Fütüvvet Ruhu ve Yiğitliğin Esasları

Fütüvvet Ruhu ve Yiğitliğin Esasları

Soru: Lügat itibarıyla gençlik ve yiğitlik manalarına gelen “fütüvvet” kelimesi, selef-i salihîn tarafından tahammül gösterme, başkaları için yaşama, kardeşlerinin hatalarına karşı müsamahalı davranma, insaflı olma ama insaf beklememe gibi değişik tariflerle çok geniş çerçevede ele alınmış. Büyüklerimizin bu tarifleri, kendi zamanlarının ve muhataplarının ihtiyaçlarından dolayı mı bu kadar çeşitlidir? Günümüzün şartları açısından, fütüvvet nedir; yiğit kime denir?



-Başkaları için yaşama anlayışına kilitlenmenin ve her türlü ezâyı, cefâyı ‘of’ demeden sineye çekmenin bir unvanı olan “fütüvvet” kelimesi, delikanlı mânâsına gelen “fetâ”dan türetilmiştir; bazılarınca, her türlü fenalığa baş kaldırmanın remzi ve ihlâslı ubûdiyetin de gereği sayılmıştır. (01.08)


-Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) her hâliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi.. ve لاَ فَتَى إِلاَّ عَلِىٌّ وَلاَ سَيْفَ إِلاَّ ذُو الْفِقَارِ “Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi de kılıç bulunmaz.” sözünün tam mâsadakıydı. (01.20)


-Kehf sûresinde ana başlıklar altında anlatılan birkaç vak’a vardır; Hazreti Musa ile Yuşa b. Nun’un seyahati ve Hazreti Musa’nın Hızır’la yolculuğu da bunlar arasındadır. Yuşa b. Nun, bir nebidir. Hazreti Musa’dan sonra Amelikalılara karşı yapılan savaşları onun komuta ettiği söylenmektedir. İnanan insanlar sadece zâhirî ilimlerle yetinmemeli, kalb ve ruh dünyalarını işlettirerek ledün ilmine vâkıf olmaya da çalışmalıdırlar. İşte Hazreti Musa, yanındaki gençle bu yola sülûk etmiş ve bütün gençliğe bu dersi vermiştir. Orada insan, nâsûtîliğini bırakır, lâhûtî bir hüviyet alır ve derinleştikçe derinleşir. Bu aynı zamanda bir büyük davayı omuzlamaya ehil hâle gelmek demektir. (03.11)


-Fütüvvet, tarihi seyri içinde nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, o, has mânâsıyla, Allah’tan başka ilâh tanımamanın; dînî duygu, dînî düşünce ve dînî hayat için her türlü fedakârlığa katlanmanın; batıl inanç, batıl anlayış ve batıl davranışlara karşı baş kaldırmanın; her yerde ve her zaman Hakk’la sımsıkı irtibatta bulunup hep O’nu haykırmanın ve üzerine düşen vazifeyi yapıp neticeyi Allah’a havale etmenin unvanı olagelmiştir. (09.40)


-Günümüzde fütüvvetin en önemli buudunu “adanmışlık ruhu” teşkil etmektedir. Adanmış insan, Cennet’e gireceği ümidini sürekli gönlünde, kafasında, vicdanında canlı tutar; ama onun bu dünyada biricik gayesi vardır: İslâm’ın ismetini sıyanet etmek ve i’la-yı kelimetullah vazifesini hakkıyla yerine getirmek. Zira yeryüzünde bugün Müslümanlık adına yapılacak tek iş budur. Bu da yaşama zevkini yaşatma ideali uğruna terk eden diğergam insanlarla olur. (13.31)


-Bu asrın yiğitleri için fütüvvet ruhunun önemli bir yanı da farklılık mülahazasından uzak kalmalarıdır. Onların en büyük farklılıkları, farklılık mülahazasına katiyen girmemeleridir. (17.00)


-İşlerin önünde bilinme, kıdem sahibi olma, halkın teveccühü, makam, mansıp, şan, şöhret, rütbe gibi şeyler de birer imtihan vesilesir. Bir büyük olarak kabul görme, saygın bir insan yerine konma, mesela “abi, efendi, hoca, alim, pîr ve üstad” şeklinde çağrılma da yapılan hizmetler karşısında bir bedeldir. Bunlar, bir insanın istek ve iradesi dışında karşılaştığı şeylerse ve o insan bunlara bir istidraç olabilecekleri mülahazasıyla temkinli yaklaşıyorsa zararsız olabilir. Aksine insan, bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindeyse, başkalarının kendisine tazim etmesini arzuluyorsa, sözlerine her şeyin üstünde değer verilmesini istiyorsa, hizmetlerine karşılık kıdemine uygun bir mukabele umuyorsa, işte o zaman, ötelere müflis olarak gitme gibi kötü bir akıbetle karşı karşıya demektir. (20.38)


-Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh) buyuruyor ki; “Biz, Efendimiz’in huzurundayken başımızda kuş varmış gibi duruyor, tek kelime kaçırmamaya çalışıyorduk.” Evet, sahabe efendilerimiz Söz Sultanı’nın huzurunda, konuşmak şöyle dursun, hareket etmekten bile kaçınıyor, O’nun dudaklarından dökülen söz incilerinin bir tanesini bile zayi etmemeye, O’nun her sözünü tam anlamaya gayret gösteriyor ve O’na karşı her zaman çok saygılı davranıyorlardı. (24.15)


-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) “Levlâke lemâ halaktü’l-eflâk – Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım!..” kudsî hadisinin mazharıdır. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğrudur; doğrudur, çünkü o “Muarrif” olmasaydı, şu âlemlerden, şu kainat kitabından ve hatta bu Kur’an’dan hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Rasûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.” (25.57)


-Peygamber Efendimiz yaptığı ulvî vazifesine karşılık maddî hiçbir bedel beklemediği gibi hiçbir zaman farklılık ve fâikiyet mülahazalarına da girmemiş, tevazu ve mahviyetten ayrılmamıştı, ayrılmazdı da. O kendisini diğerlerinden ayıran herhangi bir davranışta bulunmaz, varlığını hissettirmeye çalışmaz ve bir yere girdiğinde kendisine ayağa kalkılmasını bile istemezdi. (27.00)


-Eşlerin toplumdaki konumu ne olursa olsun, bir eş, evinde yine eştir. İşi ve makamı evdeki bu fonksiyonuna hiçbir engel teşkil etmez, etmemelidir. Hiç kimsenin konumu Kâinatın Efendisi kadar yüksek, işleri O’nunki kadar yoğun ve statüsü de O’nunki kadar yüce değildir. O ki, her an vahye muhataptı ve Cebrail’le sohbet ediyordu. Melekler O’na selam duruyor, âlemin işi O’nu bekliyordu. Fakat, O (aleyhi ekmelüttehaya) yine de eşlerini en güzel şekilde görüp gözetiyor ve asla onlara yardımdan geri durmuyordu.. durmuyor ve ümmetine bu konudaki ideal ölçüyü gösteriyordu. (30.07)


-İnsanlığın İftihar Tablosu’nun meclisine ilk defa girenler, çoğunlukla Peygamberin kim olduğunu bilemez; ancak sahabînin O’na karşı saygılı tavırlarıyla veya O konuşmaya başlayınca, Allah Rasûlü’nü ayırt edebilirlerdi. Demek ki, fütüvvetin bir derinliği de insanlardan bir insan olup kendini bilinmezliğe salmaktır. (32.16)