Cahiliye Atmosferi Mazeret Teşkil Eder mi?

Cahiliye Atmosferi Mazeret Teşkil Eder mi?
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Atf-ı cürümde bulunarak suçu üzerinden atma nefs-i emmârenin bir hususiyeti olduğundan, Müslümanlığı hakkıyla yaşayamayışımızı “Ne yapalım ki hak ve hakikatle geç tanıştık, kötü bir atmosferde neşet ettik.” türünden mazeretlere emanet edebiliyoruz. Böyle bir yaklaşımda haklılık payı var mıdır, izah eder misiniz?


Cevap: Bu tür mülâhazalarda bir açıdan bir haklılık payının olduğu söylenebilir. Hususiyle şuuraltı müktesebatının oluştuğu zaman diliminde yetişme şartları çok önemlidir. Bu dönemle alâkalı kesin bir yaş sınırı belirlemek mümkün olmasa da genelde “sıfır-beş” veya “sıfır-yedi” yaş aralığı olarak ifade edilmektedir. Ancak onun izafî olarak on beş yaşına kadar devam ettiği de söylenebilir. İşte insan bu dönemde, gördüğü, duyduğu, hissettiği her şeyden; etrafında cereyan eden hâdiselerin hemen hepsinden ciddi mânâda tesir altında kalır, belli bir anlayışa sahip olur ve o istikamette bir şahsiyet kazanır. Dolayısıyla dinî hayatın gerçek derinliğiyle yaşanmadığı; çirkin ve yanlış davranışların yadırganıp olumsuz davranışlara karşı içten içe bir tiksinti, en azından bir istinkaf, bir geri durup kaçınma duygusunun bulunmadığı; imrenilecek amellere karşı da ciddi bir imrendirmenin yapılmayıp salih amellere karşı iştihaların kabartılmadığı ve bütün bunları hayatlarına hayat kılıp hüsn-ü misal teşkil edecek âbide şahsiyetlerin olmadığı bir ortamda neşet eden kimseler bir yönüyle bu mazeretlerinde haklı sayılabilirler.


Tabakat Kitaplarının Açtığı Ufuk


Fakat asla unutulmamalı ki, hakiki bir mü’min, Kur’ân ve Sünnet’in beyan buyurduğu ve selef-i salihînin hâlisane temsilleriyle ortaya koydukları ideal hayat tarzını araştırır, bulur, öğrenir; öğrenir ve içinde bulunduğu ortamla, yaşamış olduğu hayat tarzıyla mukayesesini yapıp kendi durumunu sorgular. Yani mü’min, yemede, içmede, yatmada, kalkmada, Müslümanların derdiyle derdmend olmada; hâsılı hayatın her anı ve her safhasında Kur’ân ve Sünnet yolunu araştırmak, selef-i salihîn çizgisini yakalamakla kendini mükellef bilmelidir. Bu gayeye hizmet etmesi yönüyle selef-i salihînin hayatlarının anlatıldığı tabakat kitapları çok önemlidir. O büyük zatların hakiki Müslümanlığı nasıl ve hangi çerçevede yaşadıklarını öğrenip anlamaya, anlayıp benliğimize mal etmeye çalışmalıyız. Bu istikamette atalarımız ve seleflerimiz olan Osmanlı’nın da bizim için çok önemli bir kaynak olduğu unutulmamalıdır.


Bu noktada durup istidradî bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Ben ecdadımızın hayat tarzının, gerçek derinliğiyle; kalbî, ruhî, insanî, içtimaî buudlarıyla yazılıp kayıt altına alındığı kanaatinde değilim. Yazılanlar daha ziyade harp-sulh vakalarıyla ilgilidir. Bundan dolayı onların o nezih hayatlarıyla alâkalı ciddi bir malumata sahip olduğumuzu söyleyemeyiz. Ecdadımızın ahlâkî, içtimaî, insanî yönleriyle alâkalı bildiklerimiz ise daha çok menkıbelerden ibaret. Hatta sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin efendilerimizin hayatlarının da aynı duruma maruz kaldığını söyleyebiliriz. O altın dönemlerde ne âbidevî şahsiyetler, ne büyük insanlar yaşamıştır ancak yazıp kayıt altına alma işine çok ehemmiyet verilmediğinden onların bu göz kamaştırıcı hâli gerçek çerçevesiyle sonraki nesillere intikal ettirilememiştir. Şu an sahip olduğumuz kıymetli eserlerse daha sonraki çağlarda selefe saygı duyan insanların ulaşıp elde edebildikleri bilgilerin kayıt altına alınıp kitaplar hâline getirilmesiyle oluşmuştur.


