236. Nağme: “İmzanız ‘hiç’ olsun; tevazu, mahviyet ve hacâlet sizde can bulsun!”

236. Nağme: “İmzanız ‘hiç’ olsun; tevazu, mahviyet ve hacâlet sizde can bulsun!”

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Kıymetli arkadaşlar,

Daha üç saat önce yaptığı ikindi sohbetinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususlar üzerinde durdu:

-Öyle bercesteler vardır ki şairleri unutulsa da kendileri darb-ı mesel halini almış ve onların altına imza/isim yerine “lâedri” yazılagelmiştir. Lâedrî, Arapça bir kelimedir; “bilmem, bilinmez, bilinmiyor” manalarına gelmektedir ve ıstılahta (terim olarak) “Yazanı belli değil” demektir. Bazı şairler de tevazu ve mahviyetlerinden dolayı kendi şiirlerinin altına Lâedrî imzasını atmışlardır. Aslında, bu düşünce mesleğimizde bir esastır; çok büyük işleri yapmalı ama altına “hiç” imzasını atmalıdır.

-Su, tevazu ve mahviyetin simgesidir; kim bilir, rahmet adını alışı da bu hasletindendir. Alvar İmamı ne hoş söyler: “Sular gibi yerlere kim yüzün sürer insan olur / Yerdeki yüz, daima şayeste-i ihsan olur.”

Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde şöyle buyurulmaktadır:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

-Hazreti Pîr, “Ben de sizin bu ders-i Kur’aniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan, bu kudsî hakikatler en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum.” demiş ve kendisine yapılan medihleri, hürmetleri reddetmiştir.

-“Ben hiçim” deyip kendini bir yere koymak ve küçüklüğünü kabullenmek, avamın tevazu ve mahviyetidir. Havassın mahviyetine gelince o “Senin ne kıymetin var ki?!.” dendiği an içinden bile olsa tepki vermemek ve “Allah razı olsun, kıymet-i harbiyem olmadığını sen bana hatırlattın; ne kıymetim var ki benim!..” diyebilmektir. Ehass-ı havasa göre mahviyet ise, övülmeyi sövülme kabul etmekten ibarettir.

-Tevâzu; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük mânâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Mahviyet; kendine haddinden fazla kıymet vermemek, tam tevâzu içinde olmak ve adeta üzerine bir çarpı çekip kendini yok saymaktır. Hacâlet ise, kendini çok eksik ve kusurlu görüp mahcubiyet duymak; dünya çapında başarılara muvaffak olsa da “Benim yerimde bir başkası bulunsaydı, bu işin çehresi daha farklı olurdu; demek ki ben bu işin çehresini biraz kararttım.” mülahazalarıyla dolu bulunmaktır. İnsanın başkaları hakkında hep hüsn-ü zanlı olması ama kendisini daima yetersiz bulması enaniyet gayyasına yuvarlanmamak için çok önemli bir dinamiktir.

-Gönülleri birbirine ısındırmak çok zordur. Kalbleri telif edecek, insanları birbirine sevimli kılacak ve dostluk köprülerinin kurulmasını sağlayacak olan sadece Allah’tır. Nitekim, İlahî Kelam’da “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin, yine de onların kalblerini birleştiremezdin; fakat, Allah onları birleştirdi. Çünkü O Aziz’dir, Hakîm’dir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Enfal, 8/63) buyurulmuştur. Evet, kalbleri birbirine ısındırmak, insanları bir araya getirmek ve onlardan bir vahdet örgülemek için dünya dolusu altın, gümüş sarfedilse yine de yeterli olmaz.

-Allah’ın lütufları, insandaki tahdis-i nimet duygusunu tetiklemeli ve Allah’a hamd ü senâ hislerini coşturmalıdır. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, insan her zaman: “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” mülâhazalarıyla oturup kalkmalıdır. Hz. Pîr, bu düşünceyi daha farklı bir ifadeyle şöyle dile getirir: “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” Evet, Hz. Pîr’e göre önemli bir vazife gördürülüyor, fakat vazife gören kişi bir neferden ibaret. Bundan dolayı o meâlen: “O Sultan-ı Zîşân, bazen bir neferi bile başkalarına madalya takmakla vazifelendirebilir. Benim vazifem de bundan ibarettir.” demek suretiyle mesleğin esası olan mahviyet, tevazu, hacalet ve kendini sıfırlama yolunu nazara vermiştir. Bu bakış açısına göre insan, mazhar olduğu ihsanları, fevkalâde bir donanım ve hususiyetin tezahürü olarak değil de, ekstradan lütfedilen, meccanen bağışlanan bir ikram-ı ilâhî şeklinde görmelidir.

-Küfrân-ı nimetten kaçınmalı, bir damla nimet karşısında bile yüz defa şükürle gürleyerek hep minnet hisleriyle oturup kalkmalısınız; ne var ki, meziyet, kemâlât ve hususi iltifatların varlığını kabul etmekle beraber onlara sahip çıkmamalı, kendinize mal etmemeli ve hepsinin Allah’ın lütufları olduğunu gönlünüzde duymalısınız. Yerine ve şartlara göre, özellikle gurur ve kibre kapılıp şirk şaibesine bulaşmaların söz konusu olduğu demlerde şahs-ı manevinin mazhar kılındığı ilahî iltifatları gürül gürül ilan etmeli, fakat, bilhassa kendi şahsınıza müteveccih ihsanları hamd ü senâ hisleriyle karşılamanın yanı sıra, onların istidrac (fasık ve facir kimselerin eliyle ortaya konan ve onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihan olan, iman ve salih amele iktiran etmeyen harika hâl, söz ve tavır) olabilecekleri hususunda da endişe duymalısınız.

-Gavsî ne hoş söyler: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana!..”

-Niyazi Mısrî’nin şu hoş sözünü hatırlatmakta da fayda var: “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyleyince gördüm ki ağyâr kalmadı.”

19:11 dakikalık bu hasbihali dualarınıza vesile olması istirhamıyla arz ediyoruz.