Başkanlık Kimin Hakkı?

Başkanlık Kimin Hakkı?
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Tasavvufla alâkalı kitaplarda, insanı en çok tesir altına alan kötü huylardan birinin riyâset tutkusu olduğu ifade ediliyor. Bu tehlikeli istek belli seviyedeki idarecilerle mi alâkalıdır yoksa herkes için mi söz konusudur? İdarî bir vazife ile karşı karşıya kalma durumunda düşünce istikameti nasıl olmalıdır?


Cevap: “Riyâset” kelimesi, bir işin idaresini üstlenmek, önde bulunmak, başkanlık yapmak, reis olmak ve başı tutmak gibi manaları ihtiva etmektedir. Aslında riyâset denilince, genellikle devlet başkanlığı, başbakanlık, bakanlık, valilik, kaymakamlık gibi idarecilikler akla gelmektedir. Fakat, dünden bugüne Hak dostları, tanınan, bilinen ve herkes tarafından anılan ünlü, namlı ve makbul bir insan olmayı da riyâset çerçevesinde değerlendiregelmişlerdir. Değerlendirmiş ve baş olma sevdasını Allah dostları için çok büyük bir tehlike olarak görmüşlerdir. Hatta, önde olma ve başı tutma isteğini “riyâset şehveti” olarak ifade etmiş ve onu diğer beşerî zaaflardan daha helak edici bulmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, selef-i salihîn arasında “Evliyânın kalbinden en son çıkan kötü huy riyâset tutkusudur!” sözü pek meşhur olmuştur.


Tanınan, bilinen ve sözü dinlenen bir insan olma isteği, hemen herkeste az-çok bulunur. Fakat bazıları mülâhaza ufuklarını daha önemli meselelerle donatır, nazarlarını daha kıymetli hedeflere bağlar, sürekli daha yükseklere bakar ve bu sayede o hissi baskı altına alırlar. Evet, şayet insan meâlîye müştaksa, zihnini yüce fikirlerle aydınlatmış ve gönlünü ulvî hakikatlerle mamur kılabilmişse, bu âlemin geçici lezzetlerine değil de ahiretin ebedî güzelliklerine meftun olmuşsa, onun için dünyevî makam ve mansıplar çok önemsiz kalır. Mesela, Hakk’a kulluğu en büyük pâye kabul eden, Allah’ın rızasını kazanmayı yegâne hedef olarak belirleyen ve o hedefe ulaşmanın biricik yolunun da i’lâ-yı kelimetullah olduğuna inanan, dolayısıyla rıza-yı ilâhîyi tahsil istikametinde i’lâ-yı kelimetullaha ve nâm-ı celîl-i Muhammedîyi bütün cihana duyurmaya kilitlenen bir kul, kendisine riyasetlerin en büyüğü bile teklif edilse, asla dönüp bakmaz, ona kat’iyen meyletmez ve yürüdüğü yolu değiştirmeyi hiç düşünmez. Ne var ki, böyle bir istiğnâ ve ferâgât ancak ehl-i iman için söz konusudur. Dünya tâliplerine gelince, onların hemen hepsi, en küçük bir makam için hayatını feda edecek kadar şöhretperestlik hissiyle dopdoludur.


Gerçi, idarecilik de toplum hayatı açısından zarurîdir; bazı kimselerin önde bulunmaları, insanları hayra sevketmeleri, beşerî münasebetleri düzenleyip halkın nizam ve intizamını sağlamaları lazımdır. Tabiî ki, bir köy muhtarsız, bir kasaba kaymakamsız, bir il valisiz ve bir devlet başkansız olmaz. Bu açıdan, en küçük bir topluluğu idare etmekten dünya devletler muvazenesini sağlamaya kadar her sahada reislerin, başkanların, idarecilerin olması şarttır. Şu kadar var ki, bu zarureti kabul etme ve işi ehline vererek onun gereğini yerine getirme başka bir meseledir, insanın kendisini bazı mevkilere ehil görmesi ve onu elde etmek için yanıp tutuşması çok daha başka bir meseledir. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz “Şu emirlik (idarecilik) hususunda insanların en hayırlıları, idareci olmazdan evvel idareciliği pek fena gören ve onu hiç arzu etmeyen kimselerdir.” buyurmuştur. Bu itibarla, insan riyâseti bir zaruret olarak kabul etse bile, şahsı adına onu hiç istememeli, bu konuda çok hakperest davranarak meseleyi emin ellere teslim etme gayreti içinde bulunmalıdır.


