Bakanın Oğlu, Komutanın Kızı ve İnternet Sayfaları

Bakanın Oğlu, Komutanın Kızı ve İnternet Sayfaları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Özellikle son senelerde, bazı devlet büyükleri ve onların aile fertleri hakkında tenkit, gıybet ve hatta iftira içeren haberlerin oldukça arttığını görüyoruz. Toplum nezdinde önemli bir konumda bulunan kimselerin onurlarını kıran, itibarlarını zedeleyen ve onları küçük düşüren yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?


Cevap: Düne kadar, “medya” denilince sadece radyo, televizyon, gazete ve mecmua akla geliyor; bu isim altında beraberce mütalaa edilen ve yaygınca kullanılan kitle iletişim araçları bu dörtlüden oluşuyordu. Günümüzde bunlara “İnternet” de dahil oldu. Adını uluslararası çalışma ağı manasına gelen iki kelimenin kısaltılmasından alan “İnternet” dünyanın her köşesinden milyonlarca bilgisayarın birbirine bağlanmasıyla meydana geldi ve bambaşka bir haberleşme ağı, çok hızlı bir bilgi alış-veriş hattı teşekkül etti.


Her gün biraz daha gelişen ve büyüyen medyanın ve özellikle İnternet’in pek çok hayrı da beraberinde getirdiği inkar edilemez. Onun sayesinde dünya kadar bilgiye bir anda ulaşabiliyorsunuz. Kendim İnternet kullanmasam da, arkadaşlarda gördüğüm kadarıyla, ancak koca bir kitabı tarayarak elde edebileceğiniz bir bilgiyi İnternet aracılığıyla birkaç tuşa basarak öğrenebiliyorsunuz. Bilgisayarınızın başındayken adeta dünyanın en büyük kütüphanesinde çalışıyormuş gibi, merak ettiğiniz hemen her mevzu ile alakalı malumâtı rahatlıkla bulabiliyorsunuz. Bir ayet, bir hadis ya da herhangi bir kelime hakkında yüzlerce müellifin mütalaasını çok kısa bir sürede ekranınızda görebiliyorsunuz. Ayrıca, küçük odanızda oturduğunuz aynı anda yeryüzünün her yanıyla kolayca haberleşebiliyor; duygu ve düşüncelerinizi bütün dünyayla paylaşabiliyorsunuz.


İnternet’in Çirkin Yüzü


Fakat, maalesef, insan bir işle meşgul olurken her zaman zaruret ya da ihtiyaç sınırları içinde kalamıyor; bazen gereksiz ve faydasız şeylere de bulaşabiliyor. Hususiyle gençler, İnternet’i kullanırken lâubâlîliğe açılabiliyor ve mâlâyânîliğe girebiliyorlar. Harama karşı gözünü kapayacak, kalbini zabt u rabt altına alacak, duygu ve düşüncelerine vize soracak kadar iradeli olamayanlar, seyahatlerini kendi âlemlerinde devam ettiremiyor ve zamanla başkalarının karanlık dünyalarına kayabiliyorlar. Sahilden bir kere ayrılınca da bâtılın tasvirine iyice dalıyor, sâfî zihinlerini tamamen bulandırıyor ve o bataklıklardan çıkamaz hale geliyorlar. Heva ve heves peşinde zaman tükettikçe en ulvî insanî hislerini de birer birer kaybediyor ve bir daha geriye dönmemek üzere bataklığa gömülüyorlar. Hem öyle bir gömülüyorlar ki, anne-babalarıyla samimi sohbet etmek, eş ve çocuklarıyla hoş zaman geçirmek, hatta böylece aile hukukunu gözeterek zamanın her anını ibadet yapıyormuş gibi değerlendirmek ve arkadaşlarıyla sohbet-i Canan’da bulunmak dururken, “chat” adı altında güya “sohbet” etme bahanesiyle olmadık fısk u fücurlara, gıybet ve yalanlara, onca günahlara giriyorlar; hem vakitlerini israf ediyor hem de ailevî münasebetlerin bütün bütün bozulmasına ve yuvaların yıkılmasına bâdî olabilecek cürümler işliyorlar.


Tabii ki, bu günah ne İnternet’e ne de televizyon gibi diğer medya organlarına aittir. Bütün muvasala ve muhabere vasıtaları, iletişim araçları birer silah gibidir. Nasıl ki, Çanakkale’de düşmana karşı kullanılan silah öpülüp başa konulsa sezâdır, mukaddestir; fakat, bir mü’minin kanının dökülmesine sebep olan ya da bir kargaşada kullanılan silah uğursuzdur, kötüdür. Aynen öyle de, İnternet, fuhşa açık birinin elinde, insanları müstehcenliğe ve felakete götüren bir araç; hakiki bir mü’minin idaresinde ise, Cennet’e adam taşıyan nurdan bir vasıta olur. Dolayısıyla asıl kötülenmesi gerekli olan, İnternet siteleri, televizyon ekranları ya da gazete sayfaları değil, onları muzır işlerde kullanan fena insanların duygu ve düşünce örgüleridir.


