198. Nağme: Gerçek “Kur’an Müslümanlığı” Nasıl Olur?

198. Nağme: Gerçek “Kur’an Müslümanlığı” Nasıl Olur?

Değerli arkadaşlar,

Zaman zaman değişik medya organlarında şahit olduğunuz üzere, bazı kimseler diyanete dair pek çok meseleyi “Bu, Kur’an’da yok!” diyerek inkar ediyorlar; hatta hiçbir dini bilgisi bulunmayan bir kısım çok bilmişler “Ben Kur’an’ı mealinden okudum, öyle bir şey görmedim” diyecek kadar cüret, cehalet ve zavallılık sergiliyorlar.

Geçtiğimiz günlerde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “Kur’an Müslümanlığı” adıyla ortaya çıkan bu inhiraftan bahsetmiş; Usulüddin ulemâsının, “Hadisin Kur’an’a ihtiyacından daha fazla Kur’an’ın hadise ihtiyacı vardır” dediğini vurgulamıştı. İkindi sohbetinde muhterem Hocamızdan bu meselenin bir kere daha izahını ve selef-i sâlihînin o sözünün manasını istirham ettik. Bu sohbetin 15:20 dakikalık kısmını sesli ve görüntülü olarak arz ediyoruz.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu hasbihalde dile getirdiği hususları -daha önceki bir Kırık Testi’den de istifade ederek- şu şekilde yazıya dökebiliriz:

Bir manada, hepimiz Kur’ân müslümanlarıyız. Çünkü, onun nuru sürekli hayatımıza akıyor ve bizi o besliyor. Evet, bizim can damarımız, havamız ve ziyamız Kur’ân’dır. Ebedlere kadar var olabilmemizin temel direği Kur’ân’dır. Kur’ân, bizim şahsî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve idarî hayatımızı tanzim eden bir kanunlar külliyatıdır; ihtiva ettiği dua, zikir, fikir ve münâcâtlarla seyr ü sülûk rehberimizdir. Dahası Kur’ân, başta Sünnet olmak üzere diğer şer’î delillerin de kendisine dayandığı temel kaynağımızdır.

Ne var ki, günümüzde “Kur’ân müslümanlığı” sözü ile, özellikle Sünnet’i ve diğer edille-i şer’iyeyi dışlayarak İslâm’ı yalnızca Kur’ân’a göre yorumlamayı esas edinen bir anlayış nazara veriliyor. Bu açıdan da, bu tabiri masum bir isimlendirme olarak kabul etmek mümkün görünmüyor.

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Kur’ân ile nefes alıp verirdi. Ashab-ı Kiram, içinden çıkamadıkları meseleleri hemen Hikmetin Lisan-ı Fasîhi’ne (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) sorarlardı. Peygamber Efendimiz’in bizzat kendisine tevcih edilen pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dînî, içtimâî, iktisâdî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, Beyan Sultânı, kalb-i pâki ve lisân-ı nezîhi ile onların hepsini cevaplayıp müşkilleri hall, mübhemleri şerheder; Kur’ân ile gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, husûsîyi ta’mîm, umûmîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini de ihtarda bulunurdu. Mesela; Kur’ân’da mücmel olarak zikredilen namazı bütün rükünleri, şartları, sünnetleri ve âdâbıyla; haccı ifradı, kıranı, temettü’ü ve bütün teferruatıyla; zekâtı nisâbı, nevileri ve edâ keyfiyetiyle ayrıntılı olarak anlatırdı. Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak ele alınan mevzuların istisnalarını gösterir; mutlak olarak zikredilen hükümleri takyîd ederdi. Bazen de ayet-i kerimelerde tek kelime ile dahi temas edilmeyen meseleleri müstakilen hükme bağlardı.

Binaenaleyh, ilk asırdan bugüne kadar, Sünnet-i Seniyye, din ve dînî hayata esas teşkil etmesi bakımından hep Kur’ân’la beraber mütâlaa edilmiştir. Öyleyse, ne onu Kur’ân’dan, ne de Kur’ân’ı ondan tecrîd etmek mümkün değildir. Vahy-i gayr-i metluv olan hadisleri devreden çıkarmak ve onları vahy-i metluv olan Kur’ân’dan koparmak da bir yönüyle Kur’ân’ı mehcur (terkedilmiş) hale getirmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın beyanını Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sünnetini hesaba katmadan ele almak, bir manada, Allah’ın elçisinin vahye dayalı açıklamaları yerine beşerî ve nefsî yorumları ikâme etmek sayılır. Bu aynı zamanda, Kelâm-ı İlâhî’nin, Rasûlullah’a ittiba ile alâkalı emirlerini görmezlikten gelmektir ki, böyle bir anlayışı “Kur’ân müslümanlığı” addetmek de mümkün değildir.