İmametin Kureyş’e Ait Oluşu


İstidradî ifade edecek olursak; Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer başta olmak üzere bazı sahabe efendilerimiz, halifenin, Mekke’deki topluluğun ceddi kabul edilen Kureyş kabilesinden seçilmesini istemiş ve bu konuda ısrarcı davranmışlardı ama onların bu talebi kat’iyen kendi şahıslarıyla alakalı değildi. Kureyş üzerindeki ısrarları hem “İmamet Kureyş’tedir” hadis-i şerifine bağlı bir mülahazaydı, hem de Kureyş’in bilinen, kabul edilen ve güvenilen bir kavim olmasından dolayıydı. Mekkeliler, ticaret için yazın kuzey tarafına, Şam’a gidiyor; kışın da güneye doğru, Yemen’e kervanlar düzenliyorlardı. O koca coğrafyada hemen her kabile ile münasebetler tesis ediyorlardı. Kâbe’ye hizmet ettikleri için de diğer Araplar onlara hususî saygı duyuyorlardı. Fil hadisesinden sonra bu güven ve saygı daha da artmıştı. Bunlar ufukları açık insanlardı; güzel konuşma kabiliyetlerini ve şiire olan istidatlarını vicahî kültürle iyice beslemiş ve birer entellektüel haline gelmişlerdi. Dolayısıyla, Şam, Yemen ve Kahire halkları başta olmak üzere bölgedeki herkes Kureyş’i iyi tanıyor ve onları kabule açık duruyordu. Daha çok çiftçilikle iştigal eden ve ziyadesiyle içe dönük yaşayan Ensar ise, diğer topluluklarla çok fazla münasebete geçmemişlerdi ve Mekkelilere nazaran çok az tanınıyorlardı.


İşte, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer (radiyallahu anhüma), meseleyi Peygamber Efendimiz’in irşadı istikametinde Kureyş’in bu üstünlüğü zaviyesinden ele almışlardı. İslam’ı temsil etme meselesinde Kureyş’in itibar ve kredisini de değerlendirmeyi düşünmüş; insanların tabiatını da hesaba katarak Kureyş’in şan u şöhretini bu hususta kullanma ileri görüşlülüğünü sergilemişlerdi.


Aslında, onlar, Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Efendimiz’in “Size idareci olarak tayin edilen insan saçları kıvırcık, üzüm gibi siyahî bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.” dediğini biliyorlardı. Tarihî gelenekleri itibariyle Kureyşli bir efendi için, siyahî bir köleye itaat mümkün olmasa bile, Efendimiz üstünlük iddiası gibi bütün Cahiliye adetlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Ayrıca, O’nun bu ifadeleri, “İmam mutlaka Kureyş’ten mi olacak, yoksa Habeşli bir köle de imam olabilir mi?” meselesine de cevap teşkil ediyordu. Demek ki, Habeşli bir köle de halife olabilirdi. Ne var ki, o zamanki şartlar ve konjonktür, -müslümanlar mutlaka kendisine biat edecek olsalar bile- Habeşli bir kölenin ya da Ensar’dan birinin bölgede hüsn-ü kabul ile karşılanmasına müsait değildi. Bunu herkes sezemese de Hulefâ-yı Raşidîn efendilerimiz, o engin ufuklarıyla meseleye yaklaşmış ve halifenin Kureyş’ten seçilmesi hususunda ısrar etmişlerdi. Bu itibarla da, onların bu talebi şahısları adına değil umum ümmetin maslahatı hesabına bir talepti.


Riyâset, Hak İddia Etmeyenindir!..


Evet, Allah Rasûlü’nün bu vefalı dostları hiçbir zaman emirliği düşünmemiş ve riyâset sevdasına asla düşmemişlerdi. Öyle ki, İbn-i Sa’d ve İbn Esîr gibi müelliflerin naklettiklerine göre, Ebû Bekir efendimiz, halife seçildikten üç gün sonra kürsüye çıkmış ve “Ey insanlar! Hilafeti kabul edişim, sizi yönetmeye aşırı istekli olmamdan değildi; bozgunculuktan ve ihtilaflardan korkmuştum. Şimdi ise, işi size bırakıyorum, istediğinizi başınıza getirebilirsiniz!” diye hitap etmişti. İnsanlar hep bir ağızdan “Biz sana biat ettik, seni bırakmayız!” deseler de, Hazreti Sıddık daha sonra da birkaç defa minbere çıkıp bu görevi kabul etmediğini bildirmiş; yerine başka birisini seçmelerini istemiş ve ısrarlar sonrasında vazifeyi mecburen üstlenmişti. Zaten, sadâkat burcunun kahramanı olan o zattan, başka türlü bir davranış da beklenemezdi. Zira o, Rasûl-ü Ekrem efendimizin riyâset konusundaki îkazlarını pek iyi biliyordu.