Maalesef bugün, istediğini istediği zaman göklere yükselten ve dilediğini de hemen gayyâlara batıran; bâtılı tasvîr edip sâfî zihinleri şirâzeden çıkaran ve insanları büyüleyip dilediği yana sürükleyen medya, hayırdan çok şerre sebebiyet vermektedir.. şimdilerde genç-ihtiyar, kadın-erkek, okumuş-okumamış hemen herkes televizyondan sonra İnternet denen devvâr u gaddârın elinde de bir oyuncak ve bu sihirbazın meshûr (büyülenmiş) bir piyonu halini almaya başlamıştır. Mevcut durumu itibarıyla o, bedeni ve cismâniyeti, ruhun ve kalbin önüne çıkararak, vicdana kezzâp döküp insan hissiyatını köreltmekte; gıybete ve iftirâya prim vererek dünya kadar bühtân bağımlısı yetiştirmektedir. Dolayısıyla da, onun aracılığıyla herkes, herkesle oynama imkanı bulmakta ve sürekli olumsuz şeyler yazılıp çizilmektedir.


İnternet Haydutları


Dahası, günümüzde şeytanlık mevzuunda dimağlar daha bir inkişaf etmiş gibi.. medyayı şer hesabına kullananlar öyle değişik yollar deniyorlar ki, ne kanun başa çıkabiliyor onlarla ne de kanun uygulayıcıları. Emniyet görevlileri suçluları derdest ediyorlar, adliye memurları mücrimleri içeri atıyorlar; fakat, onlar mutlaka bir kısım kanunî boşluklar buluyor ve çok geçmeden yeniden dışarı çıkıyorlar. Tabiî, kanunları yapanlar, herkesin hissiyâtını ve oynanması muhtemel oyunların hepsini bilemediklerinden dolayı hiç boşluk bırakmayan hükümler vaz’ edemiyorlar. Zaten bu da normaldir; çünkü, kanunlar statiktir, istiâb alanları sınırlıdır ve belirli bir süre değişmezler, sabit kalırlar. Dolayısıyla, mücrimler çoğu zaman kanunî bir boşluk buluyor ve onu kullanıyorlar. Şahsen, kanun yapanları da bu hususta mazur görüyorum. Çünkü, insanların duygu ve düşüncelerini, bazılarının oyun ve hilelerini, arsızların düzenbazlık ve şeytanlıklarını bütünüyle keşfedip hepsine uygun kanun koyacak olsalar kütüphaneler dolusu kitaplar istiâbında hükümler vaz’ etmeleri gerekir ki, onun da altından kalkılmaz ve o şekilde hüküm verilemez, kanun yapılamaz.


Bu itibarla, medyada aleyhinize bir haber neşredilse, kalkıp açıklama yapabilir, tavzih ve tashihte bulunabilir; yalan-yanlış haber yapanları tekzîb ederek tazminat davası açabilirsiniz. Bazen bu yolla densizlere hadlerini bildirmeniz, haksızlıklarını yüzlerine vurmanız, tazminat kazanmanız ve böylece gıybet ve iftira ihtiva eden yayınların önünü almanız da mümkün olabilir. Fakat, maalesef, özellikle de İnternet’te çoğu zaman daha dolambaçlı yollarla, çok farklı argümanlarla karşılaşmanız ve kanun boşluklarından yararlandıkları için tecavüzlerine hiç son vermeyen kimselere muhatap olmanız da muhtemeldir.


Bazıları değişik İnternet siteleri vasıtasıyla sürekli insanların ırz, haysiyet ve şerefiyle oynarlar; fakat, öyle bir uslûb kullanırlar ki, onun karşısında ne emniyet ne de mahkeme bir şey yapabilir. Mesela, birkaç fırça darbesiyle kenarından köşesinden hafif değişiklikler yaptıkları bir fotoğrafı neşrederler; fotoğrafın kime ait olduğu bellidir ve herkes daha ilk bakışta resmin sahibini çıkarır ama fotoğrafın altında isim olmadığından dolayı böyle bir saldırıya maruz kalan insan mahkemeye başvuramaz, tazminat davası açamaz. Hak iddia edecek olsa, “Bu resimdekine benzeyen sadece siz misiniz?” karşılığını alır; bu defa da “… yağırı olan gocunur” hakaretine maruz kalır. Herkes bilir ki, o yayında tahkir ve tezyif vardır; fakat, kullanılan üslûb itibarıyla hukuk ona karşı bir şey yapamaz. Dolayısıyla da, “Çamur at, izi kalsın!” mantığıyla hareket edenler, insanların ırz, namus, şeref ve haysiyetlerini ayaklar altına almaya ve onların istikbaliyle oynamaya devam edip dururlar.


Ayrıca, bu meselenin çok vahim bir yanı daha var: Bazıları asıl kimliklerini saklayarak değişik ad ve unvanlarla gizli yayınlar yapıyorlar. İzlerini kaybettirmek ve yakalanmamak için de hep hareket halinde bulunuyorlar. Onların zulmüne uğrayan mağdurlar emniyete ihbar etseler de, güvenlik güçleri çoğu zaman onları bulmakta zorlanıyor, bazen de hiç bulamıyor. Nereden yayın yaptıkları, adres ve telefon numaraları belli değil. Her defasında başka bir yerden, çirkin emellerine alet ettikleri sitelere yükleme yapıyorlar; bugün bir internet kafeyi kullanıyor, yarın da bir üniversiteye tezgahlarını kuruyorlar. Emniyet görevlileri o kafeye ya da üniversiteye gidene kadar da onlar çoktan başka bir adresin yolunu tutmuş oluyorlar.


