Haftanın Hadîs-i Şerîfi: İMAN EN BÜYÜK DEĞERDİR

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: İMAN EN BÜYÜK DEĞERDİR
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

En ilkel kavimlerden tutun da en uygar medeniyetlere varıncaya dek, genelde bütün toplumların özelde ise tek tek bireylerin tartışma mevzuu etmekten rahatsızlık duyacağı bir takım değerleri, inançları mutlaka olmuştur. Bu manada mutlak bir liberalizmin imkânına inanıp onu mümkün kılma uğruna varını yoğunu bezleden insanın dahi bir saplantısı mutlaka vardır ki bu -farkında olsun yahut olmasın- adeta tek tartışılmazı haline getirdiği, tabiri diğerle ilahlaştırdığı kendi mutlak liberalizm düşüncesidir. Burada “tartışma mevzuu edilemeyecek bir takım değerlere sahip olmanın, tenkit edilmesi gerekli olan bir şey olduğu” değildir anlatmak istediğimiz; hakikati ve mevsukiyeti münakaşa mevzuu olsun olmasın, her insanın bu türden sorgulanamazlarının olmasının tabi olduğu ve bunun da fıtratın bir neticesi olduğudur. Zira insan denen bu eşref-i mahlûkun en azından bir ayağını (inandığı değerler hakikatince) sağlama almadan ayakta durması mümkün değildir.

Bu fıtri kanundan hiçbir toplum müstağni kalamadığı/kalamayacağı gibi Saadet Asrı evvelinde putları kendi sorgulanamazları haline getiren Mekke müşriklerinin de bu kanunun nüfuz alanına girmemesi mümkün değildi. Kendi elleriyle şekil verdikleri tanrılarını dahi “layüs’el”lerinin (sorgulanamaz) başında görecek kadar düşünme ve akıl yürütme melekelerini rafa kaldırmış bir topluma, mucizeler bir sihir gibi gelecek; hakikatler ise duyulmak istenmeyenler arasındaki yerlerini alıp ademe mahkum edilecektir.

Böylesi bir toplumu inandığı şeylerin yanlışlığına irşad etmek ise başlı başına ilahi bir stratejinin yönlendirmesine muhtaçtır. Zira böylesine dikenlerle dolu bir arazide menzile selametle vasıl olmak ilahi bir menhec bir metod olmadan mümkün değildir. Bu Rabbani Metod ise ilk yönlendirmesini وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ “Önce en yakınlarını uyar!”[1] ayet-i kerimesi ile yapmıştır. Bu ayet-i kerime nazil olduktan sonra Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in nasıl hareket ettikleri ve akabinde cereyan eden hadiseler hadis-i şeriflerde şöyle ifade olunmaktadır:

عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ: لَمَّا نَزَلَتْ هَذِهِ الْآيَةُ: {وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ} [الشعراء: 214] وَرَهْطَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ، خَرَجَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى صَعِدَ الصَّفَا، فَهَتَفَ: «يَا صَبَاحَاهْ» ، فَقَالُوا: مَنْ هَذَا الَّذِي يَهْتِفُ؟ قَالُوا: مُحَمَّدٌ، فَاجْتَمَعُوا إِلَيْهِ، فَقَالَ: «يَا بَنِي فُلَانٍ، يَا بَنِي فُلَانٍ، يَا بَنِي فُلَانٍ، يَا بَنِي عَبْدِ مَنَافٍ، يَا بَنِي عَبْدِ الْمُطَّلِبِ» فَاجْتَمَعُوا إِلَيْهِ، فَقَالَ: «أَرَأَيْتَكُمْ لَوْ أَخْبَرْتُكُمْ أَنَّ خَيْلًا تَخْرُجُ بِسَفْحِ هَذَا الْجَبَلِ، أَكُنْتُمْ مُصَدِّقِيَّ؟» قَالُوا: مَا جَرَّبْنَا عَلَيْكَ كَذِبًا، قَالَ: «فَإِنِّي نَذِيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ» قَالَ: فَقَالَ أَبُو لَهَبٍ: تَبًّا لَكَ أَمَا جَمَعْتَنَا إِلَّا لِهَذَا، ثُمَّ قَامَ فَنَزَلَتْ هَذِهِ السُّورَةُ تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَقَدْ تَبَّ، كَذَا قَرَأَ الْأَعْمَشُ إِلَى آخِرِ السُّورَةِ.