Nitekim, Ebû Zerr (radıyallahu anh) “Yâ Rasûlallah! Beni bir göreve tayin etmez misin?” diyerek idarecilik isteyince, Sevgili Peygamberimiz, mübarek ellerini onun omuzuna koyarak şöyle buyurmuştu: “Ebû Zerr! Sen zayıfsın, bu vazifeyi kaldıramazsın. Oysa, vazife bir emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylık sebebidir.”


Bir başka defasında, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdurrahman b. Semüre’ye (radıyallahu anh) hitaben, “Ey Abdurrahman! Baş olmayı isteme; eğer isteğin üzerine o görev sana verilirse, onunla başbaşa bırakılırsın. Şâyet sen istemeden sana verilirse, o işte ilâhî yardım görürsün.” demişti.


Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâset mevzuundaki bu nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazret-i Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), onları Hazreti Ali’ye de hatırlatmış ve mevzuyla alakalı şu ölçüyü dile getirmişti: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.”


Makam Hırsının Akıbeti


Ebû Musa -radiyallahu anh- da idarecilik vazifesi talep eden bir insana Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu cevabı verdiğini rivayet etmiştir: “Allah’a yemin olsun ki, biz bu işe onu tâlep eden veya ona hırs gösteren bir kimseyi tayin etmeyiz.”


Evet, riyâset, onu isteyip delicesine peşinden koşan kimselere verilmez. Çünkü, riyâset talep eden kimsede hırs var demektir. Hırs ise, istediğini elde etmek için insanı bazı hakikatleri feda etmeye sevkedebilir. Onun için, siyasette bir yere yükselme, bir mevkî ihraz etme ve bir makam sahibi olma gibi tutkular, insanları çok defa bazı hakikatleri görmekten alıkoyar. Çünkü, yükselme sevdalısı kimseler, sürekli daha üst bir rütbeyi ya da makamı düşünür ve o anki kredilerini hep yarınları hesabına harcarlar; o sermayeyi sadece hakkı tutup kaldırma adına kullanamazlar. Kullanmak isteseler bile bir yerde durmak zorunda kalırlar; zira, bir taraftan vazifenin hakkını vermeye çalışsalar da, diğer taraftan da sürekli ferdî ikballeri için yatırım yapma hususunda kendilerini mecbur hissederler. Kalemin bir yanıyla hak ve hakikate hizmet yolunda bazı şeyler çizseler de, diğer yanıyla da şahsî istikballerini garanti altına alabileceğini zannettikleri hususlarla alakalı imzalar atarlar. Dolayısıyla, tam bir hizmet insanı olduklarını söyleseler de, bu takıntıları sebebiyle hep yarım bir insan olarak yollarına devam etmeye mahkumdurlar.


Oysa ki, insanın bir aklı ve bir kalbi vardır; bunlar ne kadar sâlim olursa olsun, şayet insan bunları böler, bir kısmıyla başka şeyleri peylemeye kalkarsa, sermayesinin bir parçasını başka yerlere sarfetmiş ve asıl gayesinden uzaklaşmış olur. Mesela; bir milletvekili bakan olmak ya da bir bakan başbakanlığa sıçramak arzusuyla yanıp tutuşuyorsa ve bu yolda bir kısım hırslara girmişse, tekyeden, zaviyeden hiç çıkmasa, sürekli halvetî yaşasa ve elinden tesbihini hiç düşürmese de, kalbinin ve aklının bir kısmını o türlü beklentilerle meşgul ettiğinden dolayı gerçekten önemli olan meseleleri gerektiği gibi ele alamaz, değerlendiremez. Her ne kadar “Biz hakka hizmet ediyoruz, Allah için çalışıyoruz” dese de, ileriye matuf herhangi bir beklentisi olan ve bir üst makama yürüme gibi bir hedefi bulunan böyle biri, bir kısım hesaplarını da o istikamette yapıyor ve adımlarını ona göre atıyordur; artık aklının ve faaliyetlerinin yarısını o işe emanet etmiştir. Dolayısıyla, o eksik bir adam sayılır ve hayatî bir meselede emanete ne derece riayet edeceğini sadece Allah bilir.