İftiraların Hedefi: Ricâl-i Devlet ve Toplum Önderleri


Öyle ya da böyle, maalesef, bugün hemen herkesin haysiyet ve şerefiyle oynuyorlar. Kimi kendilerine ters görüyorlarsa mutlaka onunla meşgul oluyorlar. Mesela; büyük bir Hak dostunu hedef seçiyor ve onu yerden yere vuruyorlar. Aynı zamanda, onun şahsında dünya kadar insanın, müslümanlığa ve İslâmî değerlere karşı teveccühlerini kırıyorlar. İtibar kredisi yüksek olan bir insanın onur ve haysiyetine darbe vurmak suretiyle onun da içinde bulunduğu koca bir hareketi bitirmeyi hedefliyorlar. Başka yollarla üstesinden gelemedikleri, esaretleri altına alamadıkları ve arzuları hesabına kullanamadıkları kimseleri akla hayale gelmedik iftiralarla mağlup etmeye ve bitirmeye çalışıyorlar.


Evet, daha önce de ifade ettiğim gibi şahsen İnternet’le hiç meşgul olmuyorum; bazen arkadaşlardan haberleri dinlerken görüyorum ki; bu karanlık kimseler, bir defasında millete ve millî değerlerimize hizmet eden bir Hak dostunu karalıyor; bir başka defa da ülkeye yararlı olabilecek bir hukuk adamını, emniyet müdürünü, rektörü ya da hâkimi hedef olarak seçiyorlar. Bazen çalışa çalışa, alnının teriyle ve güven kredisiyle bir yere gelmiş milletvekillerine, bakanlara ve hatta bir başbakana saldırıyor; kimi zaman da kendini ülkesine ve ülküsüne adamış, ordusuna hizmet etmiş ve çok önemli yerlere gelmiş bir kuvvet komutanına hücum ediyorlar. Su-i zanlarını ve gıybetlerini seslendirmekle de yetinmiyor; korkunç isnad ve iftiralarda bulunuyorlar; “çaldı, çırptı” diyor, fuhuş isnad ediyor, hatta vatana ihanetle suçluyorlar. Şayet, bitirmeyi düşündükleri insanın kendisinde bir açık bulamazlarsa, bu kez de onun yakınlarından bazılarını dile doluyor, varsa onların kirli çamaşırlarını açığa vuruyor; “Bakanın oğlu şöyle, generalin kızı böyle!” dedikodularını etrafa yayıyorlar. Bu yalan ve iftiralarını İnternet üzerinden bir anda milyonlarca insana ulaştırabiliyor ve nazarları o söylentilere çeviriyorlar, zihinleri o türlü kîl ü kâl ile dolduruyorlar. Böylece, insanların o şahıs ya da şahıslar hakkındaki kanaatlerini sarsıyor, güvenlerini zedeliyor ve herkesi herkes hakkında şüpheye düşürüyorlar.


Ayrıca, İnternet’i gizli emelleri için bozgunculuk hesabına kullanan bu fesat ruhlular, devlet meseleleriyle ve vazifelerinin gerekleriyle uğraşması icap eden insanların moralini bozuyor ve onları asılsız isnad ve iftiralarla günlerce meşgul ediyorlar. Böyle bir zulme uğrayan insan, artık yapması gerekli olan işleri bırakıyor; kendini anlatmaya, onur ve haysiyetini temizlemeye ve nefsini tezkiye etmeye duruyor. Aylar boyunca, saldırganları bulup çıkarmaya, onların yalanlarını yüzlerine vurmaya, halk nezdinde kaybettiği itibarını yeniden kazanmaya ve bir kere daha asıl vazifelerine koyulmaya çalışıyor.. ve tabiî bunca dağınıklık, dengesizlik ve muvazenesizlik neticesinde millet zarar görüyor, ülke menfaatleri zarara uğruyor.


Aslında, hiç kimse onur ve haysiyetiyle oynanmasını istemez; izzet ve şerefine leke sürülmesine razı olmaz. Ne var ki, bu konuda bazı insanların durumu çok daha hassastır. Bazılarının kanunlar tarafından belirlenen, millet nezdinde takdir edilen ve toplum fertlerince hüsn-ü kabul gören bir konumları vardır. O konuma göre bir kısım vazife ve sorumluluklar söz konusu olduğu gibi aynı zamanda farklı teveccühler de mevzubahistir. Şayet, sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmeye çalışan bu insanlar, bekledikleri teveccühü bulamaz ve aksine incitici, hafife alıcı nazarlarla karşı karşıya kalırlarsa çok rencide olurlar. Bazı kimseler, onlar hakkında sürekli yalan-yanlış haber yapar, günbegün onları biraz daha itibar kaybına uğratırlarsa, o insanlar sabahtan akşama kadar bu meseleyle hafakandan hafakana girer ve artık vazife göremeyecek bir duruma düşerler. Siz kendi vicdanınızda onlara bir yer verin ya da vermeyin, bazı kusurlarından dolayı onları sorgulayın veya sorgulamayın; fakat, bir yönüyle, onlar kanunların vaz’ ettiği esaslara göre, basamak basamak yüksele yüksele bir yere gelmiş kimselerdir ve kendilerine bulundukları yer itibarıyla, kendileri için takdir edilen onur seviyesinden bakarlar. Dolayısıyla, size bir iğne ucunun değmesi kadar rahatsızlık veren meseleler onlara çuvaldız saplanmış gibi tesir eder. Bu itibarla, o güne kadar, kaşlarını çatıp da, “Haydi çekilin oradan!..” dediği zaman, bazılarını dize getiren ve şapkalarını alıp gitmeye mecbur eden, iğnenin ucuyla dokunma kadarlık bir tahkir ve tezyifi bağrına zıpkın saplanmış gibi derinden hisseden bu insanları, onların özel konumları ve kendi mülahazaları itibarıyla değerlendirmek gerekir. Yoksa, o insanlar dengesizliğe itilmiş, hissiliğe sevk edilmiş ve mantık dışı hareketlere zorlanmış olur. Tabii, ülke yararına çok hayırlı işler yapabilecek bu insanların böyle zor duruma dûçar edilmelerinden dolayı da yine kaybeden devlet olur, millet olur.


