Unutma ve İlahî Esrâr

Unutma ve İlahî Esrâr

Çay Faslından Hakikat Damlaları: İyilik Zâyi Olmaz, Günah Unutulmaz!..

-Her zaman öbür tarafı hesap ederek yaşamak lazım. Hayat örgüsünün temel nakışları bir dantela gibi hep öteler mülahazasına bağlı nakşedilmeli. (00:35)

-Küçük farklarla değişik rivayetleri bulunan bir hadis-i şerifte İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

اَلْبِرُّ لاَ يَبْلَى، وَالْإِثْمُ لاَ يُنْسَى، وَالدَّيَّانُ لاَ يَمُوتُ، فَكُنْ كَمَا شِئْتَ كَمَا تَدِينُ تُدَانُ

“İyilik zâyi olmaz, çürüyüp gitmez; günah unutulmaz, Deyyân (her şeye hâkim bulunan, herkesi hesaba çekecek olan Allah hayy u kayyûmdur) ölmez, -o halde- istediğin gibi davran; nasıl yaşarsan ona göre karşılığını görürsün!” (01:14)

-Yapılan iyilikler ilm-i ilâhîde ve meleklerin defterlerinde kaydedildiğine göre, insan iyiliklerinin kâtibi olmamalı; onları hafızasında tutup yer yer ima ve işaretlerde bulunmaya çalışmamalıdır.İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır. (02:44)

Kur’ân-ı Kerim, verilen zekât ve sadakayı başa kakmayı, alan insanı minnet altında bırakmayı ve bu şekilde ona eziyet etmeyi yapılan işin sevabını iptal edecek bir sebep olarak zikrediyor: “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, onları incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Allah’a da, ahirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kaypak bir kayaya benzer ki, şiddetli bir yağmur olur olmaz toprağı kayıverir, cascavlak kalır. Öyleleri işledikleri hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemezler. Zira Allah inkârcılar gürûhunu buna muvaffak eylemez.” (Bakara, 2/264) buyuruyor. Evet, her türlü sadakat emaresine bu açıdan yaklaşılmalı; riya, süm’a, eza, başa kakma ve minnet altında bırakmayla zayi edilmemeli. (04:35)

Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Hatayı söylemek doğru değildir; dinimiz hata ve günahların sayılıp dökülmesini yasaklamıştır. Fakat, bir insana -farzımuhal- “Hatalarını anlat” dense, o, çocukluğundan itibaren ne kadar sürçmesi ve tökezlemesi varsa hepsi önünde yazılıymış gibi bir bir sayabiliyorsa; bütün yanlış adımlarının ve zikzaklarının pişmanlığını her an yepyeni gibi duyabiliyorsa; hatta işlediği yeni ve küçük bir hata ile bütün eski hatalarını da hatırlıyor ve bir kere daha kendini levmediyor, hemen istiğfara yöneliyorsa, bu da çok önemli bir mazhariyettir. Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, sum’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmama; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulama.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlama.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîgaya çekme… Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duyma.. işte burada da unutmama çok önemlidir. (07:14)

Hazreti Adem, malum zellesinden dolayı kendisini hiç affetmemişti. Değişik kitaplarda o yüce nebinin, utancından kırk sene başını semaya kaldıramadığı ve onlarca sene sürekli ağladığı anlatılmaktadır. (10:35)

-Günümüzde İslamî ruh mezarda.. birkaç asırdan beri bizim ruhumuz yok. Mezar-ı müteharrik bedbahtlar gibiyiz. Birinci günahımız, gafletimiz; ikinci günahımız ise, arkadan gelenlere engel olmamız. (12:13)

Soru: Bazı hak dostları tahdîs-i nimet bâbından îmâlarda bulunsalar da Ulûhiyet dairesinin sırlarına erme ve esrâr-ı Rubûbiyeti temâşâ etme konusunda duaların çok nâdir olduğunu, fakat bu hususta da tazarru ve niyaz etmek gerektiğini vurguluyorsunuz. Esrâr-ı Ulûhiyet ve esrâr-ı Rubûbiyet denilince hangi hususlar anlaşılmalıdır; o zirveye ulaşmanın vesileleri ve yolun edepleri nelerdir? (14:05)

