Elest Bezmi, Ahde Vefâ ve Hak’la Münasebet

Elest Bezmi, Ahde Vefâ ve Hak’la Münasebet

Soru: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de ahdimi yerine getireyim.” ilâhî beyanı gibi âyet-i kerimelerde vefalı olunması istenen husus, herhangi bir mevzuda verilen sözler midir; yoksa, hatırası her insanın fıtratında meknî bulunan ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine karşılık “Elbette Rabbimizsin!” cevabıyla ortaya konan mukavele midir?

-“Elest Bezmi” sözü, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara “ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْBen sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık ruhların“ بَلَى Elbette Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdikleri anı ifade etmektir. (00:38)

-Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَأَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ

“Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” (Bakara, 2/40) (01:08)

-Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde; harbe giderken vezirleri Celâleddin Harzemşah’a demişler: “Sen muzaffer olacaksın!”; o da onlara, “Ben Allah’ın emriyle cihad etmekle mükellefim. Galip veya mağlup etmek Allah’ın vazifesidir.” diye cevap vermiş. Hazreti Üstad’ın burada Cenab-ı Hak için de “vazife” kelimesini kullanması belâgâttaki “mukabele” sanatıyla alâkalıdır. (Bu açıdan mukabelenin bahis mevzuu edildiği bir yerde “Allah’ın vazifesi” demekte şer’î bir mahzur olmayabilir. Bununla beraber, Allah Teâlâ’ya saygının gereği olarak belâgâttaki mukabeleyi hiç gözetmeden “şe’n-i Rubûbiyet” demek de tercih edilebilir.) İşte, “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” ilahî beyanında benzer bir mukabele söz konusudur; Cenâb-ı Hak, insana verdiği değeri adeta onunla bir anlaşma yaparak göstermektedir ki, insana düşen de o mukavelenin şartlarına riayet etmektir. O, kendisine düşen yanıyla o mukaveleyi bozmazsa, Allah Teâlâ onu kat’iyen nakz etmeyecektir. (02:33)

-Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلٰى شَهِدْنَۤا أَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِلِينَ أَوْ تَقُولُۤوا إِنَّمَۤا أَشْرَكَ اٰبَۤاؤُنَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ

“Rabbinin Âdem evladından, misak aldığını da düşünün: Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuş, onlar da “Elbette!” diye ikrar etmişlerdi. Kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu!” yahut “Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koştular, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı edeceksin?” gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı aldı. (A’raf, 7/172-173) (05:00)

-Bu âyette Cenâb-ı Allah, Kendisini Rab kabul ettiklerine dair insanlardan ikrar aldığını bildirmektedir. Bu ahdin zaman ve mekânı hakkında farklı anlayışlar mevcuttur. Âyet-i kerime, bu esas prensibi kesin olarak ortaya koymakla beraber, işin cereyan tarzını kesin olarak bildirmediğinden anlayış farkları ortaya çıkmıştır. Şöyle ki:
a- Babasının sulbünden ayrıldığı sırada olmuştur.
b- Baba sulbünden çıkıp ana rahmine düşerek yumurtayı döllemesiyle ceninin oluşmasını müteakip ruh üflenme vaktinde olmuştur.
c- Büluğa erme çağında Allah’ın nimetlerine ve rububiyetine bizzat şahit olmaları tarzında olmuştur. Bu yorumu yapanlar âyette temsilî (sembolik) bir anlatım olduğunu düşünürler ve derler ki: Allah varlığının, birliğinin delillerini kâinata yerleştirmiştir. Kendi varlıklarına yerleştirdiği akılları da buna tanıklık etmiştir. Bunları yapmakla, insanın Rabbini ikrar etmesi için bütün şartları hazırlamasıyla âdeta onun şahitliğini almış saymıştır.
d- İnsanlığın babası Hazreti Âdem’in sulbünden kıyamete kadar gelecek bütün zürriyetini çıkarıp onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Onlar da: “Elbette” dediler. Ve o gün takdir kalemi, kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı, bitirdi. Bu son izah aslında çeşitli tariklerden hadis olarak rivâyet edilmiştir. Tefsircilerin ekserisi bunu kabul ettikleri gibi, müslümanlar arasında en yaygın inanç da budur. Bütün insanların aslını teşkil eden genlerin, bütün insanların Babasının sulbüne sığabileceğini genetik biliminden öğrenmekteyiz. Allah rûhlar aleminde bu ilk ahdi almış olup, bizlerin “kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza mani yoktur. Allah’ın kudreti böyle yapmayı dilemişse öyledir. Vallahu a’lem. (05:30)

-Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismâniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (celle celalühü) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkattan yükselen sesleri, sadâları dinler.. anlar ve yerine göre onları is’âf eder, yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hazreti Allah, aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, onlarla mîsâklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lâfzî” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî”nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir. Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dairelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir. Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk’ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buutlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır. Allah Teâlâ zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz. Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa… (07:00)

-İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemâle doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve mîsâk almış olabilir ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kafdağı’ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “varetme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir. Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya “teklif ve kabul” söz ve beyanla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiâre-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir. Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften sâlim olamaz. (08:28)

-Konuşurken ve düşünürken Cenab-ı Hakk’ın “tenzihî sıfatlar”ını mutlaka nazar-ı itibara almak lazımdır. Bunlara “selbî sıfatlar” da denir; acz, fakr, zaaf, ihtiyaç, yeme-içme, doğma-doğurma ve zamana bağlı olma… gibi eksiklik ve kusur sayılan evsaftan Allah Teâlâ’nın münezzeh ve müberra bulunduğunu gösteren bu ifadelerin bir kısmını İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle sıralar:

 

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, “İhlâs” içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde ne yerlerde, ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah
Hudâ vardır velî, varlığına yok evvel ü âhir;
Yine ol varlığıdır kendinden, gayrı değil vallah.
Bu âlem yoğ iken ol var idi, ferd ü tek ü tenhâ;
Değildir kimseye muhtaç O, hep muhtaç gayrullah.
Âna hâdis hulûl etmez ve bir şey vacib olmaz kim;
Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.

Elest bezmi ile alâkalı mülahazalarda da selbî sıfatlar nazara alınmalı, Cenab-ı Hakk için zaman söz konusu olmadığı hep hatırda tutulmalıdır. (11:30)

-Soruya mevzu teşkil eden Bakara Suresi’nin 40. ayet-i kerimesinin başında doğrudan İsrailoğulları’na hitap vardır: “Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi! Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” İsrail, Yâkub (aleyhisselam)’ın lakabı olup İbranîce’de “Allah’ın kulu” “Allah’ın seçkini” mânasına geldiği bildirilir. Bu hitap tarzında, Yahudileri iman etmeye bir teşvik vardır. Yani: “Ey Allah’ın seçkin bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat Ehli! Bu vasfınıza ve o aslınıza lâyık bir tutum izleyin!” Allah Teâlâ Hazreti Âdem ve evladından, Kendisi tarafından gelecek olan talimata uymalarını istemiştir. Bunu bir ahid tarzında bildirmiştir. İsrail evlatlarının Tevrat’ı kabul etmeleri ile de, bu ahid Tevrat’la pekiştirilmiş, geleceği bildirilen peygamberlere ve son peygamber Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselam)’a iman ederek bu ahdi yerine getirmeleri emredilmiştir. (12:47)

-Cenab-ı Hakk’ın “Size yeni bir gül devri yaşatacağım” şeklinde bir va’d-i ilâhîsi varsa ve Allah Teâlâ bu va’dini şart-ı adî planındaki sizin bazı tavır ve davranışlarınıza bağlamışsa, sizinle bir ahid yapmış demektir ve maksudunuza ulaşabilmeniz bu ahde vefalı olmanıza vâbestedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

اَلَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَاٰتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ

“Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.” (Hacc, 22/41) (14:10)

-Buraya kadar anlatılanlara dikkat edilirse, görülecektir ki; âyet-i kerimelerde vefalı olunması istenen husus, o “elest bezmi”ndeki hakikat-i misakiyye ile beraber, haricî vücut nokta-yı nazarından emirleri yerine getirip getirmememizi ve sözlerimizi tutup tutmamamızı da içine alan geniş alanlı bir hakikattir. Alvarlı Efe Hazretleri’nin şu sözleri de bu mukaveleyi ifade etmektedir.

