504. Nağme: Yangın, O Reçete ve Gaflet

504. Nağme: Yangın, O Reçete ve Gaflet

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

O cephaneliklerin yığılmasına göz yumanlar vatana, millete, dine, diyanete ihanet etmişlerdir!..

*Nikbîn, hadiselerin kötü ve çirkin yüzlerine gözlerini kapatıp her şeyi sadece iyi ve güzel yönleriyle ele alan; bedbîn ise her şeyi kötü ve kapkara gören kişi demektir. Hakikatbîn veya hüdâbîne gelince, o, her şeyi kamet-i kıymetine ve keyfiyetine uygun olarak görmeye çalışan insandır. Doğru olan, hakikatbînliktir; istikamet erlerinin bakışı da bu olmalıdır, her şeyi bugünüyle, yarınıyla, öbür günüyle olduğu gibi ve bütün olarak görmek. Bugün her şey güllük-gülistanlık olabilir ama atmosfer şartlarının ne gösterdiği de itibara alınmalıdır. Şayet bağınızı, bahçenizi vuracak dolu, tipi, boran tepenizde kol geziyorsa, bunu da görmek lazımdır.

*Dıştan o cephanelikler sizin dağınızın, tepenizin dibine gömülmüşse.. o silahlar bir gün birilerinin eline verilerek mübarek Anadolu’da peşi peşine kargaşalara, kargaşalar fasit dairesine -o onu doğuran, o onu doğuran, o onu doğuran, birbirini takip eden fesat fasit dairesine- sebebiyet verecek şekilde stoklanmışsa.. siz de bunlara bilerek göz yummuşsanız, doğrudan doğruya vatana, millete, dinine, diyanetine ihanet etmiş sayılırsınız. Belki bir gün uluslararası hukuk da meseleye böyle bakacak ve Pinochet’leri alıp istintak ettiği gibi sorumluları istintak edecektir. Fakat o güne kadar ülkede belki de taş taşın üstünde kalmayacak. Bakmayın, öyle nikbînlik içinde her şeyi süt liman görmelerine bakmayın. Gafilin ve anlamayanın görüşüne göre hüküm vermeyin.

“Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!..” Mübarek ülkende Haçlı döneminde olduğundan daha fazla yangın var!..

*Bir toplum canavarlaşıyor, gulyabaniler haline geliyor, herkes birbirinden nefret ediyor. Bir de bütün bunlar, birilerinin mevcudiyetlerini devam ettirme adına, ayrıştırma gibi farklı bir yol ve yöntemle daha da içinden çıkılmaz hal alıyorsa.. ve bir de bu ayrıştırmalar kutsala dayandırılıyorsa; mesele Müslümanlık gibi gösteriliyorsa, bu kafirîlikler Müslümanlık gibi gösteriliyorsa, Müslümanlık diye sürüler bunların arkasından sürükleniyorsa… Herhalde o ülkedeki bütün felaketler onların yüzünden; zelzele oluyorsa o hainlerin yüzünden, insanlar insanları öldürüyorsa o hainlerin yüzünden; baba evladını, evlat babasını dinlemiyorsa, aile içinde kopukluklar yaşanıyorsa, aile fertleri birbirinden kopuyor ve birbirini düşman gibi görüyorsa, o serkarlar veya serkerler yüzünden.

*Onca utanmaz karşısında -bağışlayın beni- utanan insanlar kendilerine düşen misyonu eda etmeliler; el açıp yalvarmalılar, yürekleri çatlayasıya yalvarmalılar. “Allahım ecdattan tevarüs ettiğimiz vatanımızı ve milletimizi, onu bölüştüren bir kısım şakilere bırakma! Bilmem nereli bir külhânîye terkedilmeyecek kadar mübarek bir memleket, mübarek bir millettir; Allahım ne olur, o ülkeyi, o milleti hainlere bırakma!” diye başımızı yere koyup dua edelim. Allah için, Rasûlullah için, dininiz için, diyanetiniz için, bu korkunç yangını görmeye çalışarak, hiç olmazsa dualarınızla, birer itfaiyeci gibi davranın. Sûzî ifadesiyle “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var / Dedim: Zahirde mi? Dedi: İhfada yangın var! / Sefine-i kalbime yağlı paçavra attın ey dost / Bülent avaz ile dersin: Bakın deryada yangın var!” Yangın var!.. Senin mübarek ülkende Haçlı döneminde olduğundan daha fazla yangın var; işgal döneminde olduğundan daha fazla yangın var!..