Hâl-i Pürmelâlimiz


İstidradî olarak içine girdiğimiz bu önemli hususa işarette bulunduktan sonra asıl konumuza dönelim. Eğer biz, dinî hayatımızda, İslâm’ı arızasız temsil etmiş insanlara bakmazsak, hâlimizden memnun olur, kendimizi yeterli bulur ve dûn himmetliğin altında kalır eziliriz. Mesela bir Hasan Şazilî, Abdülkadir Geylanî veya Hasan Basrî Hazretleri’nin Kulubu’d-daria’da yer alan tazarru ve münacatlarına baktığımızda o büyük kametlerin kılı kırk yararcasına, tertemiz, pırıl pırıl bir hayat yaşamalarına rağmen nefislerinden ciddi mânâda şekvada bulunup Allah’a sığındıklarını görürüz. Hâlbuki bu zatlar ulûhiyet hakikatine uyandığı andan itibaren ondan başka bir şey görmemiş, çarşı-pazarın eracifine bulaşmamış devâsâ kametlerdir. Onların yanında kendi hâl-i pürmelâlimizi nazar-ı itibara aldığımız zaman, zannediyorum Cenâb-ı Hak’tan bir şey isteme liyakatimiz olmadığı kanaatine varır; varır da el kaldırıp O’ndan bir şey istemeye utanırız. Evet, değişik asırlara serpiştirilmiş bu müstesna insanların yanında bize ancak Müslümanlığı taklit eden, üzerinde ötelerin izini taşımayan sûrî Müslümanlar nazarıyla bakılabilir. Hatta denilebilir ki, şu anki hâlimiz itibarıyla Müslümanlığa o kadar yabancılaşmışız ki, bütün buudları ve gerçek derinlikleriyle onu hayata hayat kılmamız teklif edilse, onu gönülden arzulayanların bir kısmı dahi “Keşke bu mükellefiyetler olmasaydı!” gibi bir anlayışı seslendirip onun gereklerini yerine getirmekten geri durabilir. Belki bugün bütün bir yeryüzünde, dinî hayat ve dinî değerler adına ciddi bir yabancılaşma yaşandığından, Müslümanlıktan ne kadar uzaklaştığımızın farkında değiliz. Fakat bir kez daha ifade edeyim ki, bugün biz, hakiki Müslümanlığın ufkumuzda tüllenmesini ne kadar arzuluyor olsak da, gerçek temsil ve derinliğiyle onu kabul etmede bir hayli zorlanacağımız kanaatindeyim. Çünkü şu anki konum ve duruşumuz itibarıyla, Hak rızasına kilitlenip O’nun marziyyatını kazanmayı hayatının gayesi bilen insanlar olduğumuzu söyleyemeyiz.


Emanette Emin Emanetçiler


Bu sözlerimle ümidinizi kırmak ve sizi ye’se atmak istemiyorum. Müslümanlar böyle olunca toptan çer çöp gibi Cehenneme mi sürüklenirler? Hayır, Allah’ın rahmeti çok geniştir. Hadis-i şeriflerde beyan buyurulduğu üzere

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللّٰهُ

diyen kimse bile Cennet’e girecekse, inşallah işin bu kadar taklidini yapan insanlar Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden mahrum kalmazlar. Bu ayrı bir meseledir. Ancak günümüzde bu emanete sahip çıkmak isteyen insanlar, emanette emin bir emanetçi olup olmadıklarının muhasebesini yapmalıdırlar. Bu din onlara emanet edildiğine göre onlar da yeryüzünün eminleri, yani ümena ve süleha olmalıdırlar. Öyle ki, din ve diyanet adına, gerekirse kendilerine veya evlâd ü ıyâline gelecek zararı göze alabilmeli ancak dine dokunacak bir tehlike karşısında tir tir titremelidirler.
Bunun için bizler dini anlama ve onu hayata hayat kılma hususunda sürekli çıtayı yükseltme ve anlayışımızı hep daha üstün bir noktaya ulaştırma peşinde olmalıyız. Hatta bir gün Cüneyd-i Bağdadî, Beyazid-i Bistamî gibi bazı Allah dostlarının nail oldukları seviyede Allah’a muhatap olma ufkuna ersek yine de çıtayı yükseltmeye çalışmalı ve “Allah’ım daha ötesi yok mu bunun?” demeliyiz. Eğer bunun ötesi

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ

– Allah’ın rızası en büyük olandır.” (Tevbe Sûresi, 9/72) hakikatinin tecelli ve zuhuru ise, o zaman bize de onun talibi olmak düşer. Çünkü emanette emin bir emanetçi olmanın gereği budur.


Mazeretler Arkasına Sığınmayan Altın Nesil


Sorunuza esas teşkil eden husus bir de, bizim için her meselede rehber ve ölçü konumunda bulunan sahabe-i kiram efendilerimizin yaşadıkları hayat açısından değerlendirilebilir.


Malum olduğu üzere onlar, her türlü kötülük ve çirkinliğin hükümferma olduğu, insanların gırtlaklarına kadar fısk u fücura gömüldüğü bir dönemde neşet etmişlerdi. Şu an huzurunuzda o dönemin levsiyatını dile getirerek zihinleri bulandırmak istemiyorum. Ancak o altın neslin, nasıl kapkaranlık bir atmosferden sıyrılıp apaydınlık bir ufka ulaştıklarını anlama adına, müsaadenizle bir-iki hususu hatırlatayım. O karanlık devirde ahlâksızlık, cemiyeti öyle sarmıştı ki bazı evlerin kapılarına bayraklar asılıyor, oralarda bohemce bir hayat yaşanıyor ve bu durum normal karşılanıyordu. Toplum bünyesinde nesebi karışmış, babasının kim olduğu bilinmeyen bir hayli insan vardı. İffet öylesine ayaklar altına alınmıştı ki, bazı insanlar üryan bir şekilde Kâbe’yi tavaf edebiliyorlardı. İçki ve kumar hiç de ayıp sayılan şeyler değildi. Yalan, aldatma ve hile; marifet ve akıllılık sayılıyordu. Sözün özü, bütün insanî değerler ters yüz edilmiş, faziletler ayıp; ayıp ve kusurlar ise birer fazilet gibi itibar görmeye başlamıştı. İşte böyle bir toplum içinde neşet eden o insanlar, Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) insanlığa sunduğu güzellikleri gördüklerinde hemen o ışık kaynağının etrafında kümelenmiş ve bütün o çirkinlikleri, levsiyatı, pislikleri ellerinin tersiyle iterek akılları talim, nefisleri tezkiye, kalbleri tasfiye eden birer medeniyet muallimi hâline gelmişlerdir.


Demek ki onlar, “Ne yapalım, içinde yaşadığımız toplumun hâli buydu!” diyerek mazeret üretme gibi bir yanlışlığın içine girmemiş; girmemiş ve iradelerinin hakkını vererek cahiliye bataklıklarını birer Asr-ı Saadet gülistanına çevirmesini bilmişlerdir. O zaman bizim de, “Ne yapalım, hayata uyandığımızda kendimizi bir levsiyat bataklığı içinde bulduk. Lâahlâkîlik çarşı-pazar, ev-sokak her tarafta kol geziyordu. Anne-babamız da ümmiydi. Bizi dinimizden soğutmuşlardı. İslamî terbiye alamadığımızdan biz de din ve diyanet adına birer terbiyezede olarak yetiştik.” deyip başkalarına atf-ı cürümde bulunma, eksik ve kusurlarımızı başkalarına fatura etme ve bu suretle işin içinden sıyrılmaya çalışma gibi bir yanlışlığın içinde olmamamız gerekir.


Kabir Kapısı Kapanmıyor


Hz. Pir, Sözler’de bu hakikati ne güzel ifade eder. Hatırlayacağınız üzere Ondördüncü Söz’ün hâtimesinde o, şöyle der:


“Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.


Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”


Evet, “zaman değişmiş, asır başkalaşmış” gibi bahaneler insanın kendi kendini aldatmasından başka bir şey değildir. Hem böyle bir aldanış –Allah korusun– ebedî bir hüsrana sebebiyet verebilir. Kur’ân-ı Kerim ahirette kâfirlerin ahvalini beyan buyurduğu değişik yerlerde kalbleri titretecek, yürekleri hoplatacak bir tablo hâlinde bu hususa dikkatleri çeker ve ikazda bulunur. Mesela, Fâtır Sûresindeki bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: “

وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ فِيهَا رَبَّنَا أَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ

– O kâfirler orada yardım isteğiyle çığlık koparır ve ‘Ey Ulu Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder; gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, salih ameller yapalım!.’ derler.” (Fatır, 35/37) Onların bu yakarışlarına şöyle karşılık verilir:



أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ نَصِيرٍ

– Biz, size, düşünüp ibret alacak, gerçeği görecek kimsenin düşünüp ders alacağı (ve gereğini yapacağı) kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı olarak peygamber de gelmişti. Şu hâlde tadın azabı! Zalimlerin asla yardımcısı olmaz.” (Fâtır, 35/37) Bu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere insan şuuruyla dünyada bir saat bile yaşasa Cenâb-ı Hak ona: “Ben sana bir saat vermedim mi? O bir saatte Beni düşünüp bulman gerekmez miydi?” diyebilir. Buna göre Allah’ın bize bahşettiği zaman, imkân ve ortam zannediyorum tezekkür ve tedebbür etmemiz adına yeterlidir. Allah ötede bunun hesabını sorduğunda herhangi bir dayanağı olmayan boş mazeretlerin bize hiçbir faydası olmayacaktır. O hâlde hepimizin mesnetsiz, dayanaksız, bu tür boş mazeretlerden sıyrılıp hayatımızı ona göre şekillendirmemiz, ona göre tanzim etmemiz gerekir.