Sanık Sandalyesindeki Paşa’nın Teşhîri


Bir röportajda da açıkça ifade ettiğim gibi; Erdil Paşa’yı eşi ve kızıyla birlikte sanık sandalyesinde iki büklüm görünce çok üzüldüm. Keşke, hukukun gereği de ihmal edilmeden daha yumuşak bir yol, daha az rencide edici bir üslûb bulunsaydı.. keşke, medya organları o mahkemeyi haber yaparken daha temkinli davransaydı ve su-i zanların nerelere kadar gidip dayanabileceğini de hesaba katsaydı. Tabiî ki, hak ve adaletin yerini bulması çok önemlidir ve adalet karşısında herkes eşittir. Fakat, bir de, yargı önüne çıkarılanların insanî durumu söz konusudur. Kanaatimce, birbirine karıştırılmadan bu iki hususun icapları da yerine getirilmelidir.


Evvela, başka hiçbir ülkede olmadığı kadar bizim milletimizde askere karşı bir alaka ve güven vardır. Elbette, böyle bir müessesenin yıpranmaması için, haklarında bazı iddialar bulunan kimselerin araştırılması, sorgulanması ve böylece kurumun aklanması konusunda Genelkurmay’ın göstermiş olduğu hassasiyet pek yerindedir. Ne var ki, meselenin insanî boyutuna gelince; düşmüş bir insanın onurunun tamamen kırılmasını ve rencide edilmesini uygun bulmuyorum. Hele söz konusu kimse, Erdil Paşa gibi belli bir seviyeye gelmiş, toplumumuz için çok önemli olan bir müessesenin zirvesine yükselmiş ve kuvvet komutanı olmuş bir insansa, onun düşmüşlüğü ve mahcubiyeti teşhir edilmemeliydi, daha insanî olunmalıydı diye düşünüyorum.


Bu düşüncemde de bütün bütün hissî olduğumu sanmıyorum; İslam tarihine şöyle bir baksanız, bu konudaki kanaatlerimi destekleyecek pek çok hadise göreceğinizi zannediyorum. Mesela; Hazreti Ömer Efendimiz, bir Hac mevsiminde valileri Kâbe’de toplamış, herkesin huzurunda onları hesaba çekmiş ve halkın şikayetlerini dinlemişti. Halktan biri kalkıp, “Ey mü’minlerin halifesi! Senin valin bana yüz kırbaç vurdu!” deyince, Hazreti Ömer (radiyallahu anh) meseleyi tahkik etmiş; valiye kısas uygulanmasına ve vurduğu kırbaç sayısınca ona da vurulmasına karar vermişti. Bunun üzerine Amr bin Âs hazretleri, “Eğer böyle yapmaya kalkarsan, şikâyetlerin ardı arkası kesilmez. Arkadan gelenler de senin yaptığını aynıyla uygularlar; böylece idarecilik müessesesinin itibarı gider ve milletin kendi başındaki insanlara güveni kalmaz.” demişti. Hazreti Ömer, “Allah Rasûlü’nün, bizzat kendisine bile kısas yaptığını gördüğüm hâlde ben kısas yapmayayım mı?” diye sorunca, Hazreti Amr (radiyallahu anh) “Davacıyı bize bırak, biz kendisini râzı ederiz; davalıya da bir şekilde cezasını ödetiriz.” cevabını vermişti. İbn-i Sa’dın rivayetine göre Hazreti Ömer, bu teklifi kabul etmiş ve kısastan vazgeçmişti.


Eşrâfın İtibarını Koruma


Bu cümleden olarak, şu hadiseyi hatırlatmada da fayda mülahaza ediyorum: Cömertliği ile Arapça’da darbımesel haline gelmiş bulunan Hâtem-i Tâî’nin kabilesi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı savaş açmış ve mağlûp olmuştu. Harp sonunda onların bir kısmı esir düşmüştü. Esirler arasında, Hâtem’in kızı da vardı. Mağlubiyetin ezikliğiyle perişan olan kadıncağız, Allah Rasûlü’ne kendi nesebini bildirince, Peygamber Efendimiz ona çok şefkatli davranmış, saygı gösterilmesini sağlamış ve babası hürmetine Tâî kabilesi hakkında hükme bağlanan bütün cezaları affetmişti. Sonra da, Ashab-ı Kiram efendilerimize dönüp, “Zillete düşmüş olsa da, bir kavmin azizine ikramda bulunun, hürmetkar davranın.” buyurmuş ve böylece hepimize, insanları tahkir etmeme, onlara haysiyet ve onur kırıcı muamelede bulunmama ve özellikle de kendi tâbîleri arasında onların izzetini koruma hususlarında ders vermişti. Rivayetlere göre, bu âlicenaplığı gören Hâtem’in kızı müslüman olmuş, Medine’de bir müddet misafir olarak kalıp dini öğrenmiş ve Efendimiz’in izniyle yine kendi beldesine dönmüştü.