Diğer taraftan, İslam uleması, dînî delilleri iki ana başlık altında mütalaa etmişlerdir: Birincisi; Kur’ân, Rehber-i Ekmel’in söz, fiil ve takrîrlerini ihtiva eden Sünnet, İcmâ (İslam fıkhına ait fer’î bir hükümde, muasır bütün müctehidlerin ittifak etmeleri) ve Kıyas (aralarındaki illet benzerliğinden dolayı, iki şeyden birinin hükmünün mislini diğerine de uygulama) olmak üzere “aslî deliller”dir. İkincisi ise, genel olarak Maslahat, Örf, İstihsan, İstishab, Şer’-u men kablena ve Sahabi kavli gibi şubelere ayrılan “fer’î deliller”dir.

Bütün bu delilleri hesaba katmadan Kur’ân’ı kendi enginliğiyle kavrayamazsınız. Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması için, onu Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğinde okumak gerektiği gibi, ayetlerin tesbitinden onların hakiki manalarının tayinine kadar pek çok meselede o ilk safı teşkil eden ve ilahî takdire mazhar olan Ashab-ı Kiram’ın mütabakatlarına ve onların tefsirlerine vâkıf olmak da lazımdır.

Öyle anlaşılıyor ki, bazıları “Kur’ân müslümanlığı” derken, bir dönemde muannid bir Kur’ân düşmanının, ona karşı dehşetli bir plân çevirmesi, “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” (!) demesi ve onun yerinde okunması için tercümesinin yapılmasını arzulaması misillü gizli bir maksat taşıyorlar. Zâhiren Kelâm-ı İlahî’ye inanıyormuş ve onu takdir ediyormuş gibi görünüyorlar; fakat, sözde Kur’ân dellallığı perdesine sığınarak hadis-i şerifleri, Sünnet-i Seniyye’yi ve sâir edille-i şer’iyeyi metruk kılmak için uğraşıyorlar.

Bütün bu ve benzeri meseleleri nazar-ı itibara alınca, “Kur’ân müslümanlığı” ifadesinin ve bu ifadeyle ortaya konan anlayışın iyi niyete makrun bulunduğunu ve Kur’ân’a saygının ifadesi olduğunu zannetmiyorum. Bu anlayışın temsilcilerinin çoğunun fantezi peşinde koştuklarını, bir lüks zaafına düçar olduklarını ve hatta bazılarının, megalomaniye yakalandıklarını, herhangi bir farklılık ortaya koyarak kendini ifade etme kompleksi yaşadıklarını düşünüyorum.

Ayrıca, “Kur’ân müslümanlığı” diyen kimselerin ortaya koydukları müslümanlık tarifleri ve anlayışları da birbirini tutmuyor. Zaten, duygu duruluğundan ve kalb safvetinden mahrum kimselerin anlayışlarının aynı olması düşünülemez. Çünkü, merkezden ve ana hattan ayrılan kimse, tâli bir sürü yola sapmaktan kurtulamaz. Nitekim, Cenâb-ı Hak, “İşte Benim dosdoğru yolum. Ona tâbi olun. Sakın, sizi Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uymayın.” (En’am, 6/153) buyurmuştur. Evet, Kur’ân-ı Kerim’i ve Din-i Mübin’i, Sahabe-i kiramın anladıkları ve yaşadıkları gibi kabul etmeyenlerin, akla hayale gelmedik patikalara, farklı farklı yollara sapmaları kaçınılmaz olur. Zira, o takdirde herkes kendi kafasına ve hevasına göre uygulamalara dalar, düşünce inhiraflarına kayar.

Hâsılı; asıl “Kur’ân müslümanlığı”, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in, Kur’ân ayetlerinin yanı sıra kendi ifade ve beyanlarıyla da tebliğ ettiği, sonra da İnsan-ı Kâmil oluşuna muvafık bir keyfiyette mükemmel bir temsille ortaya koyduğu ve Ashâb-ı Kiram efendilerimizin de Rehber-i Ekmel’den öğrenip uyguladıkları müslümanlıktır. Selef-i Salihîn tarafından, aslî ve fer’î bütün deliller gözetilerek çerçevesi belirlenen bu İslam anlayışını bırakıp, heva ve hevesine fikir sureti vererek Kelâm-ı İlâhî’ye sahip çıktığını iddia edenlerin yaptıkları, olsa olsa, Kur’an-ı Kerim’i mehcur kılmaktır.