Ahirete Ait Zevk ve Lezzetleri de Feda Etme Ufku

Ahirete Ait Zevk ve Lezzetleri de Feda Etme Ufku
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hazreti Üstad’ın, “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de!” cümlesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Çağın devasa kâmetinden önce yaşayan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz (radıyallahu anh) Hallac-ı Mansûr, İmam Rabbanî ve daha başka Hak dostları da buna benzer sözler söylemişlerdir. Onlar, adeta cehennem kapısında duran sıyanet meleği gibi davranmış ve insanların oraya yuvarlanmaması adına sürekli çırpınıp durmuşlardır. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, kollarını makas gibi açmış ve “Burası çıkmaz sokak!” demişlerdir.

O, En Başta Dünyasını Feda Etti

Hazreti Pîr, bu sözünde ilk olarak başkalarının imanını kurtarmak için dünyayı terk ettiğinden bahsediyor. Hakikaten onun hayatına göz atan bir insan, baştan sona bütün bir ömrün bu sözü tasdik ettiğini görecektir. Zira onun seçmiş olduğu hayat tarzı normal bir insan için yaşanabilecek, dayanılabilecek gibi değildir. Onun bütün hayatı sürgünler, hapishaneler, zindanlar, baskılar ve mağduriyetlerle doludur. Kimi zaman hapishane hücresini bile yeterli bulmamış ve onu -o pak ruh beni mazur görsün- kendilerince helâ gibi bir yere tıkmışlardır. Üstelik soğuk ve dondurucu kış günlerinde bu hücrenin pencerelerini de açmış ve adeta onu ölüme terk etmek istemişlerdir. Hatta bunlarla da yetinmeyerek onu tam on dokuz defa zehirlemişlerdir. Hapishanelerdeki maddi işkence ve zulümler bir yana, bu devasa kâmet, dışarıda da peşine takılan mahalle bekçileri tarafından takip edilmiştir.

Hâlbuki Hazreti Pir, eğer isteseydi, başkaları gibi makam ve mevki sahibi olabilir, herkes gibi rahat ve lüks içinde yaşayabilir ve dünya zevklerinden faydalanabilirdi. Zira o, çok erken dönemden itibaren büyük plan ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahipti. Konuştukları ve yazdıklarıyla kitlelere tesir ediyordu. Daha meşrutiyet yıllarındayken yaşanan kargaşalarla ilgili Sünûhat isimli eserini yazmış ve bu eserinde problemlere çözüm olabilecek pek çok disiplin ortaya koymuştu. Aynı şekilde Muhakemât isimli eserini yazdığında ulemanın bile ezberini bozmuştu. Anadolu’yu gezerek isyana hazırlanan aşiretleri ikna etmiş; meydanlarda yaptığı konuşmalarla da asi zümreleri yatıştırmıştı. Divan-ı Harp’te yargılandıktan sonra duygu ve düşüncelerinden hiç taviz vermeyerek avazı çıktığı kadar, “Yaşasın zalimler için cehennem!” diye bağırabilecek ölçüde de bir cesarete sahipti.

Eğer böyle muhteşem bir dimağ azıcık dünyayı düşünseydi ve çevresindekilere mümaşat yapsaydı elde bir gülde bir yaşardı. İstiklâl mücadelesini takip eden yıllarda mecliste bir koltuk da o kapar, orada uslu uslu oturur ve böylece sürekli iltifat görürdü. Kendisine aidât-ı mestûre yani günümüz ifadesiyle örtülü ödenekten bir kısım servetler, imkânlar tahsis edilirdi. Başkaları gibi onun da bağları, bahçeleri, yalıları, villaları olurdu ve böylece refah içinde, dünyevi hayat itibarıyla bir şekilde gül gibi yaşayıp giderdi. Fakat o, davası uğruna bunların hepsini elinin tersiyle itmesini bildi ve başkalarının imanını kurtarma adına kendisi katlanılmaz bir hayata talip oldu.

Ahireti Feda Ne Demek?

Öte yandan Hazreti Bediüzzaman, milletin imanını kurtarmak için ahiretini de feda ettiğini ifade ediyor. Bu hususta bile nefsini düşünmüyor. Yani o, Allah’la münasebetini güçlendirme adına bir köşeye çekilerek inziva hayatı yaşama, erbaînlere girme, şahsî terakkisini gerçekleştirme, zevk-i ruhaniye açılma, keşif ve kerametler izhar etme, el ve etek öptürme gibi yollara da girmiyor. Milletinin imanını selamette görme meselesi onun biricik gaye-i hayali haline geldiğinden, dünyeviliğe talip olmadığı gibi uhreviliğe de talip olmuyordu. Peki, onun ahirette Allah’tan bir beklentisi yok muydu? Vardı elbette. Fakat bunu Allah’ın fazlından, kereminden, hususi rahmetinden bekliyordu.

Burada şunu da hemen belirtmek gerekir ki Hazreti Pîr ve onunla aynı duygu ve düşünce çizgisini paylaşan insanlar, milletiyle bütünleşmiş ve umumî bünyenin bir parçası haline gelmişlerdir. Onlar adeta o bünyenin kafasının içinde yer alan nöronlardan bir tanesi olmuşlardır. Dolayısıyla onlar, acısıyla tatlısıyla bünyede olup biten her şeyi derinden derine duyar ve bundan çok ciddi manada etkilenirler. İşte böyle bir insan Hazreti Ebû Bekir gibi, “Vücudumu öyle büyüt ki, cehennemi ben doldurayım ve oraya başkaları girmesin!” diyebileceği gibi “Milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” da diyebilir.