Evet, insanların onur ve haysiyetlerini koruma, özellikle de toplumun önünde yer alan insanlar hakkında itimat telkin etme ve halkın gönlünde onlara karşı hürmet hissi uyarma çok önemlidir. Bu meselenin ehemmiyetinden dolayıdır ki; Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslîmât), kendisi için ayağa kalkanlara “Acemlerin büyüklerine kalktığı gibi ayağa kalmayın!” dediği hâlde, Sa’d b. Muaz meclise girerken “Efendiniz için ayağa kalkın!” buyurmuştur.


Yine, bir gün Rasûl-ü Ekrem Efendimizin meclisinde herkes yerini almış otururken Cerîr İbni Abdullah el-Becelî hazretleri içeri girmişti. Hazreti Cerîr, kavminden 200 kişiyle birlikte Yemen’den Medine’ye gelerek müslüman olmuş saygıdeğer bir insandı. Genç, heybetli, güzel yüzlü ve imrendirici bir hâli vardı. Peygamberimizin huzuruna kim önce gelmiş ve nereye oturmuşsa orası onun hakkı idi; günümüzün nakil vasıtalarındaki numarasız koltuklarda olduğu gibi önce gelen arzu ettiği yere otururdu. Cerîr İbni Abdullah (radiyallahu anh) içeri girince oturacak yer bulamamıştı ve kendisine yer gösteren de olmamıştı. Bu durumu farkeden Peygamber Efendimiz, hemen cübbesini çıkarmış, künyesiyle ona seslenmiş “Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!” demişti. Sonra da, çevresindekilere dönerek, “Bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü yanınıza geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve hürmet edin.” buyurmuştu.


Arz ettiğim bu misallerde de görüleceği üzere, herkese saygılı davranmalı, her insanın onur ve haysiyeti korunmalı, hiç kimse tahkir edilmemelidir; ama, milletin önünde bulunan ve özel bir konumu olan insanların izzet ve şerefleri hakkında çok daha hassas olunmalı, onlara karşı çok saygılı davranılmalıdır. Çünkü, o insanları hafife almak ve onurlarını rencide etmek sadece bir şahsın haysiyetine dokunmakla sınırlı kalmaz; temsil ettikleri müesseselerin de itibarını zedeler. Onlara saygı ise, aynı zamanda temsil ettikleri kurumlara ve topluluklara hürmet manasına gelir.


İslam, İnternet ve Günah Avcılığı


Diğer taraftan, her dönemde suç işleyenler olduğu gibi, günümüzde de rical-i devlet arasında su-i istimaller olmaktadır. Maalesef, bazı iradesiz insanlar fuhşa girmekten milletin malını yemeye kadar pek çok günahı irtikap etmişlerdir/etmektedirler. Son zamanlarda terminolojiye giren “hortumlama” tabirinden de anlaşılacağı üzere ve duyduğumuz kadarıyla koca koca bankalar boşaltılmış ve milletin serveti o hortumlar vasıtasıyla başka kanallara akıtılmıştır. İşte, şayet, millete zarar veren bu türlü cürümlerden bir şekilde haberdar olursanız, onu usulünce salahiyetli kimselere haber verebilirsiniz; o meseleyi dar dairede, kimsenin namus, haysiyet ve şerefiyle oynamadan ve yargısız infazlara gitmeden yetkili mercilere bildirebilirsiniz. Fakat, temelde bir müslüman olarak o türlü işlerin arkasına düşmemeli, kimsenin günahının takipçisi olmamalı, başkalarının hatalarını araştırmamalı ve onların –amme hukukuna girmeyen- kusurlarına gözlerinizi yummalısınız.


Zira, İslam’da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Hatta, zina gibi büyük bir günaha şahit olan bir insan bile “Ben gördüm!” deyip şahitlik yapmak zorunda değildir. Şayet dört şahit, şehadette ittifak ederlerse, mücrime ceza verilir; fakat bu, şahitlik edenlerin sevap kazanacakları manasına da gelmemektedir. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu türlü hadiselerde hep meseleyi gizli tutmak ve elden geldiğince ketmetmek yolunu seçmiştir. Bizim vazifelerimiz arasında ve mehâsin-i ahlak kuralları içinde insanların kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcub düşürme diye bir madde yoktur. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapma, günahları açığa vurma ve insanları tahkir etme dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.


İslâm, canları, yuvaları ve özel hayatları açısından insanlara güvence vermiş; hangi sebeple olursa olsun, şahısların dokunulmazlığını çiğnemeyi ve aile mahremiyetlerini ortadan kaldırıcı davranışlarda bulunmayı yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerîm’de, “Ey inananlar! Zandan kaçınınız, zira zannın çoğu günahtır. Hiç kimsenin noksanını ve ayıbını da araştırmayınız.” (Hucurât, 49/12) buyurulmuştur. Bu ayetle, insanların noksanlarının araştırılması, hatalarının ortaya dökülmesi, günahlarının fâş edilmesi ve şahsî hayata dair sırlarının açığa vurulması yasaklanmıştır. Casusluk yaparcasına eksik, kusur, hata ve günah avcılığına girişmemeleri, başkalarının ayıplarını aramamaları, kesin olmayan bilgileri mutlak hakikatmiş gibi kabul edip hiç kimseye cürüm isnat etmemeleri ve Allah’ın setrettiğini ille de açığa çıkarma gayretkeşliğine girmemeleri gibi hususlarda mü’minler ikaz edilmiştir. “Kim bir mü’minin herhangi bir kusurunu gizlerse, Settar olan Yüce Allah da dünya ve ahirette onun ayıplarını örter.” mealindeki hadis-i şerif de bu konuda inanlar için hem bir müjde hem de bir tembihtir.


