Aradığımız Huzur ve Kendimizi Sorgulama

Aradığımız Huzur ve Kendimizi Sorgulama
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bir mü’minin; ister ferdî hayatında, isterse temsil
ettiği kurum ve içtimaî konumu açısından kendini sorgulama ahlâkı nasıl
olmalıdır?


Günümüzde ferdî ve ailevî pek çok huzursuzluğa şahit oluyoruz. Meselâ, aile
müessesesinde eşler arasında veya evlat ile anne-baba arasında ciddi
huzursuzluklar yaşanıyor. Fert ve aileden kaynaklanan bu huzursuzluklar zamanla
içtimaî müesseselere de aksediyor ve bu durum, toplumda daha büyük kırılma ve
arızalara sebebiyet veriyor. Hâlbuki eczası savablardan meydana gelen ve
hayatlarını isabetli işlerle örgüleyen fertlerden mürekkep bir toplumun arızalı
olması düşünülemez. Bu sebeple eğer bir toplumda bir arıza zuhur etmişse, bu
arızanın onun moleküllerinden yani fert ve aileden kaynaklanan bir durum olduğu
rahatlıkla söylenebilir. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)
cevamiü’l-kelim olan bir sözlerinde bu durumu ne güzel özetler. O buyuruyor ki;

كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ

“Nasıl iseniz öyle
idare edilirsiniz.”
(Kenzü’l-ummâl, 6/89) Yani siz sütseniz, kaymağınız
süt; yoğurtsanız, kaymağınız yoğurt olur. Fakat eğer sizin şap gibi bir hâliniz
varsa kaymağınız da şap olur. Bu açıdan öncelikle aile müessesesinde ve ardından
bütün bir toplumda gerçek huzura kavuşmayı, huzur soluklayıp huzur yudumlamayı
düşünüyorsak, toplumu meydana getiren fertler olarak hepimiz, evvela kendimizle
yüzleşmeli; yüzleşip kendi hata ve kusurlarımızla hesaplaşmalıyız.


Hizmetçi İdarecilik Anlayışı


Meselâ toplumdaki belli problemleri halletmenin önemli bir yolu, bir kurum
veya müesseseyi temsil edenlerin, yani başta bulunan idarecilerin,

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

“Bir topluluğun efendisi,
onlara hizmet edendir.”
(Kenzü’l-ummâl, 7/710) hadis-i şerifiyle ortaya
konan düsturu bir hizmet felsefesi olarak benimsemeleridir. Evet, hizmet eden
insanlarla beraber hizmete iştirak etme, Efendiler Efendisi’nin (aleyhissalâtü
vesselâm) yüce bir ahlâkıdır. Öyle ki, O Sultan-ı Enbiya, bir sefere
çıkıldığında, yemek hazırlamak üzere herkes bir işin ucundan tutarken,
yıldızların kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serildiği, varlığın ille-i
gaiyesi, kâinatın medar-ı iftiharı O Zat da odun toplama vazifesini üstlenerek
sahabe efendilerimizin yaptığı işe iştirak ediyordu. “Üsve-i hasene” olan
Efendimiz’in yolu bu ise, o hâlde bilmemiz gerekir ki, bizim amirlik yaparak,
dayatmacı tavırlar içine girerek, zoraki tavziflerde bulunarak bir sonuca
varmamız mümkün değildir. Bundan dolayı, bir idareci en başta kendisi yapılması
gerekli olan işleri yapmalı ve böylece yanında çalışan insanları harekete
geçirip onları da o işi yapmaya teşvik etmelidir.


Ne var ki, bu çok önemli meseleyi, bugün, toplumumuzdaki yerleşik ahlâk
açısından realize etmek de öyle çok kolay olmayacaktır. Çünkü günümüzde, büyük
çoğunluğu itibarıyla fertlerin zihin ve his dünyasına, benlik ve enaniyet
hâkimdir. Dolayısıyla hayatın değişik kademelerinde belli bir konumu ihraz eden
kişiler, kendilerini diğer insanlardan daha farklı ve üstün görmekte,
çevresindeki insanlara karşı muamele ve tavrını da bu anlayışa göre
şekillendirmektedir. Bu sebeple toplumda yerleşmiş bulunan bu genel teamülleri
birdenbire değiştirmek ve onun yerine farklı anlayışlar ikame etmeye çalışmak
insanlara birkaç mutasyonu birden yaşatmak gibidir ki, netice itibarıyla bu
kadar mutasyona maruz kalan bir varlığın yaşaması mümkün değildir. Evet, siz
toplumun sırtına kaldıramayacağı bir yükü yüklerseniz, o toplumu, o yükün
altında ezmiş olursunuz. O zaman yapılması gereken, bir avuç dahi olsa, bu
meselenin doğru olduğuna inanmış insanların, onu hayatlarına hayat kılması,
kendi hayatlarına tatbik etmesidir. Yani âmirane, mütehakkimane tavırlar yerine,
yapılması gerekli olanı yapmak suretiyle insanlara rehberlikte bulunmasıdır. Bu
yapılabildiği takdirde, zamanla bu ahlâkın topluma da yayıldığı, toplum
tarafından da benimsendiği görülecektir.