 

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan / Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?
Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed,
Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?” (17:00)

Çay Faslından Hakikat Damlaları… (18:45)

-Adanmış ruhlar için en büyük tehlikelerden biri, belki de birincisi; şu birim bu birim, şu bölüm bu bölüm, şu iş için koşma bu iş için koşma… istikametinde mesailerini tüketmek suretiyle vazifelerini yapmış olduklarını düşünmeleri ve bunu yaparken, Allah ile münasebetlerini, Rasûl-ü Ekrem ile irtibatlarını hiç görüp gözetmemeleridir. (20:17)

-Hak rızası için insanlığa hizmet yolunda yapılan işlere gerçek derinliğini kazandıracak olan husus, Allah ile münasebettir. Hizmetlerimiz, bizi Allah ile irtibatımız konusunda bir derinliğe ulaştırmıyor, O’nunla münasebetlerimizi geliştirmemize vesile teşkil etmiyorsa, bir şey yaptığımız zan, vehim ve aldanmışlığıyla nefsimiz hesabına koşup duruyoruz demektir. (21:40)

-Derinleşme azmi içinde olmayanlar hiç farkına varmayacakları şekilde sığlaşır ve zamanla tamamen dışlanırlar. Dolayısıyla, insan, sürekli derinleşme peşinde bulunmalıdır. Çünkü, bütün kötü ahlâkın kaynağı gelişme gayretinde olmamak, olduğu yerde saymak ve mevcutla yetinmektir. Sürekli değişim, tebeddül ve tagayyür; farklı şekil, farklı renk, farklı şive ve farklı desenlerle her zaman bambaşka güzellikler sergileme, insanın hedefi olmalıdır. O, her yeni gün, “Rabbim, bugün Seni dünden daha derin duyuyorum. Keşke dün de bana bunu duyursaydın.” diyebilmeli ve duymadaki derinliğini her zaman bir perde daha yükseltmeli; ertesi gün daha derin, sonraki gün biraz daha derin olmaya çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) günde yetmiş ya da yüz defa istiğfar etmesindeki sır da, terakkideki seyrinin bu şekilde olmasındadır. O, devamlı yükseldiğinden dolayı, her an arkada bıraktığı dûn mertebelere bakmış ve her basamakta bir önceki için “estağfirullah” demiştir. (22:56)

-Bir hapishane hatırası… (25:47)

-Selef-i sâlihîn efendilerimiz “geceleri ruhban, gündüzleri fürsan” gibiydiler. Onlar, gece boyunca tam birer rabbanî idi; herkesin derin uykuya daldığı demlerde onlar kendilerini ibadet ü taate verirler, mukaddes ızdırapla ağlar dururlar, aşk u iştiyakla Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarırlardı. Gündüz ise, cihad meydanındaki bir yiğit süvari misillü heyecanla kıpır kıpırdılar; yerlerinde sessiz sakin kalamazlar, irşad adına yapılması gerekenleri yerine getirmek için sürekli şevkle koşarlardı. (28:00)

-Şûbe b. Haccac (ibn-i Verd) hadiste zirve insanlardan birisiydi; hadis diye rivayet edilen bir sözü ağzına alıp hafif bir dolaştırdığında çok rahatlıkla bu “Peygamber kokmuyor!” diyecek kadar o işin mütehassısı bir insandı. Bununla beraber, mekruh vakitler dışında hep namazla meşgul olur; bu enginliğini gizlemek için de hassas davranırdı. O ve emsali büyük zatlar, bu ilim derinliği ve ilim ufkuyla beraber aynı zamanda ibadet delisi ve Allah meftunu kimselerdi. (29:34)

-Nikbinlik, hâdiselere iyi tarafından bakma, bazen güzel görünmeyen şeyleri dahi güzel görecek kadar iyimser olma demektir. Bedbinlik ise, her şeyi olumsuz yanıyla ele alıp değerlendirme, hâdiseleri bütünüyle karamsar görme ve böylece ümitsizliğe düşme ruh hâlidir. Hakiki mü’min mutlak mânâda ne nikbin, ne de bedbindir; o, hakikatbindir. Evet, o, görülmesi gerekeni görür ve Allah’ın izn u inayetiyle mevcut durum karşısında yapılması gereken her ne ise, iradesinin hakkını verip onu yapmaya çalışır. (31:07)

-Ne sadece koşup duran insan.. ne de halvete çekilip yalnızca “ibadet” diyen insan.. koşup durduğu aynı anda halveti de yaşayan, halveti hareketlerinin içine yerleştiren insan… işte peygamberler yolunda olan kahraman!.. (32:43)