Dolayısıyla, dinimize göre, medyada ve özellikle de İnternet sitelerinde, bazı devlet büyükleri ve onların aile fertleri hakkında yapılan haberler en azından gıybettir ve bu cürümleri işleyenler büyük günahlara girmiş olurlar. Dahası, bu türlü gıybetler, sadece bir-iki insan arasında gizli kalmadığından ve İnternet aracılığıyla milyonlarca insanın diline düştüğünden dolayı kat kat daha büyük birer günah sayılır. Öyle ki, bir hadis-i şerifte gıybetin bir çeşidinin yirmi küsur zinadan daha büyük bir günah olduğu ifade edilmektedir. İşte, bir gıybetin binlerce dille seslendirildiği, küçük bir gıybet gibi başlayan kîl u kâllerin çok geçmeden medya yoluyla koca koca iftiralara dönüştüğü ve ekran aracılığıyla bir anda binlerce göze, zihne ve kalbe düştüğü hesaba katılırsa, haber adı altında neşredilen o sözlerin nasıl zinadan daha öldürücü günahlara sebebiyet verdiği anlaşılacaktır. Dolayısıyla, bir müslüman, yazıp çizmek yoluyla bir kimsenin gıybetini ederken öyle büyük bir günaha girmiş olabileceğini düşünmeli ve insanlar hakkında ileri geri konuşmaktan tir tir titremelidir. Gıybet ve iftira etmenin affedilemez günahlar olduğunu bilmeli ve bunlardan uzak durmalıdır. Kendi ayıp ve günahlarıyla meşgul olup onların telafisiyle uğraşmalı; başkalarının kusurlarını ve hatalarını asla araştırmamalıdır. Kendi nefsi hakkında bir müdde-i umumî (savcı) gibi davranmalı, sürekli nefsini hesaba çekerek Allah’ın huzuruna görülmedik bir hesapla gitmemek için çok çalışmalıdır; fakat, başkaları hakkında da samimi bir avukat gibi hareket etmeli ve onlara toz kondurmamak için de elinden gelen her şeyi yapmalıdır.


İnternet sitelerini hazırlayanlar, şayet Allah’a ve iman esaslarına gerçekten inanıyorlarsa, hiç kimsenin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmayı ve gizli kapaklı işlerini fâş etmeyi akıllarından bile geçirmemelidirler. Gammazlığı, laf hammallığı yapmayı, milleti birbirine düşürmeyi, su-i zanda bulunmayı, gıybet etmeyi ve hele iftira atmayı Allah’ın yasakladığı çirkin amellerden ve insanı felakete sürükleyen günahlardan saymalıdırlar. Kat’iyen yargısız infazda bulunmamalı ve hiç kimsenin ırzı, şerefi ve namusu ile oynamamalıdırlar. Millet hesabına zarar ihtimali olan meseleleri yetkili mercilere üslûbunca haber verseler dahi, millete zarar vermeyen şahsî mevzularda son derece ketûm olmalıdırlar.


Ahlaksız Neşriyât


Bu açıdan, ister gizli ister açık, ister dolambaçlı yollarla ister doğrudan doğruya, ister düello gibi yüzyüze isterse de arkadan bir kısım fırıldaklar çevirmek, bir dizi komplolar kurmak suretiyle, millete rehberlik yapan, insanların güvenini kazanan ve toplum içinde itibar sahibi olan devlet büyüklerine ya da onların ailelerine karşı yapılan sözlü ya da yazılı saldırıları, medya vasıtasıyla fâş edilen dedikoduları ve İnternet üzerinden neşredilen iftiraları kat’iyen tasvip etmiyorum. O türlü neşriyatı çok çirkin, pek kaba ve edepsizce davranışlar olarak kabul ediyorum. Milletvekilleri, bakanlar ve başbakan hakkında, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri’nin veya Jandarma’nın başında bulunan komutanlar aleyhinde ya da bütün bunların hepsini komuta eden bir başkana karşı kaynağı belli olmayan bir kısım İnternet sitelerinde yapılan yayınları, daha doğrusu saldırıları çok alçaltıcı, onur kırıcı, yakışıksız ve sevimsiz buluyorum. Samimi müslümanların o türlü çirkinlikleri tasvip edeceklerine ve insanların itibarıyla oynanmasına razı olacaklarına da hiç ihtimal vermiyorum.


Özellikle 1999 Haziran’ında maruz kaldığım kaset fırtınasında ben de akla hayale gelmedik iddia ve ithamlarla karşı karşıya kaldım. En yararlı sözleri sağa-sola çekmek, bölüp parçalamak ve montajlarla farklı kalıplara dökmek suretiyle en olumlu gayretleri kundaklayanları görünce çok şaşırdım, çok üzüldüm ve o kötü niyetli insanları Azîz u Kahhâr’a şikayet etmekten kendimi alamadım. Fakat, ben o isnat ve iftiraları defalarca yalanlasam ve işin aslını onlarca kez anlatsam da, gördüm ki, insanların ağzına fermuar vurulmuyor. Bu açıdan, o türlü saldırılar karşısında kanunlar çerçevesinde bazı şeyler ortaya koymakla beraber sabr-ı cemile sığınmak gerektiği kanaatine vardım.