İbni Abbas (radıyallahu anh) şöyle rivayet etmektedir:

“En yakın hısımlarını ve onlardan en seçkin kabileni inzar et.” âyet-i kerimesi nazil olunca Resulullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) Safa tepesi üzerine çıkarak “Âgâh olun, teyakkuza geçin!..” diye seslendi. (Müşrikler) “Bu haykıran kimdir? dediler; (görenler), “Muhammed” diye cevap verdiler. Bunun üzerine onun yanına toplandılar. Resulullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ey filân oğulları! Ey filân oğulları! Ey filân oğulları! Ey Abdi Menaf oğulları!  Ey Abdulmuttalip oğulları!” diye hitapta bulundu. Hemen yanına toplandılar. Resulullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) (onlara): “Ne dersiniz? Size şu dağın eteğinden bir takım atlıların çıkıp geldiğini haber versem beni tasdik eder misiniz?” dedi, oradakiler: “Biz senin hiç bir yalanını şahit olmuş değiliz.” dediler. Resulullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) “O halde ben size şiddetli bir azabın önünde (o azabı haber veren)  bir nezirim.” buyurdular. Bunun üzerine Ebu Leheb: “Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi topladın!” dedi sonra kalkıp gitti. Arkasından şu sure nazil oldu: “Ebu Leheb’in elleri kurusun ve hem de hakikaten kurumuştur…” A’meş sûrenin sonuna kadar bu tarzda okumuştur.[2]

Müslim-i şerifteki bir diğer hadis-i şerifte ise Fahri Kâinat Efendimiz’in:

“Ey Kâ’b b. Lüey oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Murratü’bnü Kâ’b oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdi Şems oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdi Menaf oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Haşim oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Abdulmuttalip oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarın. Ey Fatıma! Kendini cehennemden kurtar. Çünkü ben sizin için Allah’tan hiç bir şeye malik değilim. Şu kadar var ki, sizin bir hısımlığınız var, ben bu hısımlıktan doğan haklara riayet edeceğim.” buyurdukları rivayet olunmaktadır.

İmam Tahavi hazretlerine göre “nefisleri cehennemden kurtarmak”tan murad: “imanı olmayanların iman etmesi, imanı olanlarında onu kuvvetlendirmesidir”.

Bu ve bu minvalde, sair kütüb-ü sahihada zikredilen hadis-i şeriflerin ifade ettikleri hikmetler adına şu hususlara temas etmekte fayda var:

Öncelikle Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in “Ben sizin için Allah’tan hiçbir şeye malik değilim” buyurması; şefaat yetkisinin dahi Allah Teâla tarafından kendisine verilecek bir yetki olduğundan hareketle, bir hakikatin ifadesi olduğu gibi, aynı zamanda O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Rabb-i Rahim’ine hürmetinin de bir ifadesidir. Zira Hak katında mağfur olmanın gerekçeleri arasında Nezd-i Uluhiyet’te kadr-u kıymeti âlî olan kullara hısım yahut akraba olmanın kişiyi azab-ı ilahiden masun kılacağına dair bir beyanın varlığı bilinmemektedir. O din gününde kişinin yoldaşı sadece yapıp ettikleri ve yapmayıp öteledikleri olacaktır. Bütün bunların da hakikatte değerleri itibaridir aslında. Zira affetmek de azaba düçar kılmak da O’nun (celle celâluhu) yed-i kudretinde, kabza-i tasarrufunda olan bir iştir. O nedenle Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem)  açıktan tebliğ vazifesine, Kendisini bizzat terbiye eden Rabbi’ne derin bir saygı şuuru ile başlamıştır.

Öte yandan; ahirette şefaatin varlığını inkâr edenlerin bu hadis-i şerifi kendi görüşlerine payanda olarak kullanmak istemeleri ise hadis-i şerifi bağlamından kopararak okumanın acı bir neticesidir. Ki bunun da ilim adamı olmak ve ilmilikle alakasının olmadığı açıktır.