Kürt Meselesinin Çözümü ve Doğu-Güneydoğu’nun Huzuru Adına On Sene Önce Sunulan Rapor/Reçete

*Bir hususu dile getirmeyi düşünmüyordum; o mesele benimle ölüp mezara gömülsün istiyordum. Evet, M. Akif’in “His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin? / Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.” dediği gibi; onların bu mevzudaki duyarsızlığını, hissizliğini, hareketsizliğini, leş kesilmişliğini ifade etmeyi hiç istemiyordum. Fakat icmâlen arz edeceğim:

*Yeni fitne ve fesat tohumunun saçıldığı dönem.. başkalarının senin ülkenin bir kesimini bir yönüyle cephanelik haline getirmek istediği, orada silah stokları yapmaya başladığı dönem.. işin başlangıcı. Tabir-i diğerle, “süreç” safsatasıyla bizim kendimizi aldatmamızdan sekiz-dokuz sene evvel… Haddimi bilmeyerek zamanın serkarlarına bir mesaj gönderdim. Gönderdiğim mesaj/rapor aklımda kaldığı kadarıyla şu maddeleri ihtiva ediyordu:

*Hazreti Bediüzzaman, o dönemde Prens Sabahattin’in yaptığı adem-i merkeziyet yönündeki çağrıları tenkit etmiş; toplumda birlik ve beraberliği sağlayan bağlar güçlendirilmeden adem-i merkeziyete gidilmesinin farklı unsurların merkezden kopmasına sebebiyet vereceğini, bunun da on üç asır evvel ölmüş olan cahiliye dönemi ırkçılığını canlandıracak bir fitneye yol açacağını belirtmiştir. Binaenaleyh, bölge merkezden asla koparılmamalıdır fakat orası tam bir cazibe merkezi haline getirilmelidir. Samimi gayretler neticesinde o coğrafya mutlaka kalkındırılmalı ve öylesine mamur hale getirilmelidir ki, önemli bir medeniyet merkezi konumunu yeniden kazansın, imrenilir bir vaziyete kavuşsun ve bölge halkının hepsi halinden memnun olsun.

*Orada eğitim çok ciddi şekilde ele alınmalıdır. Çünkü eğitim problemi çözüldüğü zaman çok problemler de çözülecektir. Çözülecek bu problemlerin başında da geleceği karanlık görme, sulh içerisinde hak ve adaletin bir gün ikame edilebileceğine inanmama ve ümitsizlik girdabında debelenme marazları vardır. O bölgeye tayin edilecek muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitmeliler. Bu yaşatma duygusuyla serfiraz, gaye-i hayali ve mefkûresi olan fedakâr rehberler, sağlam bir eğitim müessesesinde sağlam bir nesil yetiştirirler. Fedakâr öğretmenleri o tarafa göndermek suretiyle eğitim müesseselerini diriltici, canlı hale getirmek lazım. Zira mekteplerdeki o çocuklar -şehadetleri makbul olmasa bile- aileler içinde söyledikleri sözlerle Anadolu’nun diğer kesimine karşı en sadık şahitlerin tesirinden daha tesirli olurlar. Bu şekilde işi dipten almak suretiyle, bugün olmazsa yarın orayı ihya etmiş olacaksınız, rica ederim, (kimseye el öptürmem ama her zaman başkalarının elini de öpmüşümdür; belki onu da dedim bilemiyorum) elinizi öperim, ne olur bunu yapın.

*Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmesin? Bakın, yurtdışındaki okullarımızda Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. O bölgenin mekteplerinde de Kürtçe seçmeli dil olsun. Kürtçe radyoları olsun, televizyonları olsun.

*Sağlık açısında bölgeyi ele alın, sağlık müesseseleri kurun. Türkiye’de çok pratisyen hekim var, onların çoğu doğuya gönderilebilir. Çünkü her doktor, direk halkın yanında, evinde iç içe olup onları kucaklayabilir. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderilse. Onlar da sağlık ocaklarında onlara sağlık hizmetinde bulunsa, okullarda halka koruyucu hekimlik adına dersler verip sağlıksız şartların oluşmasını önlemiş olsa. Böylece hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etseler.

*Oraya gerçekten halkla içli dışlı olabilecek askerler tayin edilmeli. Bu suretle, bir yönüyle halkın dimağındaki darbe yapan, baskı uygulayan, balyoz gibi tepelerine inen o yanlış asker telakkisinin silinmesi sağlanmalı. Öyle insanlar gönderilmeli ki, 27 Mayıs’ın travması silinmeli, 12 Mart’ın travması silinmeli, 12 Eylül’ün travması silinmeli, 28 Şubat’ın o toplumda travması silinmeli.

*Keza, oraya gitmeye hazır emniyet memurları vardır. Sağlam karakterli, vazifeşinas, yaşatma duygusuyla serfiraz, içi yaşatma heyecanıyla dopdolu emniyet mensuplarını gönderin oraya. Gidip gerçek emniyeti temsil etsinler; hatta imkân dâhilinde çocuklar ile top oynasın, hediyeler versin ve gençlerle sıcak ilişkiler içinde olsunlar Çünkü çocuklar ve gençler daha önce oldukça ürkmüş, korkmuşlardır. Polis ya da asker abisinin elinden hediye alan ve onun tarafından giydirilen bir çocuğun devletine kötü nazarla bakması ve kandırılması oldukça zordur. Evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyebilecek, güvenin teminatı olan emniyet mensupları gönderin ki hem halkın gönlüne girsin hem de fesat ve idlâle fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsınlar.

*Yine yüreğini tamamen diriliş duygusuna bağlamış Mülkiyeliler, valiler, kaymakamlar, vali yardımcıları tayin edilmeli. Gaye-i hayali olan, enaniyetine bağlı kalmayan, yaşatma duygusunu yaşamanın önünde gören Mülkiyelileri hususi mahiyette seçin ve oraya tayin edilmeli. Halkın içinde olsunlar ister polisiyle ister emniyetçisiyle, ister askeriyle… Namaz kılan o insanlar sağa selam verdikleri zaman valiyi görsünler, sola selam verdikleri zaman kaymakamı görsün, emniyetçiyi görsün, polisi görsün, sağlıkçıyı görsünler.

*Bölgede oranın dilini bilen din adamları vazifelendirilmelidir. O halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderilmelidir. Ayrıca doğuda yetişmiş çok değerli âlimler mevcuttur ve orada kanaat önderlerine çok önem verilir. Onlara seminerler verilmeli, güvenlikleri temin edilmeli ve halkın kuvve-i maneviyesini arttırmak adına onlar yüreklendirilmelidir. Dahası yetiştirdikleri talebelere imam ve hatiplik imkânları sağlanmalı; halka kendi dillerini bilen samimi insanların rehberlik yapması için zemin oluşturulmalıdır.

*Bunları yapacak dünya kadar insan vardı; Mülkiyeliler vardı, valiler vardı, kaymakamlar vardı. Böylece dört bir yandan surlar oluşturulmak suretiyle mel’un düşüncelerin o mübarek toplumun içine sızmasına fırsat verilmeyecekti.

*Bunları söylerken, şimdiye kadar, endişe duyduğum bir şey oldu: Reçetenin mahiyeti bu, yaklaşım bu, konuşma bu. Fakat acaba bizim oradaki vatandaşlarımız, mübarek vatandaşlarımız (meseleyi farklı yorumlarlar mı?) Gönlümüzün sesiyle bunu söylüyoruz; ileriye matuf seçme-seçilme gibi bir derdimiz yok bizim. Başbakanlığımızı, Cumhurbaşkanlığımızı devam ettirme gibi bir derdimiz yok. Siz onları ona katlayıp önüme getirseniz, elimin tersiyle itmezsem, ben dünyanın en alçak insanıyım!.. Öyle bir derdimiz yok. Bizim derdimiz; gönüllerin imarı.. insanın yeniden ahsen-i takvim ufkuna ulaştırılması.. insana yeniden ne mahiyette yaratıldığının hatırlatılması; o mahiyet ve donanımına ait dinamiklerin anlatılması.. ve yeniden insanın kalbinin Allah’la buluşturulması.

*İşte bunları dedim âcizane; arkadaşımızla o notları gönderdim oraya. O günkü serkar elinin tersiyle itti bunları. İtti ve aynen şöyle dedi: “Ben oraya tayin edecek insan bulamıyorum. Bir vali tayin ettim, birkaç gün sonra ‘Beni -bu bilmiyorum ne türlü yer filan- buradan al!’ falan dedi.” Bahanesi buydu.

*Şimdi âcizane bir imamın, bir vaizin, haddini bilmeyerek işin başındaki bir insana on sene evvel gönderdiği reçetenin hâsılı bu. Belki bazı maddelerini de unuttum. Bunlar on sene evvel söylenen sözler. Bilmiyorum, onlarda hala var mı bunlardan izler. Hiç zannetmiyorum, çünkü bakışlarında adamlar dümdüzler!..