-Bunu bilemeyeceğim. Bilemediğim bir şey ama O’ndan isteyince temiz vicdanlarda onlar tecelli eder mülahazasına binaen talep edilmesi gerektiğini söylüyorum. (14:37)

-Bir insan için rızâdan daha büyük bir pâye yoktur; eğer olsaydı Allah, Cennet ötesi âlemlerde sevdiklerini onunla pâyelendirirdi; oysa ki, ötelerde sonu olmayan en son nimet “Hepsinden âlâsı ise Rıdvan’dır (Hakk’ın kendilerinden razı olması makamıdır.)” (Tevbe, 9/72) fehvâsınca Hakk’ın hoşnutluğudur. Ne var ki, biz Rıdvan’ın nasıl bir nimet olduğunu da kestiremiyoruz ama büyüklüğüne inanıp onu Rabbimizden talep ediyoruz. (15:12)

-“Ulûhiyet” sözlükte ilâhlık demektir; Allah’ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile her şeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesinin adıdır. “Rubûbiyet” ise, Cenâb-ı Hakk’ın her zaman her yerde her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, mâlikiyyetinin ve besleyiciliğinin, mahlukatı terbiye ve tedbir etmesinin unvanıdır. Kalbin Zümrüt Tepeleri zaviyesinden; hakiki hakaik-ı vücud mertebesine daire-i ulûhiyet denmesi, Zât-ı Baht itibarıyla Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücudu ifade etmesi açısındandır ki, Allah ism-i âzamı da işte bu mertebenin ism-i hâssıdır. Bu mânâda ulûhiyet, âsârı itibarıyla meşhûd, ahkâmı açısından da bilinen fakat ihata edilemeyen, müteâl bir hakikatin unvanıdır. Bizim ulûhiyetle alâkalı bilip idrak ettiklerimiz sadece onun bazı vasıflarından ibarettir. Bu kadarı da, o daire hakkında mârifet-i tâmme adına yeterli değildir. Zira, bizim bilemediğimiz ona dair daha nice evsâf-ı âliye vardır ki, “tam kavradım, ihata ettim” diyebilmek için kendi hususiyetleriyle bütün o sıfatların da bilinmesi zaruridir. Onu da insanların bilmesi mümkün değildir. (18:54)

-Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i Zât, evsâf-ı sübhâniye ve icraât-ı hakîmanesini câmi’ mertebeye, me’lûhiyeti iktiza etmesi açısından “ulûhiyet”; “Rab” gibi bir ism-i sıfata bakıp merbûbiyeti nazara veren bir mertebeye de “rubûbiyet” dairesi denmiştir. Hak dostları, O’na ait esrâra, âfâk ve enfüs âlemlerindeki tecelli-i ef’âlden, tecelli-i esmâya, ondan tecelli-i sıfâta, ondan da tecelli-i Zât’a yürür; elde ettikleri mazhariyet ve gördükleri teveccühler sayesinde gaybî seyr ü seyahatlerini minvechin şuhudla taçlandırırlar. Onlar kâinatta hiçbir hadisenin tesadüf olmadığını, ayaklarının eşiğe takılmasının bile bir hikmete mebni cereyan ettiğini adeta müşahede ederler. Bu sırları kavradıkları ölçüde de ubûdiyetlerinde daha bir derinleşirler. Günde beş değil elli vakit namaz kılsalar yine de hakkıyla kulluk yapamadıklarına inanır ve O’nun karşısında hicapla iki büklüm olurlar. (21:02)

-Dualarınız arasında,

اَللَّهُمَّ أَسْرَارَ اْلأُلُوهِيَّةِ، اَللَّهُمَّ أَسْرَارَ الرُّبُوبِيَّةِ، اَللَّهُمَّ أَسْرَارَ الْقُرْآنِ

“Allahım Kur’an’ın esrarını aç bana.. Allahım Rubûbiyetinin esrârını aç bana.. Allahım Ulûhiyetinin esrârını aç bana.. duyayım derinlemesine onları!..” deyin. Zira, sığlıktan ve basitlikten sıyrılmanın yolu o esrar dünyasına açılmaktan geçer. (27:35)

-İnsan kalb ve latife-i Rabbâniye ufkundan geçmeyince ruh ufkuna ulaşamaz. Ruh konağına varıldıktan sonra sır ufkuna yolculuk başlar. Sırrın da ötesinde iki rasathâne daha vardır ki bunlar da “hafâ” ve “ahfâ” ufuklarıdır. (28:25)

-Her nesnede O’nun vücud ve ilmi birer esas ve kaynak, bütün varlık ve eşya farklı birer ayna ve bu aynalarda sürekli bozma-yapma-şekillendirme mânâsında tecelli eden de ilâhî esmâ.. insanoğlu bu aynaların en câmii ve mücellâsı; Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) ise, en kâmili ve muhtevâlısı. Bu mülâhazayı aksettiren kâili meçhul hoş bir söz: “Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”

-İlâhî esrara âşina olanlar, kendi ruh aynalarının kabiliyeti nisbetinde varlığı temâşâ ederken kâh İmam Rabbânî hazretleri gibi “şuhûd”dan bahsederler, kâh Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi “vücûd” mülahazalarını seslendirirler. Herkesin bir kemâlât arşı vardır ve herkes istidadı ölçüsünde zirvelere yükselir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsar-ı feyzi / Ebr-i nisandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.” (Anonim) Herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçüsünde esrâr-ı ilahiyeyi farklı şekilde duyar ve zevkeder. İmam Rabbânî hazretleri “Ben vücud rasathanesini çok gerilerde bıraktım, geçtim onu!” der. Bir başkası ise, “Ben o şuhûd mertebesini de çok gerilerde bıraktım, geçtim; asıl meslek sahabe mesleği ve Kur’an mesleğidir” diyebilir. (31:54)

-Bu mevzular ağır değil ama biz çok hafif olduğumuzdan bize ağır gelebilir. Bu hususlar, objektif mükellefiyetler arasında değil de sübjektif sorumluluklar çizgisinde ele alınmalıdır. Bununla beraber bir insan Allah’ın lütfu ile sübjektif sorumlulukları yüklenebilecek bir seviyeye ulaşmışsa, o makamın hakkını vermemesi de kendi adına “sübjektif cinayet” olur. (34:04)

-Kelime olarak uyanıklık demek olan yakaza; tasavvuf erbabınca, mebde itibarıyla Hakk’ın emir ve yasakları karşısında uyanık, titiz ve duyarlı olmak; bir kısım ilâhî ihsanlara mazhariyet mânâsında müntehâ itibarıyla da değişik makam ve mertebelerin bazı vâridleri karşısında her zaman fikrî, ruhî istikametini koruyup iltibaslara düşmemek ve hep basiret üzere bulunmak demektir. Temkin edâlı irfan erleri, vuslatta da, ünste de her zaman hürmet içinde bulunur; haşyet, mehâfet ve huşu ile oturur kalkarlar.. onların her hâllerinde bir edep ve hayâ nümâyândır. Yer yer cemâlî tecellîlerin iltifatkâr, recâ edâlı ve şefkat buudlu cilveleriyle naza ve şathiyyâta temayül gösterme ihtimali söz konusu olsa da, her zaman teyakkuz içinde ve temkinli davrandıklarından hemen haşyetle titrer; ciddî bir huşû ile “saygı” der inler; hürmetle eğilir ve konumlarına uyan tavra girerler. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) ruhunun ufkuna yürüyeceği ana kadar namaz ve oruç gibi ibadetlerini hep en mükemmel şekilde eda edişini ölçü kabul eder; kendileri de istiğrak halindeyken bile namaz vakti girse Allah’ın izniyle hemen kulluk adabına döner ve vazifelerini yerine getirirler. (36:52)