441. Nağme: Allah’ın Bilmesi Sana Yetmez mi?

441. Nağme: Allah’ın Bilmesi Sana Yetmez mi?

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önceki hasbihalinde şu hususlar üzerinde durdu:

*Ne celâlin cefâsı ne cemâlin rengârenk tecellisi/sefâsı insanı değiştirmemeli; o ciddi bir ufuk birliği içinde hep O’na müteveccih olmalı.

*Hizmette önde ücrette gerilerin gerisinde bulunmalı.. bir başka deyişle, hizmette Fatih, ücrette Ulubatlı Hasan gibi olmalı. Fatih gibi hizmet etmeli, Ulubatlı Hasan gibi ruhunun ufkuna yürümeli.

*Böyle dönemlerde hiçbir şey olmamış gibi hizmete devam etmek, hatta hızı biraz daha artırmak çok önemlidir. Şu kadar var ki, hız ikiye katlanırken o ölçüde de tedbir, temkin ve teyakkuz artırılmalıdır.

*Eskiden sadece temel değerlerinize düşman olanlar sizin karşınıza çıkıyorlardı fakat şimdi Abdullah İbni Übeyy İbni Selüllerle kuşatılmışsınız gibi bir hal var. Bugün -bazıları itibarıyla- bir nifak şebekesiyle karşı karşıya bulunulduğunu hatırdan dûr etmemek lazım.

*Selef-i sâlihîn tarafından zamanınıza kadar taşınıp omuzunuza yüklenmiş emanetleri muhafaza etmek için gereken bütün tedbirleri almak zorundasınız.

*Tam bir tecrid ve tecerrüd düşüncesi içinde her şeyi tâlî görerek sadece aslî olana yoğunlaşmak gerekmektedir. Aslî olan nedir? Mefkûre ve ruh âbidemizin ikâmesi…

*Ölesiye hizmet etmek fakat ücrete ve mükâfata dilbeste olmamak lazım. Hizmette bir kısım beklentilere girmek o işi akim bırakır.

*Yetiş imdada, yetiş ki yangın var!..

*Bugün aklıma geldi ki, hizmet eden insanlar hayatlarının sonuna doğru ad ve unvanlarını değiştirsin, kendilerini bilinmezlik ırmağına salsınlar!..

*Öbür tarafta hayırla yâd edilmedikten sonra burada sena edilip anılmanın hiçbir manası/kıymeti yoktur.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün namazını oturarak kılıyordu. İkâme ettiği nafile bir namazdı. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), namazdan sonra sordu: “Yâ Rasûlallah! Bir rahatsızlığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz?” Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi: “El-Cû’ yâ Ebâ Hüreyre! Günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”

*Mü’min, insanlar arasında yâd edilme sevdasına tutulmamalı, hatta kendini unutturmalı. Her şeyi bilen ve asla unutmayan Zât’ın bilmesini yeterli görmeli.

*“Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz öyle diriltilir ve haşredilirsiniz.”

*İnsanın gözleri dünyaya ne kadar açıksa, öteye o ölçüde gözleri açık gider. Hazreti Üstad’ın doktorluğunu yapmış olan Sadullah Ağabey, “Kızımı gelin edemedim.. oğlumu everemedim.” diye diye ölen ve ruhunu teslim ettikten sonra sol gözü bir türlü kapanmayan bir hastasının halini yorumlarken demişti ki: “Sol göz dünyaya, sağ göz âhirete bakar. Tûl-i emel ile, dünyada daha yapacak işleri olduğunu düşünerek öldüğünden sol gözü açık gitti.”

*İki gözünü de dünyaya teksif eden ahireti göremez. Hâlbuki dünyaya dünyalığı ahirete de ebediliği ölçüsünde teveccüh etmek lazımdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

“Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas sûresi, 28/77) Bu âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara” derken “ibtiğâ” fiilini kullanıyor ki bu, “Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete, ahiret kadar değer ver!” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de “nasibi unutmama” esasına bağlı kalınmalıdır.