Dert Ortağı Olan İdareci


Haddizatında memurlara düşen amirlerine saygı göstermek olduğu gibi,
büyüklere düşen de onlara karşı şefkatle muamelede bulunmak ve yapmalarını
istedikleri şeyleri bilfiil yapmak suretiyle onlara yol göstermektir. Bu durumu
ifade sadedinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)

لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوقِّرْ
كَبِيرَنَا

“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize
saygı göstermeyen bizden değildir.”
(Tirmizi, Birr 15) buyuruyor.
Görüldüğü üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)
küçüklerimize şefkat etmeyen, onları bağrına basmayan, kucaklamayan, sıyanet
etmeyen, gerektiği ölçüde üzerlerine eğilmeyen; büyüklerimize karşı da saygılı
ve hürmetle dopdolu olmayan kimseler için, “Bizden değildir.” buyurmak suretiyle
böyleleri hakkında oldukça ağır bir ifade kullanmış ve böylece bu meselenin
ehemmiyetine dikkat çekmiştir.


Burada haşiye düşülmesi gereken bir husus vardır: Büyüğe karşı saygılı olmak,
onun dediklerini yerine getirmek, gösterdiği şeyleri yapmak esasen küçüğün yani
idare edilenin bir vazifesidir. Bununla birlikte büyüğe düşen de ondan hürmet
beklememektir. Ona düşen; emri altındakilerin şefkat, merhamet ve mülâyemetle
üzerlerine eğilmek, onların derdini paylaşmak, hatta onlar inlerken onlarla
birlikte inlemektir. Bir mektepteki müdürden alın da, bir rehbere kadar, bir
kazadaki kaymakamdan bir vilayetteki valiye, hatta bir devleti idare eden insana
kadar idareci konumunda bulunan bir kişinin, sorumluluğu altındaki insanlardan
dertli birisini gördüğü zaman, derdini paylaşacak ölçüde, mesul olduğu
insanların içinde olması lazımdır.


Bildiğiniz üzere, aklından zoru olan bir kadın, huzur-u risalet-penahiye
gelerek bir problemi olduğunu söylüyor ve İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan
(aleyhissalâtü vesselâm) bu problemini çözmesini istiyor. Ardından İki Cihan
Serveri’nin elinden tutan kadın, yarım kelimelik bir itiraz görmeden o sokak
senin, bu sokak benim Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) alıp
götürüyor. Artık ne tür bir isteği varsa, Allah Resûlü’nü götürüp o isteğini
yerine getirtiyor. İşte her idarecinin bu kadar insanların içinde olması
gerekir. Çünkü siz onların içine girmezseniz onlar da sizin içinizde olmazlar.
Siz onları idare edeyim derken, onlar sizi idare ederler. Bu husus, gerçekte
öyle olunmadığı hâlde, sadece şirin ve sempatik görünmek suretiyle elde edilecek
bir mesele de değildir. Eğer böyle düşünüyorsanız, keser döner, sap döner gün
gelir hesap döner ve bir gün bütün hesaplarınızın alt üst olduğunu görürsünüz.
İşte o zaman bir de bakarsınız ki, size şirin görünen insanların hepsi, nâ-şirin
olmuş; sempatik görünenler ise antipatik kesilmişler. Böyle bir pozisyona
düşmemek için onların kalblerine girmenin yolları aranmalıdır. Yerine göre
onları eksik ve kusurlarından dolayı ikaz edip tedibde bulunsanız da, sonra bir
kenara çekerek çok rahat, “Kardeşim! Biraz önce belki biraz sert konuştum, bana
hakkın geçti. Hakkını helal et. Hakkını helal etmen için elimden ne geliyorsa
yapmaya hazırım.” diyebilmelisiniz. Sizin bir baba veya annenin daha ötesinde
bir şefkatle yaptığınız bu muamele onların gönlünü öyle bir fetheder ki, onları
kendinize râm edersiniz. Böyle olunca da işleriniz bir saat gibi tıkır tıkır
işlemeye başlar. İşte yuvada, sokakta, mektepte, Kur’ân kursunda, camide vs.
bütün müesseselerimizde böyle bir ahlâkın yerleşmesi adına, insanlar rehabilite
edilip o seviyeye yükseltilmelidir.