Bu açıdan da, Ehlullah’a göre, siyasetin içinde bulunanlar arasında müslümanlığı dörtte dörtlük yaşamayı ancak başta Râşid halifeler olmak üzere çok az insan başarabilmiştir. Bu denge kahramanları, riyâsetle beraber kalbî ve ruhî hayatın gereklerini de gözetmiş; dünyevî işlerde dehayı bütün buudlarıyla temsil ederken ahiret hayatını nazar-ı itibara almayı da ihmal etmemişlerdir. Aklın yanında kalbe de değer vermiş; hisle beraber muhâkemeyi de değerlendirmişlerdir. Bir gözleriyle bu dünyaya bakmışlarsa bile, diğer gözleriyle de hep ahirete müteveccih yaşamışlardır.


İşte, bu ölçüde istikamet üzere olmak herkese müyesser değildir. Çünkü, idare ile alâkalı işler kısmen de olsa insanı dağıtır ve onun kulluğundaki mükemmelliğe dokunur. Riyâset tutkusu, en sağlam kimseleri bile aşındırır, karakter kırılmalarına sebebiyet verir. Öyle hırslı bir şekilde baş olma arzusu içinde bulunan kimse, hırsla üzerinde durulması gerekli olan çok önemli mevzularda dağınıklığa düşer.


Bu açıdan, akıl, kalb ve his selametiyle kalmanın ve dağılmamanın tek yolu, idareciliği ve önde bulunmayı vazife şuuruyla ele almaya, onu mesuliyeti büyük bir emanet olarak görmeye ve riyâset mevzuunda istekli olmaktan, arzu izhar etmekten uzak durmaya bağlıdır. Ara sıra, başka mülahazalar buğu buğu gelip zihni ve hayali saracak olsa, hemen seccadeye koşup “Allah’ım, bağışla beni; boş hülyalara daldım, özür dilerim. Ben Seninim ve Sana döneceğim. Gerektiğinde her şeyimi al ama beni Sensiz etme!” diyerek sadece Allah’ın rızasına talip olmaya, aklı, kalbi ve hissi bütünüyle Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna tevcih etmeye vâbestedir.


Hizmet Erlerinin Riyâsetle İmtihanı


Diğer taraftan, sözlerimin başında da ifade ettiğim gibi, riyâset dediğimiz mesele sadece cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık ya da herhangi bir seviyedeki resmî idarecilikle sınırlı değildir. Önde olma ve başı tutma isteği, bazen “abilik” unvanı altında da kendini hissettirir; kimi zaman “kıdem” itibariyle önde gelme ve turnikeye önce girmiş olma ambalajıyla da insanı esir edebilir; bazen de bir yönetim kurulunda söz sahibi olma ya da onun başında bulunma isteği şeklinde gönüllere girebilir. İşte, bu türlü duygular da, insanın ruh dünyasında tesir icrâ eder; kalbe yerleştiği ölçüde de onu bütün bütün baskı altına alır. Hep sözünün dinlenmesini arzu eden ve baş olmayı isteyen bir insan, iman ve Kur’an hizmeti dairesinde de olsa, bazı hakları çiğneyebilir, bir kısım hakikatları gözardı edebilir, kimi haklara karşı saygısızlıkta bulunabilir ve kendi haksızlıklarını hak gibi görebilir.


Bu itibarla, insan riyâsetin en küçüğüne bile asla tâlip olmamalı; şayet, başkaları tarafından öyle bir vazifeyle görevlendirilirse, o zaman da kerhen kabul edip emanet olarak ele aldığı o işin hakkını vermeye çalışmalıdır. İstemeye istemeye o işin altına girerken kendisini liyakatli görüp vazife tahmil edenlere, “Ben bu işin ehli değilim, ama ille de benim yapmamı istiyorsanız, bu vazifeyi kerhen üstleneceğim. Fakat, rica ederim, her zaman benim yanımda bulunun; yanlışlarımı hemen düzeltin. Bir kıblenümâ gibi bana doğruyu gösterin. Ne olur, kıblemi ve mihrabımı korumama yardımcı olun; beni tutun, destekleyin ve devrilip gitmeme müsade etmeyin!” diyecek kadar mert olmalı ve öyle bir vazifeye razı olmayı şarta bağlamalıdır.


