Ümmî Nebî

Ümmî Nebî

Soru: 1) Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) derinliklerinden birinin de ümmiyet olduğu ifade ediliyor. “Ümmî” ne demektir; Allah Rasûlü’nün bir sıfatı olarak zikredilen ümmîlikten maksat nedir? Nadide-i fıtrat olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, içinde yaşadığı döneme vâkıf bulunmaması düşünülemeyeceğine göre, devrinin kültür hayatından etkilenmemesi nasıl anlaşılmalıdır?



-Lügat itibarıyla, annesinden doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mektep ve medresede okumamış kimseye “ümmî” denir. Bununla beraber, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, okuma yazma bilmemenin, mektep medrese görmemenin ötesinde, dünyaya gözlerini açtığı anki fıtrat-ı selimeyi hayatı boyunca muhafaza etmesi ve annesinden doğduğu günkü masumiyet üzere tertemiz kalması açısından ümmî idi. (01:05)

-Mekke, bütün beldelerin annesidir. Allah Rasûlü, Ka’be ile ikiz olarak yaratılmıştır. İnsanlığın İftihar Tablosu, yeryüzünde bütün beytlerin annesi mesabesindeki Ka’be ile ikiz olması ve beldelerin annesi Mekke’ye bağlı bulunması itibarıyla da (Mekke’nin çocuğu, Ka’be’nin kardeşi manasına) ümmî idi. (03:30)

-Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hem Kur’an, hem de ondan anlaşılması gereken manalar vahyediliyordu; Allah Rasûlü de o vahiyleri aynıyla ümmetine tebliğ ediyordu. Farz-ı muhal, Efendimiz’in zihninde dışarıdan bazı şeyler yer etmiş olsaydı, zihindeki esneklik ve elastikiyet o vahy-i gayr-i metluvu (lafzı okunmadan mana olarak bildirilen vahiy) sağa-sola çekebilirdi ve dolayısıyla yorumlarda farklılık olabilirdi. Fakat, Efendimiz ümmî idi, başka felsefe ve kültürlerin tesirinde hiç kalmamıştı ve O’nun zihni saftı, dupduruydu, Allah’ın inayet ve hikmetiyle fıtrat üzere, tertemiz olarak korunmuştu. (04:33)

-Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Rasûlüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi.” (Ankebut, 29/48) ayetinin de açıkça ifade ettiği gibi ümmî idi. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselam) okuma-yazma bilmiş olsaydı, Ehl-i Kitap değişik iddialarda bulunur; Efendimiz’in, Kur’an’da geçen Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve kutsal kitaplara dair bilgileri, çok çeşitli bilim dallarına ait ilmî işaretleri ve prensipleri Tevrat’tan, Zebur’dan, İncil’den ya da daha başka kitaplardan aldığını ve onları bir yönüyle o günkü Arap usulüyle anlattığını söylerlerdi. Fakat, Alîm u Hakîm, Efendimiz’in ümmî olmasını murat buyurmuş ve o tür iddia ve iftiraların gün yüzüne çıkmasına bile müsaade etmemiştir. (08:43)


Soru: 2) Habîb-i Edîb Efendimiz’in ümmîliğinin dava-yı nübüvvetin vârislerine yansıması söz konusu mudur? Nübüvvet ümmiyetinin yanı sıra velayet ümmiyetinden de bahsedilebilir mi? Ümmîlik, bugünün müminlerine –şahsi hayatları açısından– neler ifade etmelidir? (12:18)



-Dava-yı nübüvvetin vârisleri, bilgi birikimlerini, malumât ve mülahazalarını Kur’an ve Sünnet ile test etmelidirler. Kendi ilimlerini bir yönüyle yok saymalı ve bu iki temel kaynağı esas almalı; onlara uygun düşen hususları muhafaza edip Kur’an ve Sünnet’in tasdik etmediği meselelere mesafeli durmalı; böylece iradî bir ümmiyet ortaya koymalıdırlar. (12:40)