Evet, kendisi ile yüzleşmeyen, kendisini sorgulamayan; meydana gelen
kusurları, işin başlangıcında veya realize edilme sürecinde kendi yaptığı
hatalara bağlamayan bir insan sürekli dışta kusurlu arar durur ancak bir türlü
ne suçluyu bulabilir, ne de o kusurlardan kurtulabilir. Fakat dönüp kendisine
bakan, “Ben nasıl bir hata ettim ki, her şey yolunda giderken böyle bir
problemle karşılaştık?” deyip kendini sorgulayan insan ise, Allah’ın izni ve
inayetiyle, önündeki engelleri aşar ve yaptığı işlerde muvaffak olur.


“Olanlar Benim Yüzümden Oldu”


İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında yerlerini alan en güzide cemaat
Mekke’yi fethediyor ve o fetihle gönülleri şahlanıyor. Ardından Huneyn’e
yöneliyorlar ancak orada ilk başta muvakkat bir hezimete uğruyorlar. Kur’ân-ı
Kerim, Mekke’yi fetheden bu başarılı ordunun maruz kaldığı hâli şu ifadelerle
anlatır:

لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ
إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ
عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ
مُدْبِرِينَ

“Şurası bir gerçek ki, Allah size pek çok yerde ve bu
arada Huneyn gününde de yardım etti. O gün, sayıca çokluğunuz içinizde kendinizi
beğenme hissi hâsıl etmişti. Ama bu size hiçbir fayda vermemişti. Olanca
genişliğine rağmen, dünya başınıza dar gelmişti. Sonra da yüz geri olup gerisin
geriye çekilmeye durdunuz.”
(Tevbe sûresi, 9/25) Bizim için ashab-ı kiramı
sorgulamak bir saygısızlık ve terbiyesizliktir. Ancak burada bir hakikate
dikkatleri çekmek için böyle bir hususu kendimizce ifade etme mecburiyetinde
kaldık. Evet, oturuşları kalkışları, yemeleri içmeleri, kısaca yaptıkları her
şey Allah’ın marziyatına muvafık düşen o seçkin insanların kalbine,
yaptıklarından dolayı azıcık bir beğenme duygusu gelince, içlerinde hâsıl olan
böyle bir duygudan dolayı geçici bir hezimet yaşadılar. Ardından da, Allah
Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) arkasına sığınmak suretiyle o hezimeti
yeniden zafere çevirdiler. Çünkü O Rehber-i Küll, Mükteda-yı Ekmel Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem), kalbine asla böyle bir duygunun girmesine müsaade
etmemişti.


Şimdi Kur’ân-ı Kerim, sahabe-i kiram efendilerimiz gibi seçkin bir topluluğu
bu şekilde ikaz buyuruyorsa, o zaman bizim, yaşadığımız her falso ve fiyasko
karşısında kendimizi sorgulamamız ve “olanlar bizim yüzümüzden oluyor” diyerek
nefsimizle hesaplaşmamız gerekmez mi? Meselâ, bizi çekemeyen ve senelerdir
aleyhimizde yazıp çizen insanlar var. Böyle bir durum karşısında bizim: “E ne
yapalım, Allah onları öyle bir tabiatta yaratmış. Zaten biz ne yapsak bu
adamları memnun edemeyecektik!” şeklinde düşünmemiz doğru değildir. Böyle
diyeceğimize şu şekilde düşünmemiz Kur’ân aklîliği ve Kur’ân mantıkîliğine daha
muvafık düşer, zannediyorum: “Acaba biz, bu insanların, insanî duygu ve
düşüncelerini harekete geçirebilmek ve böylece onlarla belli bir çizgide
uzlaşabilmek için alternatif bütün yolları değerlendirebildik mi? Acaba bu
insanlara karşı bir üslûp hatamız oldu mu? Bir bilgeye giderek, bu durum
karşısında onun düşünce ve tekliflerini aldık mı?”


