502. Nağme: “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya!..”

502. Nağme: “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya!..”

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Şefkat ve Mukabele-i Bilmisil

*İnsanlara karşı derin bir alaka duymak, hatta hümanistlerin heceledikleri meselenin çok ötesinde derin bir alaka duymak lazımdır. Bir sözde ifade edildiği gibi, insanın imandan nasibi, mahlukâta şefkati nispetindedir. Zaten şefkat, Hazreti Pir tarafından bir düstur olarak ortaya konmamış mı? Bir karıncadan file, ondan da gergedana kadar her şeye şefkat etmek.. herkesin hayatına, yaşamasına, yaşama hukukuna saygılı olmak.. ve herkesi şefkatle kucaklamak…

*Hoş gör!.. Hoş göremezsen bari nâhoş görme!.. Nâhoş görsen de dillendirme!.. En azından bu mertebelerden, bu yörüngelerden birinde yol almaya bakmak lazım.

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinden biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

*Evet, size nasıl eza ettilerse, aynı eza ile mukabelede bulunmanız hakkınızdır. Fakat sabrederseniz, aynıyla mukabelede bulunmazsanız, civanmertçe bir tavır takınırsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz sizin için daha hayırlı olan yolda yürüme mecburiyetindesiniz.

Hele toplumun böylesine ayrıştırıldığı bir dönemde “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek!..”

*İslam dünyasında toplumun böylesine ayrıştırıldığı ikinci bir dönem gösterilemez. Kerrat ile arz ettim bunu; Haçlı dönemlerinde bile toplum böyle ayrıştırılmamıştı. İngilizler’in İstanbul’a gelip bayrak diktikleri, Fransızlar’ın bilmem nereyi işgal ettikleri, İtalyanlar’ın bilmem nereyi vesayetleri altına aldıkları, yani ülkenin dört bir yandan kuşatıldığı dönemde toplum yine kalb ve düşünce birliği içindeydi, baba-anne-evlat yan yanaydı. Ailenin içindeki fertler siyasi mülahazalarla parçalanmamıştı. Her şey yerli yerinde duruyordu. Evet, İslam dünyası günümüzde maruz kaldığı ölçüde bir şenaate, böyle bir denaete belki de tarihinde ilk defa maruz kalıyor.

*Siz yerinizde şimdiye kadar durduğunuz gibi durun. Bir düsturunuz da isterseniz bu olsun: Yerinizde sabitkadem olun. Evet, insanlar, sizden uzaklaşsalar da siz yerinizde durmasını bilmelisiniz. Çünkü onlar, sizden on kilometre uzaklaştığında siz de on kilometre uzaklaşırsanız, aradaki uzaklığı yirmi kilometreye çıkarmış olursunuz. Fakat siz olduğunuz yerde durursanız, aradaki uzaklığı yarıya indirirsiniz. Bu uzaklaşma da onlara ait bir hata olur. Şayet onlar, bir gün pişman olur ve dönüp gelmek isterlerse, o zaman çok zahmet çekmez, işledikleri hataları değişik diyalektik ve demagojilerle telâfi etme gayreti içine girmezler.

*Durduğunuz yerde durmanızın ve sabitkadem olmanızın bir manası da şudur: O yüksek karakterinizle, sövseler de yakışıksız söz etmeyin, döverlerse el kaldırmayın, kırarlarsa kırılmayın. Yunus Emre ifadesiyle “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek!..”

“Zâlimlere bir gün dedirir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke’llâhü aleynâ.”

*Mekke’nin fethi gerçekleştirildikten sonra herkes Rahmet Güneşi’nin etrafında toplanır ve O’nun gözünün içine bakarak kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), heyecan ve endişeyle bekleşen Mekkelilere, “Şimdi size ne yapmamı umuyorsunuz?” diye sorar. Esasen O’nun nasıl merhametli, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı Mekkeliler, “Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin!” şeklinde karşılık verirler. O’nun hedefi ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; O’nun hedefi, adaletin ikâmesi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerinin fethidir. Şefkat Peygamberi, o âna kadar düşmanlık yapan o insanlara karşı kararını şöyle açıklar: “Size bir zaman Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ‘Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisi’dir. Gidiniz, hepiniz hürsünüz.”

*Aslında bu yaklaşım, “İçinizde herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslubum da işte budur!” demek gibi bir şeydir.

*“Zâlimlere bir gün dedirir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke’llâhü aleynâ.” Ziya Paşa’nın bu sözü şu manadadır: Düşün ki, Hazreti Yusuf’a ne kadar zulmettiler. Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.”(Yusuf, 12/91) dedirtir.

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”

*Öyleyse, fırtınalar ne kadar şiddetli eserse essin, durmamalı, ümitsizliğe kapılmamalı ve asla yoldan dönmemeli. Birkaçınızı alsın preslesinler.. birkaçınızı alsın kahve dövüyor gibi dibeklerde dövsünler.. fakat geride kalanlar katiyen ye’se kapılmamalı, asla ümitsizliğe düşmemeli. “Demek ki hakkımızda Hakk’ın takdiri buymuş!” demeli, doğru bilinen yolda azim ve kararlılıkla yürümeli!..

*Enderûnî Vâsıf ne hoş söyler: “Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.” Hazreti Pir de şu esası nazara verir: Kadere iman eden, kederden emin olur; kadere iman, insanı, bulanmaktan ve bulanık şeylerden kurtarır.

*Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresinde geçen, قُلْ هٰذِهِ سَبِيلِۤي أَدْعُو إِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basiret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle…”(Yûsuf, 12/108) âyetiyle Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat ve tebliğ vazifesini basiret üzere gerçekleştirdiğine dikkatleri çeker. Âyette, “Ben, Allah’a basiret üzere davet ediyorum.” buyurulmaktadır. Bu ifadeyi, “Benim hakka davetim, irşat ve tebliğim, iyilik ve güzellikleri teşvik ve telkin adına ortaya koyduğum vesileler insan aklına, insan mantığına, insanın anlayış ve idrakine zıt değildir.” şeklinde anlayabiliriz. Demek ki, insanlara hitap edilirken, onların idrak seviyeleri, anlayış kabiliyetleri, neş’et ettikleri kültür ortamları, tarz-ı telakkileri hiçbir zaman nazardan dûr edilmemelidir. Diğer bir ifadeyle, muhatap olunan toplumun genel karakterini doğru okuma ve anlatılacak hususları onların hususi durumlarına ve kültür seviyelerine uygun olarak anlatma irşat ve tebliğde çok önemlidir.