Öncelikle bu beyanlar tebliğin açıktan ilk kez yapıldığı bir ortamda ifade olunmuştur ki meclisi oluşturan bireyler asılları itibariyle ahiret inancına sahip olmasalar da ticarette bulundukları Yahudi ve Hristiyanlardan ahiret bilgisini elde etmişlerdi. Tebliğde önemli bir düstur ise ortak noktalardan, en azından ortak bilgilerden hareket etmektir. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in de metodu bunu göstermektedir. Bilgi düzeyinde bile olsa tebliğ ve irşada ortak bir zeminden başlanılmış olması, muhatapların tepkilerini aza indirme, en azından öteleme adına önemli bir stratejidir. Bu sebeple Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz onları cehennemden kendilerini kurtarmaya çağırmakta, “Eğer O dediklerinde haklı ise ve gerçekten de Allah’ın elçisi ise ona inanmamamızın bir zararı olmaz; zira aramızda bir hısımlık söz konusu” gibi bir mülahazaya zihinlerde meydan vermemektedir. Fahr-i Kâinat Efendimiz’ in daha en baştan böyle bir mülahazanın kapısını sürgülemiş olması, içinde neş’et ettiği toplumun kodlarına vukufiyetinin ne derece engin olduğunun bir ifadesidir. Zira kabile asabiyeti cahiliyede kabilelerin en önemli güç kaynaklarındandır. Davasında haklı olsun olmasın bir kabile üyesinin yahut o kabileye bir eman ile sığınan bir yabancının can ve mal güvenliğini temin etmek o kabilenin en önemli vazifesi ve hatta şerefi olarak kabul edilegelmiştir.

Ziyafete çağırdığı misafirlerinin aynı zamanda kendisinin hısımları, yakın akrabaları da olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, inanmama adına her türlü argümanı değerlendirmeye müheyya bir müşriki de pek âlâ hısımlık düşüncesi idlal edebilir. Zira nasıl ki; dünyada kendilerine dokunacak en küçük bir zararda hısımlık ve akrabalık bağları koruyucu bir zırhtır; henüz varlığını ve mahiyetini bilmediği o yerde de (ahirette) bunun böyle olmaması için bir sebep yoktur. Çünkü O’nun (sallâllahu aleyhi ve sellem) tebliğ buyurduklarına iman etmeleri demek dünyevi pek çok imkândan geri kalmaları demektir ki henüz o dönemde putlarla dolu Kâbe onlar için vazgeçilmesi neredeyse imkânsız bir gelir kaynağıdır. Bu düşünce kodları ile hareket eden bir kitlenin kaçış rampalarını çok iyi bilen Fahr-i Kâinat Efendimiz bu yolu da hemen oracıkta hakîm bir üslup ile kapatıvermiştir. Ve böyle yapmakla da; “Evet, ben dünyada size karşı hısımlıktan doğan haklarınıza riayet ederim ama bu hısımlığın orada size sağlayacağı bir fayda olmayacaktır!” demek istemektedir adeta.

Meselenin cereyan ettiği vasat bu olunca, mezkûr hadis-i şerifleri şefaatin yokluğuna delil olarak ileri sürmek aklen kabul edilebilir bir şey olmadığı gibi ilmen de mazur görülebilir bir hata değildir. Zira böyle bir ortamda, kendisine zaten iman etmiş sevgili kızı Fatıma Validemiz’e dahi böylesine şedid bir tahşidatta bulunması, müşriklere, iman etmeden gitmenin bedelinin ne derece ağır olacağını göstermesi bakımından son derece manidardır. Öte yandan şefaatin varlığına delil pek çok hadis-i şerifin bu hadiseden sonra ifade buyrulduğu da açıktır. Hatta ameli anlamda bir değer üretmesi imkânının kalmadığı sekerat-ı mevt hengâmında, amcası Ebu Talib’e “Amcacığım! Bir kez ‘La ilahe illallah’ de, sana ahirette şefaat edeyim” buyuran Fahr-i Kâinat nazarında iman en büyük değerdir ve şefaate istihkak açısından kâfi bir ameldir.