Fakat Üstad’ın sahip olduğu bu vicdan enginliğine sahip olmayan birinin bu sözleri hakiki manada anlaması mümkün değildir. Evet, bir insanın bu fedakârlık ufkunu anlayabilmesi için, insanların bugün çektikleri muhakkak azabın yanı sıra daha sonra çekecekleri mukadder ve muhtemel azabı da kendi içinde bir yangın gibi hissedebilmesi gerekir. Bu ise bütün insanlığı kucaklayan engin bir vicdana sahip olmaya bağlıdır. Siz isterseniz buna evrensel vicdan da diyebilirsiniz. İşte böyle bir vicdana sahip insanlar, başkalarının elemleriyle üzülür, lezzetleriyle de sevinirler. Öyle ki dünyanın neresine ateş düşerse düşsün, onları da yakar. Zira onlar bu ateşin acısını vicdanlarında duyarlar.

Bu itibarladır ki, herkes için diyemesek de bizim gibi sıradan insanların bu engin mülahazaları tam manasıyla anlayabilmeleri mümkün değildir. Biz belli ölçüde varsa çocuğumuzun, eşimizin, arkadaşımızın elemlerini duyabilsek de, bütün insanlığı kucaklayabilecek bir engin vicdana sahip değiliz. Böyle bir marifet ufkuna ve vicdan enginliğine açılmadığımız için de çok defa o büyük zatların çektikleri ızdırabı anlamakta güçlük çekiyoruz.

Bir zaman tanıdığım birisini Yaşar Hoca’nın bir vaazına götürmüşlerdi. Merhum her zamanki gibi vaazında derin bir heyecanla ve gözyaşlarıyla konuşmuştu. Ben, misafir arkadaşın bundan etkilendiğini düşünürken onun, “Bu adam niye böyle pis pis hıçkırıp duruyor!” dediğini işitmiş, hayret etmiş ve çok üzülmüştüm. Bir tarafta anlama ve hissetme kabiliyetinden mahrum kaba bir düşünce, öbür yanda ise dışa akseden inceliğin numunesi engin bir vicdan vardı. Böyle engin bir vicdanın duyup hissettiklerini anlamak ise onunla aynı ufku paylaşmakla mümkündü.

Allah Hakkı Her Şeyin Önünde Olmalı

İşte Şah-ı Geylanî, Hazreti Gazzâlî, İmam Rabbanî ve Hazreti Bediüzzaman gibi zatlar çok geniş bir daireye kilitlendiklerinden ve çok geniş bir alanla alâkadar olduklarından dolayı kendilerini düşünmemişlerdir. Böyle bir abide şahsiyeti tanıma bahtiyarlığına ermiş olanlara gelince onlar da, aynı fedakârlık ufkunu paylaşma peşinde koşmalıdır. Evet, adanmış ruhlar hiçbir zaman, hayatın tadını çıkarmak için, yaz günlerinde dağların tepelerine çıkıp kış bastırdığı zaman sahile inerek yalılarda keyif sürme gibi düşünceler arkasında koşmamalıdır. Onlar akıllarına gelebilecek bu tür mülahazaları çok rahatlıkla ayaklarının ucuyla itmesini bilmelidir. Ama bunun yanında onlar keşif ve keramet gösterme, insanların içini okuma, metapsişik mülahazalar içinde dolaşma, ruhanilerle beraber kanat çırpma gibi manevî füyuzât hislerinden de fedakârlık göstermeli ve kendilerini sadece milletin imanını kurtarmaya adamalıdırlar. Talip olunmadığı halde gelen bu tür manevi füyuzât hisleri karşısında ise “Acaba Allah beni bununla imtihan mı ediyor?” endişesini taşımalı ve aynı zamanda “Allah’ım eğer bunlar istidraç değil de Senin birer lütfun ise Sana hamd ederim. Fakat ben bunlara talip değilim.” diyecek kadar da bu konuda mert bir duruş sergilemelidirler. Esasında böyle temkinli bir yaklaşım aynı zamanda Allah hakkını her şeyin önünde görme demektir.

Burada yanlış anlaşılabilecek bir noktaya dikkat çekmekte fayda olabilir: Ahiretini feda veya manevî füyuzat hislerinden fedakârlık, ibadet ü taati, evrâd u ezkârı terk veya ihmal etmek demek değildir. Bilakis bunları mümkün mertebe en üst seviyede yerine getirmekle beraber, hedefte keşf u keramet, ruhanî zevk ve lezzetler değil, kulluk vazifesini yerine getirme ve duyup tattıklarını başkalarına da duyurup tattırma vardır. Hem zaten ibadet ü taat, evrâd u ezkâr ile kendi imanını muhafaza altına almayan birinin başkasının imanını kurtarması mümkün değildir.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, insanın kendisini düşünmeyerek sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkması, hep O’nu hecelemesi, insanlığı düşünerek gecelemesi bir peygamber vasfıdır. Ötede insanlar belirli kategorilere ayrılırken din, iman, Allah, Kur’an ve insanlık için çırpınıp duranlar da inşallah peygamberlerle birlikte haşr olacaktır. Bu yüzden himmetler âli tutulmalı, yaşama duygusu bir kenara bırakılıp hep yaşatma ideali peşinde koşulmalıdır.