Haddizatında, insan böyle bir meselede kararı kendi tercihine değil de onun durumunu daha objektif değerlendiren ve meselelere daha bütüncül bir nazarla bakan kimselerin tayinine havale etmelidir. Kendisinin ne yapıp ne yapamayacağını dostlarının, büyüklerinin ya da âlî bir heyetin takdirine bırakmalı ve her türlü istihdama hazır olmalıdır. Aynı zamanda, onun belli bir vazifeyi götürebileceğine inanan ve onu istihdam eden insanların hüsn-ü zan edip yanılmış olabileceklerini de daha baştan kabullenmelidir. Evet, bir heyetin yanılma ihtimali ferdî kararlardaki yanılma nisbetine göre daha azdır; fakat, icmada da küçük çapta dahi olsa yanılma payı vardır. Dolayısıyla, kendisine bir iş teklif edilen insan, o takdirde bulunan kimselere hitaben “Hakkımda hüsn-ü zan edip beni bu vazifeye getirdiniz; ama şayet bu işi götüremediğimi görürseniz, vazife değişikliğini işaret etmekte lütfen gecikmeyin; ne olur beni kırmamayı değil, sadece hakkın hatırını gözetin; beni bu vazifeden almanız icap ederse sakın çekinmeyin. Nasıl ki bu işin altına sizin tayininiz, yönlendirmeniz ve iş’ârınızla girdim; aynen öyle de, küçük bir işaretinizle hemen ayrılabilir ve emaneti daha ehil birine tevdî edebilirim.” diyebilmelidir.


İşte, böyle bir düşünce hakperestliğin ifadesidir. Bu mevzuda gösterilen alınganlıklar ise, hep bencillikten kaynaklanır. “Görülmedim, gözetilmedim, takdir edilmedim, kıymetim bilinmedi…” şeklindeki mülahazalar nefsin ve enaniyetin hırıltılarıdır. Böyle bencil kimselere önemli vazifeler yüklemek kat’iyen doğru değildir; zira, bencillerin isabetli karar vermeleri imkan haricindedir. Onlar isabetli karar veremezler; çünkü, onların Hak’la münasebetleri yoktur, varsa da çok zayıftır; vicdanları duru değildir, his dünyaları bulanıktır. Dolayısıyla, onlar bulundukları yerde hak ve hakikatin temsilcileri olamaz, sürekli kendi hevâ ve heveslerini seslendirirler; herhangi bir seviyedeki riyâseti halka ve hakka hizmet vesilesi yapacaklarına daha yukarılara tırmanmak için bir basamak olarak kullanırlar.


Yüz Elimiz de Olsa…


Mevzuyla alakalı bir hususa daha değinmek istiyorum: Evet, siyaset sahnesinde rol almak ve idarecilik yapmak da toplum hayatı açısından lazımdır; bazı kimselerin devlet idaresinde söz sahibi olmaları, milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmaları içtimaî bir ihtiyaçtır. Fakat, şayet siz kendinizi iman ve Kur’an hizmetine adadığınızı söylüyorsanız ve zihninizi, hissinizi, aklınızı, mantığınızı dağıtmadan garazsız-ivazsız kulluk yapmak istiyorsanız, böyle bir tercihte bulunduktan sonra artık siyasete ve dünyevî makamlara teveccüh edemezsiniz. Edemezsiniz, zira, siz şu zamanda en büyük tehlikenin, kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesi olduğuna inanmışsınız; bütün himmetinizi kalblerin ıslahına teksif ederek bu tehlikeye karşı koymaya kendi kendinize söz vermişsiniz. Öyleyse, o resmî vazifeleri kim yaparsa yapsın, kim hangi makamı temsil ederse etsin, o konuda kimseyi hafife almaz ve kınamazsınız; herkesin buradaki niyetine ve amellerine göre ötede mükâfatını alacağına ya da cezasını çekeceğine inanır ve hükmü Cenâb-ı Ahkemü’l-hâkimîn’e bırakırsınız. Bununla beraber, siz yürüdüğünüz i’lâ-yı kelimetullah yolunda rıza-yı ilahîden başka hiçbir şeye evvelen ve bizzat yönelemez, sizi asıl vazifenizden koparacak hiçbir şeye dilbeste olamazsınız.


