:17)

-Bir müzik eseri, sizi Kur’ân’a yönlendiriyor, içinizde Allah’a karşı vuslat arzusunu köpürtüyor, sizi bağrı yanık hale getirip secdeye zorluyor, millî, dinî değerlerinize karşı alâkalarınızı kanatlandırıyor, size kendi romantizminizi fısıldıyor, bunları yaparken de, müstehcenliğe, bâtılı tasvire kapalı kalınabiliyorsa, işte o eser gayet güzeldir. Bünyesinde gıybeti barındıran, fuhşu tasvir eden, şehevanî hisleri tahrik eden, insanın ümitsizlik duygularını kabartan eserlere gelince, onlar için dinlenebilir denemez. Bazı âlimler, müzik konusunda daha hassas davranmış ve tekke musikisinin bile karşısında olmuşlardır. Doğrusu, ruhumuza üns üfleyecek, bizi tefekkürün zirvelerine çıkaracak, ulvî duygularla dolup taşmamızı sağlayacak ve bizi kendimizden geçirecek, geçirip öteler ötesiyle konsantrasyonumuzu temin ve tesis edecek musikî büyük hayırlara vesile yapılabilir. Bazı kimselerin böyle bir tetikleyici unsura ihtiyaçları olabilir. (15:30)

-Hazreti Pir, Necip Fazıl, Cemil Meriç ve Nureddin Topçu gibi büyükler romana ciddi eleştiriler getirmişler ve “ölü hayat veremez” hükmünü vermişlerdir. Bununla beraber bunlardan bazıları roman türüne benzer eserler yazmışlar ve kendileri de pek çok gerçekleri, daha önce yaşamış pek çok İslâm âlimi gibi temsilî hikâyelerle anlatma yoluna gitmişlerdir. Bu açıdan, roman ve hikâyeleri, buna bağlı olarak tiyatro ve sinema türü eserleri bir çırpıda alıp atmak ve onlara “yasaktır” etiketi yapıştırmak da doğru bir davranış olmasa gerektir. Durum böyle olunca, üzerinde durulması gereken husus, bunların olup olmamaları gerektiğinden daha çok, ihtiva ettikleri konuların neler olup neler olmaması gerektiğidir. Bâtılı (yanlış inanç, yanlış ve sapık düşünce ve hurafeler) tasvirin tecviz edilmemesi (dinen doğru görülmemesi) gerektiği, herkesin ittifakla kabul edeceği bir meseledir. Ayrıca, bunlarda İslâm’ın kesin haram dediği hususları (zina, fuhuş, alkol, uyuşturucu, kumar, hırsızlık, insan öldürme vb.) terviç veya teşvik manâsına gelecek her türlü tasvir, anlatış ve görüntüleme de tabiî ki kabul edilemez. Yoksa temelde ne romana, ne hikâyeye, ne de diğerlerine karşı çıkma doğru değildir. İster Kur’ân’da anlatılan kıssalar ve temsilî tablolar, isterse Peygamber Efendimiz’e ait konuyla ilgili beyan ve ifadeler, bu konuda orta yolu bulmada yeterli delil ve yol gösterici rehber sayılabilir. (21:12)

-Kur’ân, gerçek kaynağını bulup ona bağlanamamış bir şairi, dolayısıyla da böyle bir şairin şiirini, “Şairlere gelince, onların arkasına sadece sapkınlar ve çapkınlar takılırlar. Görmez misin, onların değişik vadilerde (farklı felsefî ve edebî cereyanların sürükleyiciliğinde) onların şaşkın şaşkın dolaşıp durduklarını ve yapmadıkları şeyleri söyleyegeldiklerini!..” (Şuarâ Sûresi, 26/224-226) sözüyle ifade eder ve kendi referans çerçevesine oturmamış bu kabîl kopuk şiirde nefsanî duyguların, hevâ ve heveslerin şahlandırıldığını, şahlandırılabileceğini vurgular. Ardından da; “Ancak iman edip iyi amel işleyen ve her vesileyi değerlendirip Allah’ı çokça anan (şairleri)” (Şuarâ Sûresi, 26/227) müstesna tutarak, kendi referans çerçevesinde söz söyleyen şiir üstadlarını âdeta takdirlerle, tebcillerle dile getirir. Evet, işte bu mânâda şiir, söz cevherlerinden tanzim edilmiş öyle bir beyan atlası ve kalbin en hassas telleriyle seslendirilmiş öyle sihirli bir bestedir ki; o beyana sahip olan biri kendini herkese dinletebilir ve o beste ile de herkesi teshir edebilir. Bu ölçüdeki bir şiir, tonunu tam bulup da yankılandığı zaman, en muhteşem beyanlar ona el-pençe divan durur ve saygı murâkabesine girerler. (27:13)

-Mehmet Akif, Şeyh Galip, Nâbî ve Hazreti Mevlânâ gibi büyüklerin yazdıkları nazımlardan ilim, irfan ve marifet damlar. Bu manada şiir; gönül, his ve duyguların diliyle insanın kendini, varlığı, varlık ötesini ve ihsaslarını anlatmasının bir unvanıdır. Böyle bir şiirin önemli yanı da gönül ve duygulardan kopup gelen bu seslerin, insanı, aşk ve güzellik konularında nefsanî ve cismanî gayyalara çekmemesi; hakikatleri ifade adına bâtılı tasvir ederek zihinleri kirletmemesi; fantezilere girerek ya da hep garip şeyleri takip ederek ve ele aldığı konuları abartarak, okuyucu, dinleyici avlamaya kalkışmaması; düşündürücü görünme mülâhazasıyla her mevzuda sun’î iğlâk ve iphamlarla konuları anlaşılmaz hâle getirmemesi… gibi hususlardır. (28:30)

-Bugün ehl-i dünya, roman, tiyatro, televizyon, internet ve sinema gibi unsurları insanları sapıklığa atmakta kullanıyor. Mü’minler de mutlaka bu sahalarda alternatif ürünler ortaya koymalı ve nesillere hidayet yollarını göstermelidirler. (30:09)