Evet, her şeye rağmen sabretmek ve hemen hafakanlara girmemek lazım. Kabul etmek gerekir ki, saldırmak ve ısırmak bazılarının tabiatı olmuş. Değişik münasebetlerle ifade ettiğim gibi; misliyle mukabele etmek, bizim kitabımızda zalimce bir kaidedir; dövene elsiz, sövene dilsiz davranmak ise, vicdanlarımızla aramızdaki mukavelenin gereğidir.. ne yapalım, Cenâb-ı Hak, bize insanları ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş! Zaten, insan, yerine ve konumuna göre o kadar çok ısıranla karşılaşır ki, kendisini her ısıranı ısırmaya kalksa ağzında hiç diş kalmaz.


Allah’a ve Peygamberlere de İftira Ettiler


Öyleyse, hususiyle de büyük insanlar, konumlarına göre saygı bekledikleri gibi durdukları yere yakışır şekilde sabretmesini de bilmelidirler. Unutmamalıdırlar ki, bazı insanlar, Cenâb-ı Hakk’a bile iftira etmiş, -hâşâ- “Rahman evlat edindi” demişlerdir. Kur’an’ın ifadesiyle, bu çirkin iftiradan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp çökecek hale gelmiştir, ama o müfteriler yine de ahlaksızlıklarından dolayı utanıp sıkılmamış, istiğfar etmemiş, -hâşâ- “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyerek en iğrenç isnatlarını sürdürmüşlerdir. Fakat, yine de Allah Teâlâ onları hemen helak etmemiş, diğer kullarına gönderdiği erzâktan onları mahrum bırakmamış ve doğruyu bulmaları için mühlet vermiştir. Bir menkıbede anlatıldığı üzere; Hazret-i İbrahim (aleyhisselam) yanına gelenlere inanıp inanmadıklarını sorup inananlara ziyafet sofraları hazırlayınca ve inanmayanları da ikramsız geri yollayınca, Cenâb-ı Hak, Hazreti Halil’e hitaben “Ey İbrahim, onlar senelerden beri Beni inkar ediyor ve Zât’ıma yakışmayan değişik isnadlarda bulunuyorlar. Fakat, Ben her şeye rağmen onların rızıklarını kesmedim!” diyerek bu hakikati hatırlatmıştır.


Bazı edepsiz kimseler de, İnsanlığın İftihar Tablosu’na hücûm etmiş ve O’na saygısız sözler söylemişlerdir. Âlemlerin şeref abidesi olan Peygamber Efendimiz’e -hâşâ ve kellâ- şair, kâhin, sihirbaz gibi en çirkin isnatlarda bulunmuşlardır. Fakat, her şeye rağmen Allah Rasûlü sabretmiş, insanların kabalıklarına katlanmış ve kendisine düşmanlık edenlere bile el uzatmıştır. Bu itibarla, günümüzde de yakışıksız isnatlara ve çok kötü iftiralara maruz kalan kimselerin biraz sabretmeleri lazımdır; haksızlıklar karşısında hafakanlara girseler bile, nihayet beşlik–onluk bir diyazemle sinirlerini yatıştırmaları, kendilerini yıpratmamaları ve en olumsuz şartlarda dahi mantıkî olmaya çalışmaları icap etmektedir.


Mevlânâ Gönüllü ve Geniş Vicdanlı Olmalı!..


Ayrıca, üst makamları ve yüksek pâyeleri temsil eden insanlar, o türlü hücumlara maruz kaldıkları zamanlarda dahi vicdan genişliğine sığınmalı ve her zaman Hazreti Mevlânâ gibi davranmaya çalışmalıdırlar. Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretleri döneminde Yunus’un Molla Kasım’ı gibi insanlar çoktur. Hatta onlardan bazıları ağızlarına ne gelirse söylemekte ve Hazreti Mevlânâ’ya hakaret etmektedirler. Bir gün bir tanesi, “Sen Hristiyanlara bile kucak açıyorsun, Yahudilerle biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun, sarhoşa el uzatıyorsun… Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” cümlelerinden oluşan ve daha bir düzine hakaretle dolu bir mektup gönderir Hazret’e. O, mektubu açıp okur, tebessümle kağıdın arka tarafını çevirir ve tek cümle yazıp geri gönderir. Hazreti Mevlânâ o tek cümlede “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” der.


Bir başka defa; Hazreti Mevlânâ ve müritleri hararetle ve aşkla sema ederken, bir sarhoş da gelip sema’a katılır; fakat ayakta dengesini koruyamayıp sık sık Mevlânâ’ya çarpar. Bu duruma şahit olan talebeler, sarhoşu oradan uzaklaştırmak isterler; fakat sarhoş bir türlü gitmeye yanaşmaz, ne yaparlarsa yapsınlar direnir. Sonunda müritler, sarhoşu kaba kuvvetle halkadan ayırmaya yeltenirler. Hazreti Mevlânâ bunu görünce dostlarına dönüp, “A kuzum, şarabı o içmiş, ama sarhoşluğu siz yapıyorsunuz.” der. Onlar, “Efendim, bu tersâdır (Hıristiyan’dır)” deyince; Hazret, bir manası da korkudan sarhoşa dönen, Allah haşyetiyle tir tir titreyen demek olan “tersâ” kelimesini tekrar ederek, “O tersâ da, siz niye tersâ değilsiniz?” cevabını verir.