Bu hususa dikkat çeken Nur müellifi, “İki elimiz var; eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir.” demiştir. Evet, iman ve Kur’an davasına gönül vermişseniz, yüz tane eliniz de olsa, kendi vazifenize ancak kifayet edeceğine inanır ve vazifeniz haricinde herhangi bir garaz taşımayı büyük bir aldanmışlık sayarsınız. Çünkü, i’la-yı kelimetullah başka hiçbir işi düşünmeye fırsat vermeyecek kadar büyük ve ağır sorumluluklar yükler insanın omuzuna. Bu yolda ondan başka şeyler düşünen insan himmetini dağıtmış olur. Himmetini dağıtan insan da, iki şeyde birden başarılı olamaz. “Bir koltukta iki karpuz taşınmaz” atasözü bu hakikati ne de güzel ifade eder!..


Bir Kalbde İki Sevda


Söz gelmişken, affınızı istirham ederek Hazreti İbrahim Edhem’in oğluyla alakalı menkıbesini bir kere daha zikredeceğim: Rivayetlere göre, İbrahim Edhem (rahmetullahi aleyh) Belh’in prensiymiş. Bir gece, yumuşacık yatağına uzanmış yatarken aynı zamanda kendi kendine mırıldanıyormuş; “Allah’ım beni maiyyetinden mahrum etme; şu aciz kulunu Firdevs’inle şereflendir. Allah’ım, beni Peygamberine komşu eyle!..” türünden sözler söyleyerek dua ediyormuş. O sırada çatıda birinin yürüdüğünü fark etmiş, ayak sesleri duymuş. Hemen, “Kim var orada, sen kimsin?” diye bağırmış. Çatıdaki adam, “Merak etmeyin efendim; bir zarar verecek değilim, devemi kaybettim de onu arıyorum!” demiş. İbrahim Edhem, “Be adam, çatıda deve aranır mı?” deyince, aklını başına getiren şu cevabı almış: “A be sersem; sen Allah’ın maiyyetini yatakta arıyorsun ya!.. Peki yatakta Allah aranır mı, uzanmış yatarken Peygamber aranır mı!”


İşte, bu sözler İbrahim Edhem’e yetmiş. Demek ki, kalbi ölmemiş ve vicdanı felç olmamış bir insanmış; duyduğu bir iki cümle onu kendine getirmeye kifayet etmiş. O gün malı-mülkü, makamı-mansıbı elinin tersiyle itmiş, saltanatı terketmiş ve varıp Mescid-i Haram’a “cârullah” olmuş.


Aslında, “cârullah” tabiri, büyük bir dil üstadı, edebiyatçı, kelâmcı ve müfessir olan İmam Zemahşerî’nin (1075 – 1143) lakabıdır. Zemahşerî, Mekke’de Beytullah’ın yakınında uzun süre ikamet ettiği için “Allah’ın komşusu” manasına “Cârullah” unvanıyla meşhur olmuştur. Fakat, İbrahim Edhem de bir cârullahtır; çünkü, saltanatı arkada bırakıp Kâbe’ye koşmuş, câr-ı Belh olmaktansa, câr-ı Kâbe olmayı yeğlemiş; cârullah olmayı cârunnâs olmaya tercih etmiştir.


Hani, Rabiâ Adeviye’ye “Dâr!..” deyip cenneti hatırlatıyorlar da, o “Câr” diye inliyor; “Komşu var mı orada; Dostumu görebilecek miyim? Dostu göremeyeceksem Cennet’in ne önemi var!” diyor. Yunus Emre de, “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni!” diye içini döküyor. Gördüğünüz gibi, âşıklarda ses hep aynı çıkıyor, kalb hep “Dost, dost” diye atıyor. İşte aynı mülahaza İbrahim Edhem’i de Kâbe’ye taşımış ve onu cârullah yapmış.


İbrahim Edhem hazretleri bir gün, “Allahım, Senin uğruna her şeyi terkettim; burada rahmetinin tecellilerini ötede de Cemâlini görebilmek için yurdu-yuvayı arkada bıraktım; artık aşkınla beni parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacaktır.” mülahazalarıyla dopdolu olduğu bir sırada, metafta (Kâbe’nin etrafında tavaf yapılan yerde) oğlunu görür. Nasılsa, oğlu da onu görüp tanımıştır; göz göze gelir ve bir süre bakışırlar. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. İhtimal, onca sene ayrılıktan sonra, öyle bir karşılaşma Hazret’in his dünyasına büyük bir tûfan halinde tesir eder, onun gönlünde bir fırtına meydana getirir ve Hak dostu az da olsa içinin aktığını hisseder. Oğul kendini babasının kucağına atınca, o da yılların hicranıyla oğluna sarılır. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalbde iki sevgi olmaz!” İşte o an İbrahim Edhem’den bir çığlık kopuverir: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Az sonra da oğlu ayaklarının dibine yığılır kalır.


