Suffe’nin Kudsiyeti ve Kalb Kafa İzdivacı

Suffe’nin Kudsiyeti ve Kalb Kafa İzdivacı

Soru: Fahr-i Âlem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) kudsî medresesi ve tekkesi olan Suffe’nin özellikleri nelerdir? Zât-ı aliniz “Medrese ve tekkeler bizzat Osmanlı’yı yıkan güçler değildir; aksine onlar Osmanlı’yı ayakta tutan dinamiklerdir. Ancak kendileri yıkılınca, onlara dayalı olan devlet de ister istemez çökmüştür.” buyuruyorsunuz. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” esprisi açısından bu meseleyi değerlendirir misiniz?

-Suffe, eski evlerdeki seki, sed gibi yüksekçe eyvan demektir; dilimizde buna “sofa” da denir. İslâm tarihinde “suffe” denilince, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’deki mescidinin bitişiğindeki bu isimle anılan yer anlaşılır. Burada barınan sahabîlere de “ashab-ı suffe” veya “ehl-i suffe” denir. (01:10)

-Ashâb-ı Suffe, hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Bunlar daima Mescid-i Nebevî’de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibadete verirler, çoğu zaman oruçlu olurlar, Kur’an tahsil ederler, vaaz ve irşâdını dinleyip Allah Rasûlü’nün insibağıyla boyanırlar ve hep sohbet-i Canan etrafında müzakereler yaparlardı. Gerektiği zaman da Rasûlüllah ile beraber cihada iştirak ederlerdi. Onların geçimleriyle bizzat Peygamber Efendimiz ilgilenirdi. (02:26)

-Suffe’de sadece kimsesiz sahabîler değil, ev bark sahibi olmasına rağmen Rasûlüllah’ın feyzinden istifade etmek isteyen mü’minler ve zaman zaman, sevgili Peygamberimizi görmek için gelen ve kalacak başka bir yeri olmayan misafirler de kalıyordu. Bunun için, Ehl-i Suffe’nin sayısı hakkında farklı rivayetler nakledilmiştir; kaynakların bildirdiğine göre Suffe ashabının sayısı bir dönemde yedi yüze kadar çıkmıştır. Mescid cemaate dar gelmeye başlayınca, Hazreti Ömer mü’minlerle istişare etmiş ve mescidin genişletilmesine karar vermiştir. (04:36)

-Suffe, adeta eşitlik, sosyal adalet ve içtimaî huzurun merkezi olmuştu. Orada zengin fakir bir arada sohbet-i Canan müzakeresinde bulunur; zengin, kazandıklarını kardeşleriyle paylaşır; fakir, onlara hürmet ve sevgiyle bakardı. Orada sınıf çatışması asla söz konusu olmadığı gibi neredeyse bir sınıf farkından bile bahsedilemezdi. Hazreti Ali’nin “İnsanlar arasında onlardan bir fert ol.” dediği üzere, hepsi tevazu ve mahviyet içerisinde müsavi bir hayat yaşıyordu. (06:55)

Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssâ-i cânân olsa..!” düşüncesine bağlı olan Suffe ehli, “cihad-ı ekber”i Allah Rasûlü’nün mescidinde ve O’nun huzurunda gerçekleştiriyor; daha sonra icap ederse mücahede meydanına da koşuyor “cihad-ı asgar”ın hakkını veriyorlardı. (10:53)

-Ashab-ı Suffe’den bazıları zamanla evlenmiş, mal mülk, ev bark sahibi olmuştu. Mesela Enes b. Mâlik (radiyallahu anh), çoluk çocuğunun fazlalığı ile tanınır. Bütün ensârdan daha fazla çocuk sahibi idi. Bu da Rasûlüllah’ın bir duası eseriydi. Hazreti Enes’in annesi Ümmü Süleym, oğlunu Rasûlüllah’a getirdiği vakit, Ondan oğlu için dua etmesini istemişti. Rasûl-ü Ekrem de Ümmü Süleym’i kırmayarak ellerini kaldırıp “Ya Rabbi, onun malını ve evlâdını çoğalt; onu cennete koy” buyurarak dua etmişti. Bu dua kabul olunmuş ve Hazreti Enes b. Malik’in hem malı çoğalmış ve hem de pek çok evlâdı olmuştu. Öyle ki, Hazreti Enes, -ihtimal torunları da bu sayıya dahil- yüz çocuğunu kendi elleriyle defnettiğini söylemiştir. (12:58)

-Ashab-ı Suffe, Allah yolunda mücahede uğrunda ta İstanbul önlerine kadar gelmişlerdir. Bazıları İstanbul’un fethini bir istila gibi görüyorlar. Oysa fethin arkasında bambaşka bir ruh enginliği, temsil keyfiyeti ve hal şivesi vardır. Genç yaşına rağmen Hazreti Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’a girer girmez ortaya koyduğu icraat ve temsil keyfiyeti harikadır. Bugün bizim de Suffe ruhuna, temsil kahramanlarına ve meseleleri hal ile halletmeye azimli insanlara ihtiyacımız var. (14:00)

-Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihad mânâsına “cihad-ı ekber” diyoruz. Bir de aynı şeyin Allah ile insanlar arasındaki engelleri kaldırma ve başkalarına da özleriyle bütünleşme imkanı sağlama için yapılması vardır ki bu da küçük cihad mânâsına “cihad-ı asgar”dır. Düşmana haddini bildirdiği bir cihaddan dönerken cemaatine hitaben Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam), “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurmuşlardır. Büyük cihadın ne olduğunu soran sahabeye de “Nefisle mücadele” cevabını vermişlerdir. (19:20)

-“Ders okutulan yer” demek olan medrese İslam Tarihi’nde yaygın eğitim ve öğretim kurumlarının genel adı olmuştur. Aslından dünyanın dört bir yanındaki medreseler “Mescid-i Nebevî’deki “Suffe”nin birer gölgesi olarak damlayı deryaya, zerreyi güneşe, cismanî zulmetleri de nûra dönüştürme merkezi şeklinde vazife görmüşlerdir. Orada hem dini ilimler hem de fen bilimleri ve tekvînî emirler tedris ediliyordu. Müslümanların altın çağı sayılan bir dönemde, tıp, matematik, hendese ve bütün tabiî ilim dalları, fıkıhla, tefsirle, hadisle ve kelâmla atbaşıydı. el-Câbir’den (cebirin mürşidi) İbn Sinâ’ya, ondan İbn Batûta ve Harizmî’ye ve ondan, yazdığı tıp kitapları Avrupa’da on asır tedris edilen cerrahinin üstadı Zehrâvî’ye kadar hepsi, yüzlercesi ve binlercesiyle Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mekteb ve medresesinin çıraklarıydı. Bu cümleden olarak, Abbasî Me’mun döneminde, devlet tarafından yerkürenin küreviyetini ispatlama karar altına alınmış; bu karar daha sonraları Benû Musa (Muhammed, Ahmed, Hasan) tarafından Sancar sahrasında gerçekleştirilmeye çalışılmış; ilim tarihinde keyfiyeti çok iyi bilinen bu tecrübe, bir de Kûfe sahrasında denenmiş ve bu konuyla alâkalı günümüzdeki bilgilere yakın sonuçlar elde edilmişti ki bu gayretler hep medresenin bereketiyle ortaya konuluyordu. (21:43)

-Medrese, müntesiplerine ilimle beraber ruh ve mana aşılar, aynı zamanda bir tekke (tekye) gibi çalışırdı. Medrese ve tekke, kâmil insanlar yetiştiren birer akademi ve çıraklarına, ruhun, mananın kurmayları olma düşüncesini fısıldayan birer müesseseydi. O isimsiz müsemma dönemlerinde belki meselelerin adı konulmamıştı ama medrese de tekke de kendilerine düşen vazifeleri layıkıyla eda ediyorlardı. Bu iki müesseseye âit vâridâtın birleşip bir çağlayan hâline geldiği dönemler bizim i’tilâ dönemlerimiz ve altın çağımız olmuştur.. bu iki müessesenin birbirinden kopup kendi kendilerine kaldıkları ve ayrı düştükleri devirlerde ise, biri gidip bağnazlık ve taassup gayyâlarına yuvarlanmış, diğeri de mistisizmin felç edici ağına düşmüştür. İsterseniz bu mevzuyu mektep, medrese ve tekkeden ya da fen bilimleri, İslamî ilimler ve kalb hayatından müteşekkil üçlü sacayağı şeklinde de değerlendirebilirsiniz. Bunların birbirinden koparılması bizim yıkılışımız olmuştur. (25:00)