İşte, Mevlânâ hazretlerinin ortaya koyduğu bu vicdan genişliği bütün büyüklerin şe’ni olmalı. Onlar, haklarında çirkin isnatlarda ve şeni’ iftiralarda bulunan kimselere karşı bile aynı vicdan genişliğiyle mukabelede bulunmalı ve belki şöyle seslenmeli, “Ey Allah’ın bir nimeti olan İnternet’i kirli emellerine alet eden şom ağızlı ve meş’ûm elli meçhul insan; tuşlara dokunup hakkımda şu melanetleri döktürüyorsun ama ben sana da bağrımı açıyor, senin de hidayetini diliyorum” demelidirler. Ziya Paşa, Terkib-i Bend’inde ne hoş söyler:


“Nâdanlar eder sohbet-i nâdanla telezzüz
Divanelerin hemdemi divane gerektir…”


Unutulmamalıdır ki, her devirde bir kısım nâdanlar var olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Aklı başında kimseler, nâdanların sözlerine kıymet vermemeli, onların kîl ü kâllerini dikkate almamalıdırlar. Divane olup da dîvânelerle uğraşmaya kalkmamalı, dîvâneleri dîvânelikleriyle başbaşa bırakmalı ve kendi işlerine bakmalıdırlar.


Gizli Kameralar ve Dinleme Cihazları İş Başında


Şu kadar var ki, milletin önünde bulunan devlet adamları ve belli makamları temsil eden kimseler, kan kokusu almış aç kurtlar ya da denizdeki yırtıcı mahluklar gibi, insanlar arasında da, ağını kurmuş ve gözünü dikmiş avını bekleyen bir kısım yaratıkların mevcudiyetini hesaba katmalıdırlar. Evet, bazıları gizli kameraların, dinleme cihazlarının başında her an hazır beklemekte ve belli siyasî oluşumları, devlet kurumlarını ya da millet için hayatî önemi bulunan müesseseleri temsil eden büyüklerin hata yapmalarını, tökezlemelerini, sürçüp düşmelerini ve bataklığa sürüklenmelerini intizar etmektedirler.


Şayet, siz de bir şahs-ı manevînin ferdi olarak biliniyorsanız, sizin mesâvînizi de kare kare tesbit etmek için fırsat gözetenlerin, bir kötülüğe bulaşmanızı can ü gönülden arzulayanların ve sabırsızlıkla onlara malzeme olacağınız bir durum kollayanların varlığından emin olabilirsiniz. Eğer onlara, elde etmek istedikleri fırsatları verirseniz, bir gün mutlaka hakkınızda hazırladıkları dosyalarla sizin karşınıza da çıkacaklardır; çıkacak ve sizi öyle felç edeceklerdir ki, yapmanız gerekli olan şeylerden hiçbirini yaptırmayacak ama yapmak istedikleri her şeyi size yaptıracaklardır. Millete hizmet düşüncesiyle yola çıkmış olsanız da, milletin aydınlık geleceğini karartabilecek değişik değişik cinayetlerin altına size de imza attıracaklardır.


Öyleyse, ne olur Allah aşkına azıcık irade!.. Allah aşkına, hiç olmazsa azıcık mensup olduğunuz şahs-ı manevinin haysiyeti, onuru ve şerefi!.. Sen bir kere belli bir siyasi oluşuma, bir devlet kurumuna, hayatî bir müesseseye ya da bir şahs-ı manevîye mâl olmuşsan, adın onunla anılıyorsa ve sen onun bir parçası kabul ediliyorsan, artık mensup bulunduğun o kocaman bünyenin haysiyetini, onurunu ve şerefini tek başına taşıyor sayılırsın.. sayılır ve vahdet-i mesele açısından, “Günah benim, kime ne?” diyemezsin. Zira, maşerî vicdanda o günah sadece sana değil, aynı zamanda mümessili olduğun müesseseye fatura edilir. O günah, şahs-ı manevinin bütün azalarını mahcup eder ve herkesin boynunu büker.


Dolayısıyla, umumun hukukunu nazar-ı itibara alarak çok titiz ve pek hassas olmalısın. Gayr-i meşru şeylere ve günahlara karşı oruçlu gibi davranmalı; iffetini her şeyden aziz tutmalı ve sadece kendin için değil aynı zamanda bir parçası olduğun milletin için, mensubu bulunduğun müessese için yaşamalısın. Cahiliye şairi Züheyr b. Ebî Sülmâ “Herhangi bir kimsenin gizli bir huyu varsa, varsın o, hu­yunun gizli kalacağını zannededursun, o er-geç ortaya çıkar ve bilinir.” der. Sen de hiçbir işinin gizli kalmayacağı ve her davranışının kaydedilip bir gün mutlaka karşına çıkarılacağı mülahazasıyla hareket etmeli ve adım atmalısın. Hiçbir meseleyi çok planlı yaptığın ve iz bırakmadığın düşüncesine havale etmemeli; aldığın her nefesin bile kendine göre bir izi olduğunu düşünerek, seni dünyada maşerî vicdan nazarında, ahirette de Allah nezdinde rezil rüsvâ edebilecek her şeyden uzak durmalısın.