-Hazreti Üstad, hem başkalarının medreselerde onbeş yirmi sene ders görmelerine mukabil kendisinin çok kısa bir sürede tahsilini tamamlaması hem de –kendi beyanına bağlı şekilde söyleyecek olursak– hattının yok denecek kadar zayıf olması açılarından kendisini “yarım ümmî” olarak tavsif ediyor. (15:00)

-Hazreti Bediüzzaman, “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.” diyen talebelerine şöyle mukabelede bulunur: “Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakk’ın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” (19:54)


Soru: 3) Sonraki nesillerin zihinlerinde oluşan fikir kaymalarının sebepleri arasında diğer kültürlerin tesirinde yetişmiş kimselerin yanlış yorumları da sayılabilir mi? Bu açıdan, “Ka’bu’l-Ahbar müslüman olurken, onun mâlumat-ı sâbıkası da müslüman olmuştur.” sözünü değerlendirir misiniz? (21:15)



-İslam’ı kabul eden ehl-i kitap arasında, “ulema-i ehl-i kitap” denilen, tahrif olmuş semavi kitaplara yıllarca iman etmiş bulunan âlimler de vardı. Bu âlimlerden bir kısmı İslam’a girerken, eski malumatlarıyla Müslüman oldular. Bunlardan Ka’bu’l-Ahbar, Abdullah b. Selam ve onlardan sonraki nesilden olan Vehb b. Münebbih ehl-i kitaba, özellikle İsrailoğullarına dair rivayetlerin İslam literatürüne geçmesinde önemli rol oynamışlardı. Bediüzzaman’ın kısaca Vehb ve Ka’b olarak adlarını zikrettiği bu kişiler kâinatın yaratılışı, peygamber kıssaları ve İsrailoğulları tarihi konularında geniş bilgi sahibi idiler. Ne var ki, bu bilgilerin ekseriyeti, ahkamı nesh edilmiş ve kıssaları dahi tahrife uğramış olan Tevrat ve İncil’e dayanıyordu. Bilhassa bazı tefsircilerin ve tarih yazarlarının o şahısların rivayetlerini nakletmeleri, “efkârı ihtilale” vererek, İslam ümmetinin yanlış bilgilenmelerine neden olmuştur. (21:36)

-İnsanlar, farkına varmasalar da, düşünce yapılarını oluşturan, zihinlerinde yer eden temel felsefeye göre konuşur, yazar ve yaşarlar. Öyleyse, zihne giren her şeyi usûl-ü din süzgecinden geçirme, tertemiz ve dupduru zihinleri bulandırmama adına çok önemlidir. Doğru görme, doğru düşünme ve doğru hükümler verebilmenin yolu, zaman zaman zihni silkeleyip yabancı ve muzahref bilgileri kafamızdan söküp atmaktan geçmektedir. (26:37)

-Tabipler, pedagoglar, psikologlar… da pozitivist düşüncenin tesirinden sıyrılmak için ümmiliğe dönüş manasına bir zihnî silkelenmeye muhtaçtır. Mesela, Batı’nın pedagojisi, onlara has problemler adına ortaya atılmış toplumsal bir reçetedir. Bizim dünyamız için de, bize ait problemlere uygun çare ve yöntemler geliştirmek icab eder. Batılı pedagojiyi alıp aynen uygulamaya kalktığımız zaman temelde bize ait olan disiplinlerin bazılarını gözardı etmiş oluruz. Öyleyse, önce kendi kültür dinamiklerimizi bilmemiz ve başka kültürlerden alacağımız bilgilerin tenkit ve kritiğini yapmamız şarttır. Meseleleri değerlendirirken, nasslarla ortaya konmuş temel kaidelerimizi bir projektör gibi hep önümüzde tutmamız zaruridir. Eğer, bizim anladığımız şeyler mantığımızla çelişmediği gibi dinimizin esaslarına da ters düşmüyorsa onları kabul ederiz. Mantığımızla çelişmese de usûl-ü dine muhalif bir husus söz konusu ise, yine dinî esaslara göre hareket eder, problemi mantığımızda ya da üzerinde kafa yorduğumuz meselede ararız. (28:00)