Siyasete Meyletmeyi Kendi Adıma Döneklik Sayarım


Evet, İbrahim Edhem bir söz vermiştir Rabbine; “Beni parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacak!” demiştir. O vefa abidesi, mukarrebîndendir. Mukarrebînin en mümeyyiz vasfı, her an Allah’ın huzurunda olduklarını idrak etmeleri ve bu yakınlığa göre bir duruş sergilemeleridir. Onların gözleri rahmet tecellilerinden başka şey görmez, kalbleri rıza-yı ilahîden başka bir şeyle uzun süreli meşgul olmaz. Onlar, Cenâb-ı Hak’la münasebetlerine mani olabilecek ne varsa, hepsini Allah için feda edebilirler. O Hazret de oğluyla meşgul olmayı bile huzurun edebine muhalif görmüş ve aldığı bir ikazla “Araya giren perdeyi kaldır Allahım!” niyazında bulunmuştur.


Bu menkıbeyi hatırlatışımın ve şu sözlerimin manası, tabii ki “Herkes Allah’a ulaşmak için oğlunu, kızını, eşini-dostunu, evini-barkını terketmeli!” demek değil.. Fakat, bir ufuktan bahsediyorum; makam, mansıp, rütbe, pâye, mal, mülk… gibi dünyalıklar bir yana, Allah’tan alıkoyan her ne olursa olsun ona karşı kalbin kaymamasının lüzumunu, masivaya gönül bağlamamanın gereğini anlatmaya çalışıyorum.


Heyhat ki, genel düşüncem bu istikamette olmasına rağmen, bazıları hâlâ siyaset sahnesinde rol alma, devleti ele geçirme ve idareye hâkim olma sevdası gibi isnatlarda bulunuyorlar. Oysa, ben “kullardan bir kul” olarak Allah’ın rızasını kazanmaktan başka her türlü düşüncenin ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasına bağlı olarak idarî, siyasî bir pâye devşirmenin karşısında olduğumu defalarca ifade ettim. Daha 25 yaşımdayken o fırsatın ayağıma kadar geldiğini ama onu elimin tersiyle ittiğimi kaç kere söyledim. Değil parlementerlik, çok küçük bir idarecilik bile istemediğimi belirttim. Aslında, kanımın delice aktığı o gençlik dönemimde dahî bu ölçüde bir istiğna sergilemiş olmam, genel karakterimi ortaya koyma açısından yeterli görülmeliydi.. o tavır ve tutumum neye tâlip olduğumu, ne istediğimi ve neyin arkasında koştuğumu merak eden ehl-i vicdana kâfî gelmeliydi. Neylersiniz ki, yüzlerce defa bu duygumu ikrar etmeme rağmen, bir kesim hâlâ duymazlıktan geliyor ya da duymak, anlamak istemiyor. Belki de o kesimin literatüründe rıza-yı ilahî ve ebedî saadet gibi kavramlar bulunmadığından dolayı, söylediklerimi anlayamıyorlar.


Fakat, onlar anlamasalar da, ben bir kere daha şu mülahazamı seslendirerek mevzuyu noktalayacağım: Teşvikçisi olduğum hizmetlerde dünyevî hiçbir hedefim yoktur; Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler de, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih etmeyi ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunmayı döneklik sayarım. Göz ucuyla da olsa, dönüp ona bakmayı Rabbime karşı vefasızlık ve davama da ihanet kabul ederim.


Evet, benim de iki elim var, şayet yüz elim de olsaydı, onları i’lâ-yı kelimetullahtan başka bir gaye için kullanmayı asla düşünmezdim. Muhalfarz, öyle bir düşünce bir bulut halinde zihnime aksa, hemen seccademin başına geçer, tevbe eder ve İbrahim Edhem gibi “Allahım, ya canımı al ya da Senin muhabbetine perde olan mülahazaları gönlümden söküp at!” diye dua ederdim.