İkaz ve İrşat Karşısında Tepki


Ayrıca bilinmesi gerekir ki, arıza ve eksikliklerinin sorgulanmasına müsaade
etmeyen, sorgulanmayı asla kabul etmeyen, Türkçemizdeki enfes tabirle burnundan
kıl aldırtmayan bir insan bir yönüyle hasta demektir. Özellikle kast sisteminin
hâkim olduğu yerlerdeki bazı insanlar o türlü sorgulamalara hiç alışık ve açık
değillerdir. Kendilerine yöneltilen en küçük bir tenkide bile tahammül edemez ve
bundan dolayı kavga çıkarırlar. Hatta umuma söylenen hata ve kusurları bile
tepkiyle karşılarlar. Bundan dolayı ikaz ve irşatta bulunan kişinin mevcut bu
hâlet-i ruhiyeyi göz önünde bulundurması ve adımlarını ona göre atması gerekir.
Evet, bugün yüzüne karşı kusuru söylendiğinde, Hz. Pir’in yaklaşımıyla
“Koynumdaki akrebi haber verene rahmet.” deyip bundan memnun olacak insan sayısı
pek azdır. Çünkü evvela insanımızı böyle bir seviyeye çıkaracak, kemale
erdirecek yuvamız yok ve sokak da onu verecek durumda değil. Mektep o duygu ve
düşüncenin dışında çok farklı müfredat programlarıyla dolu. Mâbed, namaz
kıldığımız, vaaz u nasihat dinlediğimiz ve böylece Allah’a
yaklaştığımız/yaklaşacağımız güzel bir mekân olsa da, ülfet ve ünsiyete yenik
düşmüş hâlimizle, onun mesajları da bize bayatlamış ve partallaşmış bir şekilde
aksediyor. Evet, mâbedde dahi gönüllerde heyecan uyaracak yeni bir şey
söylenmemektedir. Orada dahi ciddi bir aşk-ı nebevî ve aşkullah nümayan
değildir. Şimdi bütün bu müesseselerin hepsinde bir boşluk yaşanıyorsa, bu
durum; hazımsızlık, kusurunu görmeme ve yanlışı söylendiğinde hemen ona tepki
verme gibi çok derin ve farklı boşluklar şeklinde topluma aksetmektedir.
Dolayısıyla toplumun tepeden tırnağa çok ciddi bir rehabilitasyona ihtiyacı
olduğunu kabul etmemiz gerekir. Zira görülüyor ki, aslında hepimizde, kusurumuz
söylendiği zaman, şöyle veya böyle hemen bir tepki kendini göstermektedir. Bu
açıdan ikaz ve irşat mevzuunda, toplumun genel durumu hesaba katılarak çok
hassas hareket edilmelidir.


Başımdan geçen bir hâdise ile konuyu biraz daha tavzih etmeye çalışayım.
İzmir’e ilk gittiğim yıllarda Erzurumlu, hayatını Sünnet-i Seniyye çizgisinde
sürdürmeye çalışan kıymetli bir arkadaşım vardı. Gözünün içine baktığınızda,
onda size Allah’ı hatırlatabilecek mânâlar görürdünüz. Bu arkadaşıma bir gün
şöyle bir teklifte bulundum: “Yanlışlarımı gördüğün zaman sen beni ikaz
edeceksin. Senin bir yanlışın olduğu zaman da ben seni uyaracağım.” Böylece
çizgimizi bulma, Allah’ın bizi koyduğu yerde yörüngemizi takip etme ve yanlış
yolda yürümeme adına birbirimize yardımcı olacaktık. İşte böyle bir mukaveleden
sonra, namazın secde ve rükûlarında tesbihleri istenen seviyede söylememem
karşısında bir gün yanıma geldi ve bana şöyle bir ikazda bulundu: “Falanlar gibi
ne öyle namazı verip veriştiriyorsun. Allah’a en yakın olunan o hâli niye dolu
dolu dua ile zenginleştirmiyorsun?” Şimdi bakın, onunla bu konuda bir kardeşlik
mukavelesi yapmış olmamıza ve bunu da benim teklif etmiş olmama rağmen kemal-i
teessüfle itiraf etmeliyim ki, fren yemiş araba gibi sarsıldım. Ancak, Rabbime
hamd olsun ki, hemen kendi içime dönerek: “Şimdi iradenin hakkını verme zamanı.
Bu onun vazifesi olduğu için benim mukabelede bulunmamam gerekir. Zaten ben de
bunu hak etmiştim. Namazda böyle bir hususa dikkat etmeliydim.” dedim. Başka bir
gün ben de bir hususta onu ikaz etmiştim. Zannediyorum o da aynı şekilde
sarsılmıştı.


Bunu şunun için arz ettim: Siz başkalarının kusurlarını, eksik ve gediklerini
onların yüzlerine karşı söylediğinizde, herkes bunu rahatlıkla içine sindirip
hazmedemeyebilir. Bu açıdan bu tür durumlarda söylenecek şeyler usûlüne göre
söylenmelidir. Bu konuda Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem)
üslûbu ne kadar latîf, ne kadar hoştur. Bildiğiniz üzere O, birisi bir kusur
yaptığı zaman, cemaat içinde onu teşhir etmek suretiyle onun onuruyla
oynamıyordu. Hemen minbere suud buyuruyor ve umuma hitap etmek suretiyle hem
kusuru olan kişinin hem de diğerlerinin ders almasını temin ediyordu. Böylece
hem muhatap rencide edilmiyor, hem de bir yanlış, yanlış olarak bırakılmayarak
onun düzeltilmesi istikametinde bir gayret ortaya konmuş oluyordu. Dolayısıyla
karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin
tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üslûplar bulma yoluna gitmeliyiz.
Aksi takdirde kusurları düzelteyim derken, insanları rencide edip incitirsek
üslûpta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç
beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız.