Yolumuz ve Üslubumuz

Yolumuz ve Üslubumuz

*“Gönül Çalab’ın tahtı / Çalab gönüle baktı / Kim gönül yıkar ise / İki cihân bedbahtı” (Yunus Emre) (00:24)

*Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhî”dir. Cenâb-ı Hak, insana insanın kalbiyle bakar. “Allah sizin cisim ve suretlerinize değil kalblerinize nazar eder.” fehvâsınca, O’nun insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. (01:28)

*Hazreti Üstad, “Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak. Kalb ve ruhun derece-i hayatına gir!” diyerek, kalb ve ruh ufkuna yükselmenin mü’minler için bir hedef olduğuna işaret etmiştir. (03:10)

*Gönül erbabının ruh ufkuna dair terminolojiye kattıkları başka hususlar da vardır: (Muhterem Hocamızın burada işaret ettiği sır, hafî ve ahfa kavramları için Kalbin Zümrüt Tepeleri’ne bakılabilir. Bu hakikatler özetle şöyle ifade edilmektedir:) Sır”, hakikat ve ötesini temâşâ ve mütâlaa adına bir ilk rasat noktası ki, derecesine göre her mü’min, kalbinin bu derinliğinden halka ve Hakk’a ait esrarı, yine O’nun tevfikiyle ve O’nun vaz’ettiği emare, işaret ve delâilin çehresinde okur, değerlendirir ve irfan ufku ölçüsünde ancak yorumlayabilir. “Hafî”, vücud ve adem âlemlerine mahrûtî bakabilen bir ufk-u tarassud, seçkinler için özel teveccühlere bir âhize, esrar-ı ulûhiyet ve ilmî vücudlara nâzır kalbin hususî bir derinliği ve Zât-ı Ehad u Samed’in insana müstesna bir vedîasıdır. “Ahfâ” ise, Cenâb-ı Hakk’ın ibâd-ı mükerremine fevkalâdeden inayeti olarak, kenz-i mahfîye açık kalbin en önemli buudu ve bir latîfe-i rahmâniyedir. (03:50)

*Âşık Ruhsati şöyle der: “Bir vakte erdi ki bizim günümüz / Yiğit belli değil mert belli değil / Herkes yarasına derman arıyor / Deva belli değil dert belli değil.” İşte her şeyin böylesine belirsizleştiği bir dönemde kalb ve ruh ufkunda yaşamak zorlardan zor olsa gerektir. (05:50)

*Ötedeki bütün mazhariyetler, ruh, kalb ve sırra baktığı için şu kudsî hadis-i şerifte beden ve cismaniyet itibarıyla kavrayamayacağımız bu lütuf ve ihsanların birer sürpriz şeklinde sunulacağına işaret edilmiş;

أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَـمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ

“Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım.” buyurulmuştur. (07:17)

*Bir insan, istidadı ölçüsünde ilme’l-yakîn merdiveninde yükselir; ilme’l-yakînin de belki yüz basamağı vardır. Bu basamakların hepsini aşabilirse, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka’l-yakîne geçerek marifetini derinleştirebilir. Hak dostları dünyadayken hakka’l-yakîne ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu cümleden olarak, İmam Rabbânî hazretleri Mektubât’ında önce bu hayatta hakka’l-yakîne ermenin mümkün olmadığını söylemişse de daha sonraki dönemlerde, ihtimal seyr ü sülûkunun ileri seviyelerinde, dünyada da hakka’l-yakîne erişilebileceğini ifade etmiştir. (09:44)

*Allah’ım, bize fevkalade istidatlar ihsan eyle! O istidatlarımıza da yeni yeni inkişaflar lütfeyle!.. (11:08)

*Meselelerin hep cismaniyete bağlı götürüldüğü günümüzde kalbe doğru yönelişe, insanların nazarlarını kalbe çevirmeye ve şefkat hissini harekete geçirmeye çok ihtiyacımız var. (12:10)

*Hazreti Mevlânâ’nın en çok sorgulanan ve tenkit edilen ifadelerinden birisi; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” sözüdür. Bu söz aynıyla kendisine ait mi değil mi bilemiyoruz. Fakat bu söz onun olmasa bile, Hazreti Mevlânâ’nın bu mefhum ve mazmunu aksettirici birçok sözü vardır. Onun bu sözünü tenkit edenler, zannediyorum maksat ve niyetini tam olarak bilemediklerinden dolayı tenkit ediyorlar. Kanaatimce böyle bir söz söylemede mahzur yoktur. Çünkü hayatına ve eserlerine bir bütün olarak bakıldığında, Hazreti Mevlânâ’nın bu sözünün “Ne olursan ol, gel, bizim dünyamızdaki güzellikleri keşfet ve kendi özünü bul.” mânâsında olduğu anlaşılır. Mesleğimiz açısından biz Hazret’in davetine bir ilavede daha bulunuyor ve diyoruz ki, “Ne olursanız olunuz, siz zahmet etmeyiniz ve izin veriniz biz size gelelim.” (13:36)

*Almaya açık olduğunuz zaman, vermenize karşı açık olurlar. Almaya karşı kapalı olduğunuz zaman ise sizin vermenize karşı bütün kapıları kapar ve hiçbir şey almazlar. Dünyanın dört bir tarafına bu anlayışla ve şefkat sistemini kullanarak açılan arkadaşlarınız her yanda hüsn-ü kabul gördüler. Bir akademisyenin dediği gibi; eğer bazı yabancı misyon şefleri zihinleri bozmasalardı, girilmedik bir yer kalmayacaktı. Baltanın sapı bizden olmasaydı, ormandaki o ağaçlar da kesilmeyecekti. (17:30)

*Mizaç, meşrep ve zamanın ilcaatına göre –temel esas ve disiplinler mahfuz– insanı Allah’a ulaştıran yollar farklılaşabilir. Meselâ Muhammed Bahâuddin Nakşibendî Hazretlerinin yolu anlatılırken, bildiğiniz üzere şu dört esasa dikkat çekilir: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” (18:52)

*Hazreti Üstad ise, günümüzün realitelerini göz önünde bulundurup meseleyi mâkul bir mesnede dayandırdıktan sonra çağın insanına şöyle seslenir: “Der tarik-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çiz: Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz.” (21:45)

*Bediüzzaman Hazretleri ortaya koyduğu alternatif yolun dört esasına ilave ve tekmile olarak şefkat ve tefekkür disiplinlerini de sayıyor. (27:10)

*Şefkat mesleği, herkese karşı merhamet kollarını sonuna kadar açmayı gerektirir. Ezcümle, soluklarını bile insanlık için kullananlardan Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretleri döneminde bazıları ağızlarına ne gelirse söylemekte ve Hazreti Mevlânâ’ya hakaret etmektedirler. Bir gün bir tanesi, “Sen inançsızlara bile kucak açıyorsun, onlarla bir araya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun… Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” cümlelerinden oluşan ve daha bir düzine hakaretle dolu sözler sarfeder. Hazret, ona tek cümle ile cevap verir; “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” der. (27:40)

*Herkese diyecek bir sözüm ve herkese öğretebilecek değerlerim var; fakat, herkesten öğreneceğim şeyler de var. İşte bu espriye bağlı gitmezseniz; ukalalıkla, tiranlıkla “Size şu sistemi, şu anlayışı dikte etmeye geldik!” derseniz, tepki alırsınız. “Almaya geldik; bizden alınacak bir şey varsa şayet, vermeye de geldik!..” düşüncesi esastır. (29:00)

*Size düşen şey, bu şefkat ve vicdan enginliğidir. Bana düşen şey demiyorum; çünkü ben o işin ehli değilim ama size inancım tamdır, Allah’ın izniyle inayetiyle. Kirlenmemişsiniz; kirli mürekkep size bulaşmamış; ruh çehrenizi, kalb çehrenizi kirletmemiş Allah’ın izni ve inayetiyle. Gelecek size emanet!.. Bu disiplinler çerçevesinde herkese kucağınızı açmak şiarınız olsun. Dövseler bile, sövseler bile.. Yunus ifadesiyle, dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek. Gönül tamirine bakmak lazım. (32:10)

*Bugüne kadar değişik değişik kötülükler yaptılar birileri… Cenâb-ı Hak bizim ve onların kalblerini ıslah eylesin.. düşüncelerini ıslah eylesin.. sırat-ı müstakime hidayet buyursun.. sırat-ı müstakimde sabit kadem eylesin!.. Ama bitmedi; gidenler gittiler dedikleriyle, arkadan gelenlere düşüncelerini miras bıraktılar. Duymuştum ben bunları: “Bunların evlerine (yani sizin şu samimane, vefakârâne, hırz-ı cân ederek, çok defa belki maaş almadan hizmet etmenize, gözünüzü kırpmadan dünyanın dört bir yanına gitme gibi bir civanmertlik sergilemenize karşılık) bunları bitirme adına şöyle bir şey yapılabilir: İki tane PKK’dan diyelim, PYD’den, PJAK mı var bir de, adlarını da belleyemedim, o kadar şer şebekesi var ki.. iki tane ajan kiralarsınız. Mesela dersiniz ki ‘Biz uyuşturucuyu bu hareket mensuplarından alıyoruz.’ Sonra bir kısım sistemleri harekete geçirirsiniz.” Bunlar söylendi. Size nisbeti söz konusu olan evlere baskınlar yaparlar, giderken de götürüp bir torbayla bir yere bir şey korlar.. silah da korlar. Telaffuz edildiği gibi “terörist diyebiliriz bunlara.” Bu defa da “uyuşturucu kaçakçılığı, teröre hazırlık filan diyebiliriz!..” Bunlar geçmişte dendi; geçmişte diyenler geleceğe emanet ettiler. Gelecekte gelenler de o emanete hıyanet etmeme (!) azm u cezm u kast ü kararlılığı içindeler. (33:30)

*Bütün bunlara rağmen, yolumuz ve üslubumuz bellidir: El-âlem insanlıktan fersah fersah uzaklaşabilir. Fakat bu, bizim insanlıktan uzaklaşmamızı meşru kılmaz. Biz, biziz; Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolundayız. O, Ebu Cehil’in ayağına elli defa gitmiştir. Elli defa ruhunun ilhamlarıyla onun gönlüne girmeye çalışmıştır ve hiç kırılmamıştır. “Âşık der incitenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş / İncinen incitenden.” (Alvarlı Efe Hazretleri) İncinsen de incitme, kırılsan da kırma, dövülsen de dövme, hakaret edilsen de hakaret etme. Başkalarının nâsezâ, nâbecâ şeyleri, senin, bu temel değerlerinden uzaklaşmana sebep teşkil etmemeli, vesile olmamalı, meşru kılmamalı onları. Biz insanlığımızı, re’fetimizi, şefkatimizi, âleme bağrımızı açışımızı bir namus gibi bilmeliyiz ve onu bir namus gibi korumalıyız, Allah’ın izni inayetiyle. Biz, buyuz; yedi cihan bir kere daha bunu duysun. (36:02)