Bu üslubun hikmetleri açısından şunu da ifade etmekte fayda var: Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem)  “kendi mesajını başkalarına iletmekle kalmayıp bizzat kendisinin içtenlikle uyguladığını görmesi için yakınlarını da bunu benimsemeye çağırması gerekmekteydi. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhisselam) hayatı boyunca bu ilkeden ayrılmamıştı. Mekke’nin fethinde şehre girince şöyle ilan etmişti: “Cahiliye döneminde insanların ödediği her türlü faiz ayaklarımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de amcam Abbas’a ödenecek olan faizlerdir”[3] buyurmaları da bu ilkeden asla ödün vermediğinin bir ifadesidir.

Neden İlk Olarak En Yakın Akrabalar?

Mezkûr ayet-i kerimenin daima beraberinde taşıdığı sorulardan birisi “neden evvela akrabalardan başlanılmasının istendiği”dir. Böyle bir isteğin hikmetini sual eden bir soruya mübelliğ ve tebliğ olunan kimseler olmak üzere iki açıdan cevap aramak mümkündür.

Mübelliğ Açısından: Evvela kitle olarak ilk muhatapların sıhri yakınlıkları olan kimseler olması tebliğ eden açısından psikolojik bir rahatlık sağlayan önemli bir unsurdur. Zira kişinin kendi hısım ve akrabaları çağırılan bu yeni dine dair hakikatleri dinleme hususunda hısımlıkları bulunmayan sair insanlara kıyasla daha anlayışla hareket edeceklerdir. Nitekim Ebu Leheb gibi bir mütemerridin çıkışı olmasaydı o gün o mecliste Resulullah’a iman edenlerin sayısının farklı olacağı muhakkaktı.

Neticeleri açısından ise zaten hısımlıktan kaynaklanan bir sıyanet hep olagelmiştir. Fakat hısımlıktan kaynaklanan bu tabi sıyanetin imandan neş’et eden bir sıyanetle de perçinlenmesi davasına omuz verecek birilerini arayan bir Resul için son derece önemli bir güç kaynağıdır. Nitekim amcası Ebu Leheb’in iman etmeyişinin “ona kendi hısımlarından inanmayanlar varken biz neden inanalım ki” türünden bahane üretmeye teşne sair insanlara lojistik destek sağlamış olabileceği sonucuna varmak için azıcık insan ve toplum psikolojisi bilgisi kâfidir. O her halükarda davasını tebliğ ve savunmaya azmetmiş Şanı Yüce Nebidir! Bunda zerre miskal şüphe yoktur! Ne var ki -esbap açısından- kabilesinin hısım ve akrabalarının desteğini almış bir Mübelliğin kendi davasını insanlar nezdinde savunması ve daha seri neticeler alması çok daha kolaydır.

Tebliğ Olunanlar Açısından: Öncelikle akıl bunu emreder. Zira hısım ve akrabalık bağları ve hâkim toplumsal algı böylesi büyük bir nimetten öncelikle kendilerinin istifade etmesi gerektiği düşüncesini onlara verir. Başta amcası Ebu Talip olmak üzere; o çocukluğundan itibaren Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) koruyup kollamış, ihtiyaçlarını gidermek hususunda kardeşinin emanetini kendi öz oğullarından gözle görülür derecede üstün tutmuştur. Şimdi böylesi üzerine titreyen bir amcanın hanesinde, onun sevgisi ile büyümüş bir Peygamberin getirdiği dinin haberini başkalarından sonra almış olmasının hâsıl edeceği üzüntünün telafisi hiç de kolay olmayacaktır. İşte bu türden ictimai hayata dair her mevzuda Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) kendi kabilesiyle tabiî olarak ayrı bir ilişkisi olmuştur. Onlarla olan duygu alışverişi hısım olmanın fıtratı gereği; hısım yahut akrabası olmayan insanlara oranla da daha fazla olmuştur. O nedenle açıktan tebliğde ilk muhatapların yakın akrabalar olmasının istenmesinin geri planında bu türden hikmetler gizlidir denilebilir.

Cenâb-ı Hak her şeyin en doğrusunu bilendir.

Sefa Salman

[1]. Şuara suresi, 26/214

[2]. Sahih-i Müslim,İman 355.

[3]. Tefhimu’l-Kur’an, bkz. İlgili Ayet’in Tefsiri.