Fedâkarlık Ufku: Îsâr Ruhu

Fedâkarlık Ufku: Îsâr Ruhu

Soru: 1) Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde “îsâr”; insanın, başkalarını kendisine tercih etmesi, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olması şeklinde tarif ediliyor. Îsâr sadece tasavvuf ıstılahı olarak kullanılan bir kavram mıdır? Günümüzün karasevdalılarının fedakârlığın sahâbîcesiyle, dört bir bucağa, yedi cihana yetişmeye çalışmaları da “îsâr ruhu” ile izah edilebilir mi?



-İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen îsâr; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek.. tasavvuf erbabınca ise, en hâlisâne bir tefânî düşüncesiyle topyekün şahsiliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmanın unvanı kabul edilegelmiştir.

وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ

“Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) âyetiyle -Ashab-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak- işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur. (01:08)

-Hazreti Ebû Hüreyre anlatıyor: Bir gün Huzur-u Risaletpenâhî’ye birisi geldi. Allah Rasûlü’ne yaklaştı ve şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Birkaç günden beri yiyecek bir şey bulamadım. Üst üste aç olarak oruca niyetlendim.” Allah Rasûlü etrafına nazarını gezdirdi. Fakat onu evine götürüp misafir edecek kimse göremedi. Neden sonra Allah Rasûlü’nün çok sevdiklerinden Ebû Talha ayağa kalktı ve: “Yâ Rasûlallah, onu ben misafir edeyim.” dedi. Sonra da alıp evine götürdü. Her şeylerini İslâm uğrunda harcayan bu insanların ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamıştı.. ara sıra evlerinde bir çorba ya pişerdi veya pişmezdi. İhtimal o gün, hanımı Ümmü Süleym çocuklarına bir parça çorba yapabilmişti. Ve onu çocuklara içirecekti. Misafir eve gelince karı koca aralarında konuştular: “Bu gece çorbayı Allah Rasûlü’nün misafirine yedirelim. Biz nasıl olsa bugün de aç olarak oruç tutabiliriz. Çocukları, ikna edip yatırırız.. sabah onların da çaresine bakarız.” Yapacakları şey şu idi: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecek.. zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi.. böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve sabah namazında da Allah Rasûlü’nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebû Talha’yı ve misafirini arayarak onlara sordu: “Bu gece ne yaptınız ki, hakkınızda şu âyet (Haşr, 59/9) nazil oldu:

وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ

“Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.” (01:35)

-Îsâr, marifete ve kulluğa doymayan, hep ziyadenin peşinde olup “Daha yok mu?” diyen, kulluk çıtasını sürekli yükselten ve daima üst üste tecdidler yaşayan Hak erlerinin sıfatıdır. (03:33)

-Geçenlerde bir vesileyle “Îsâr ruhunu yaymalı, herkese mal etmeliyiz” demiştim. Arz etmeye çalıştığım gibi, îsâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine tercih etmesi demektir. İşte bu manada “Îsâr ruhunu yayalım” demiştim. Bir de ne göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş, “Hocaefendi ‘İsa ruhunu yayalım’ dedi” demiş ve dahası bir sürü teviller yapmış kendince. Bazen bu denli yanlış anlamalar da olabiliyor. (07:33)

-En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatin; o peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhametin; “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbetin neticesi îsâr ruhudur. (08:33)

-Erzurum’da Hacı Musa adında, kendisini hizmete adamış, Nurlar’ın keramet ve ikramlarına mazhar, çok hâlis bir insan vardı. Ondan, mevzumuzla alâkalı bir hâdise dinlemiştim. Hacı Musa Efendi’nin anlattığı hâdisedeki kahraman Fırıncı İshak Baba idi. Bildiğiniz gibi, tarih boyunca, fırıncılar ve demirciler arasından pek çok Hak dostu çıkmıştır. Hep ahiret sıkıntılarını hatırlatacak ağır işlerde çalışan ve Cehennem’in alevlerini akla getirecek şekilde ateşle çokça meşgul olan kimseler o işlerde adeta pişmiş ve olgunlaşmışlardır. İshak Baba da alevler karşısında çalışa çalışa ateşin ne demek olduğunu çok iyi duymuşlardan biriydi. Dersleri hiç kaçırmayan, Risaleler’i yürekten dinleyen ve iyi bilen, çok konuşmayı sevmeyen ve ancak ihtiyaç olduğunda bir-iki kelime etmekle yetinen bir gönül eriydi. İshak Baba, Hacı Musa Efendi ile beraber hacca giderlerken otobüsleri bir yerde mola verir. Herkes bir şeyle meşgul olurken İshak Baba gözlerini kapatır ve murakabeye dalar. Neden sonra bir taraftan gözlerinden yaşlar boşanır, bir taraftan da dudakları kıpır kıpır hareket etmeye başlar. İşte, tam o an kırk kişilik otobüs zangır zangır titrermişçesine hareket eder ve bir metre kadar ileri geri gidip gelir. Herkes ne olduğunu merak edip heyecanla etrafa bakınmaya dururken, Hacı Musa Efendi’nin gözleri İshak Baba’ya takılır. Bakar ki, o Hak dostu çok farklı bir atmosferde, adeta kendinden geçmiş gibi. Bir aralık, ona sorar: “İshak Baba, ne oldu, ne düşünüyor ve neler söylüyordun?” der. Onun cevabı şöyle olur: “Ahireti, sorgu-suali, Cennet ve Cehennem’i düşünüyordum. Bir anda Cehennem gözlerimin önünde alev alev tülleniverdi. İnsanların çoğunun birer âsî olarak oraya gideceklerini düşündüm. Onlar adına o kadar çok üzüldüm ki, azabın dehşetini vicdanımda derinlemesine duyunca Rabbim’den niyaz ettim ve gayr-i ihtiyarî defalarca şunu söyledim, “Yakma Allahım, şu biçare kullarını yakma; sonra dilersen onlara bedel beni at nâra!” (09:09)

-Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme, diğer mü’minlerin hizmetlerini de alkışlayıp onların muvaffakiyetleriyle mesrur olma da îsâr hasletinin bir derinliğidir. (13:10)

-Hem buraya geldiğim ilk günlerde hem de başka yurt dışı seyahatlerimde, ümmetinden birisi olarak Efendimize karşı derin bir mahcubiyet duymuş, çok utanmıştım. Utanmıştım zira, O’nu biz duyuramamış, yüksekte olması gerekeni biz omuzumuza alıp yükseltememiştik. “Buralarda çok az anılıyorsun ya Rasûlallah, herhalde çok gurbet yaşıyorsun!” demiştim. O’nun ruhâniyetinden özür dileyerek, “Davud’un sesi Seninkinden yüksek çıkıyor. Süleyman’ın sesi Senin sesinden daha çok duyuluyor. Her yandan Musa’nın sesi, İsa’nın sadâsı geliyor. O ses ve sadâlara da ruhlarımız kurban. Ama Ya Rasûlallah, en gür ve yüksek sadâ Senin sesin olmalı değil miydi? Sporda başarılı olamamış bir takımın bayrağının birkaç adım aşağıya çekilmesi gibi nam-ı celilinin aşağıya çekildiğini görüyorum ve adeta içim parçalanıyor.” diye inlemiştim. (15:06)

-İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalatu vesselam), “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacak!..” derken hem ileride gerçekleşecek bir hadiseyi haber vermiş hem de ümmetine bir hedef göstermiştir. (16:27)


Soru: 2) Îsâr hasletinin dereceleri anlatılırken, önce “Hak yolunda ve ehl-i iman uğrunda gerekirse candan geçmek” ele alınıyor. İkinci sırada, “riyâset ve makam mevzuunda her türlü fedakârlıkta bulunmak” zikrediliyor. Daha sonra da maddî refah ve mutlulukta başkalarını düşünmek, mal ve kazancından infak etmek, ilim ve fikir sahibi olmanın hakkını vermek gibi iyilikler sıralanıyor. Riyâset ve makam konusundaki fedakârlıklar daha mı zordur ki diğerlerinin önüne alınmıştır? (17:52)



-Bir makam ve mansıp, onu isteyip delicesine peşinden koşan kimselere verilmez. Çünkü, makam talep eden kimsede hırs var demektir. Hırs ise, istediğini elde etmek için insanı bazı hakikatleri feda etmeye sevkedebilir. Onun için, bir yere yükselme, bir mevkî ihraz etme ve bir makam sahibi olma gibi tutkular, insanları çok defa bazı hakikatleri görmekten alıkoyar. (18:53)

-Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâsete talip olmamak ve belli bir vazifeye tayin istememek gerektiği yönündeki nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazreti Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), Hazreti Ali’ye (radiyallahu anh) gönderdiği bir mektupta bu mevzuyla alâkalı şu ölçüyü dile getirmiştir: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.” (19:35)

-Hazreti Ali (radiyallahu anh) kendisine hediye edilen güzel bir ata bakıp “İmamlıktan (idarecilikten) kaçmak için çok mükemmel bir at!..” diyerek, mesuliyetin ve emanetin ciddiyetini ifade etmiştir. (21:28)

-Bizim en büyük kredimiz istiğnadır; her türlü makam ve mansıp karşısında müstağnî davranmamız lazımdır. Makama bağlı vazifeler istenmemeli; talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Ancak bu meselenin de bir istisnası vardır: Şayet bir vazifeyi sizin ölçünüzde yapabilecek başka bir müstakim mü’min yoksa, Hazreti Yusuf’un “Beni ülkenin hazinelerinin başına tayin et; çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf, 12/55) diyerek Kıptîler içinde vazifeye talip olduğu gibi, o vazifeyi talep etmekte mahzur olmayabilir. Hazreti Yusuf (aleyhisselam), bu sözü hiçbir müslümanın olmadığı, peygamberlik esintilerinin bulunmadığı, Allah’ın bilinmediği bir yerde imarete talep sadedinde söylemiştir. (22:25)

-İstiğnâ.. ve îsâr… (İşte bizde bulunması gereken iki haslet…)
Arkadaşlar gelin, Allah rızası için, îsârda derinleşelim!.. (25:15)