-İlk Müslümanlar ilim ufku, hakikat tutkusu ve araştırma aşkıyla varlık ve eşyayı didik didik etmiş, çağlar boyu birer kaynak olarak herkesin başvuracağı çok önemli tespitlerde bulunmuş, uğradıkları her yeri kendi engin zevklerine göre yeniden şekillendirmiş ve tıpkı Cennetlerin koridorları hâline getirmişlerdi. Fakat, maalesef, hicri beşinci asırdan günümüze doğru gelinirken o aşk u iştiyak yavaş yavaş söndü. O beyin fırtınaları zamanla dindi, her şey tersine döndü.. ve bu millette öldüren bir yorgunluk yaşanmaya başladı. (26:27)

-Medrese, mektep ve tekkenin birbirinden kopuşunu bir nükte ile anlatacak olursak: Bildiğiniz gibi; Kur’an-ı Kerim tecvidinde “Sekte” denilen bir kural vardır. Sekte, nefes almadan bir elif miktarı kadar bir süre sesi kesmeye denir. Kuran’da dört yerde sekte mevcuttur ve o kelimelerin altında سكته yazılıdır. Kehf Sûresi’nin ilk ayetindeki عِوَجًا kelimesi de bunlardan biridir.

وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا قَيِّمًا

beyanında “ıvecâ” denip nefes almadan bir elif miktarı durulur ve “kayyimen” kelimesine geçilir. İşte, 5. asırda mektep, medrese ve tekke ruhunda bir sekte yaşadık. O duraklamanın bir elif miktarı olması lazımdı ama heyhat biz orada takılıp kaldık; bir türlü sektenin ötesine geçemedik. (27:55)

-Zafer, güç, kuvvet ve hâkimiyet en gözü açık kimseleri bile hiç farkına varmadan kısmen baygınlığa sevk edebilir, mahmurlaştırabilir, saraylara sokup rahata zorlayabilir. Hâşâ, ecdadımızı ta’n etmiyorum; Gibblerin, Renanların dile getirdikleri bir hakikate dikkat çekiyorum: Nasıl ki beşer için tabiî bir ömür vardır ve zamanı geldiğinde bir bir dünyaya gelen insanların bir bir gitmeleri de muhakkak ve mukadderdir. Aynen öyle de, milletler için de bir ömür ve nihayet bir yıkılış söz konusudur. Onlar da, fertler gibi doğar, büyür ve ölürler. Hiç kimse bu devvâr u gaddarın elinden kurtulamaz. Osmanlı bu karbonlaşmayı geciktirmiştir; fakat, şurası da bir gerçektir ki başarı, takdir ve alkış hipnoz yapıyor gibi adeta “uyu, uyu” demiş, belli bir dönemden sonra onlara da tesir etmiştir. (28:33)

-Kendi esprimiz içinde diyebiliriz ki; medrese, talâk-ı selâse ile (bir erkek gibi) fünûn-u müsbeteyi evinden adeta kovdu; “Git, seni üç talakla boşadım” dedi Çok geçmeden tekkeyi de aynı şekilde kapı dışarı etti. Böyle üç talakla boşayınca da tekrar o eşe dönebilmek için zevc-i âhere ihtiyaç vardı. Belki elli defa zevc-i âherle nikah yapıldı ama hala asıl maksuda dönülemedi. Batı’yla zifaf için elli defa talib olduk, elli defa visale koştuk, elli defa şeb-i arus dedik, başımız döndü, bakışımız bulandı, kendimizi attık onların kucaklarına. Artık, zevc-i âher şartı defalarca yerine getirilmiştir, medrese ruhu ile mektep şuuru, akıl ile kalb yeniden bir araya gelebilir; bunlar yeni bir izdivaç akdedebilirler. Hazreti Üstad’ın hayallerinde yaşattığı, “Aklın ziyasıyla, kalbin nurunun bir araya gelmesi” gerçekleşebilir. Bunların imtizacıyla da talebenin himmeti pervaz eder. (30:38)

-Evet, “Yiğit düştüğü yerden kalkar!” Mektep, medrese ve tekkenin birbirinden kopuşu ve vazifelerini yerine getiremez oluşu bizim yıkılışımıza sebebiyet vermiştir; belimizi doğrultmamızın yolu da bunların yeniden bir araya gelmeleri ve el ele verip fonksiyonlarını eda etmelerinden geçmektedir. (35:00)