Cennet Yolunun Burakları

Cennet Yolunun Burakları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem)
bir hadis-i
şerifte
, “Yâ eyyühe’n-nâs! Efşu’s-selâm,
ve et’ımü’t-taâm, ve sılu’l-erhâm, ve sallû billeyli ve’n-nâsu niyâm,
tedhulü’l-Cennete biselâm” buyuruyor. Peygamber Efendimiz’in bu türlü sözleri,
sadece o anki muhataplarına mı özeldir yoksa umûmî midir? Bu hadisi nasıl
anlamalıyız?


Cevap: Bu hadis-i şerifi, Abdullah İbn-i Selâm
(radiyallahü anh) rivayet etmektedir. Kısaca meâli şöyledir: “Ey İnsanlar!
Selamı aranızda yaygın hale getirin.. sofranız herkese açık olsun, çokça ikram
edin.. sıla-ı rahimde de kusur etmeyin.. bir de, insanların uykuya daldıkları
anlarda, gecelerin karanlığını namazla delin.. böylece selametle Cennet’e
girersiniz!.”  (İbn-i Mâce, Et’ime, 1; Dârimî, Salât, 156)


Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bu kabil sözlerini ilk akla
gelen (zahirî) manalarıyla ele almakta ve o şekilde amel etmekte hiçbir mahzur
yoktur. Bilakis, herbiri güzel ahlakın ayrı bir yanına işaret eden bu hususları
tatbik etmek insana çok fayda ve sevap kazandırır. Bununla beraber, bu türlü
hadis-i şerifleri tergib (teşvik etme, isteklendirme) ve terhîb 
(sakındırma, uzaklaştırma) sadedinde îrad edilmiş sözler olarak değerlendirmek
daha doğrudur.


Tergib ve Terhîbe Birer Misal


Mesela; Allah Rasûlü, “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler,
vaad ettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete
hıyanet eder” buyurmuş; bazı rivayetlerde, hemen her zaman en haince düşmanlık
duygularını dostane tavırlar içinde icra etmeyi de nifak emaresi olarak
zikretmiştir. Bu nebevî beyan, sözünden dönen ya da yalan söyleyen herkesin
münafık olduğu manasına gelmez. Her yalan, insanı mutlaka münafık yapmaz. Fakat,
yalan, bir lafz-ı kâfirdir; yalan söyleyen bir insan küfre doğru bir adım
yaklaşmış ve imanını ayakta tutan esaslardan da bir adım uzaklaşmış olur.
Dolayısıyla, insan bir-iki yalanla münafık olmasa da doğru olmayan her beyanla
tehlike sınırına biraz daha yaklaşmış sayılır. Keza, kendine bir emanet
verildiğinde ona hıyanet eden kimse, emniyetten uzaklaşması ölçüsünde imandan
uzaklaşmış ve o kadar da küfre açık hale gelmiş olur. Evet, yalanın, ahde
vefasızlığın ve emanete ihanet etmenin öyle çeşitleri vardır ki, onlar insanı
tam bir münafık haline getirir. Bu kötü fiilleri işleyenlerin hepsi münafık
olmasa bile, hemen herkes bir yalan menfezinden nifaka düşebilir; bir emanete
ihanet çukurundan küfre yuvarlanabilir; sözünde durmama ya da hayasızca
düşmanlık yapma gibi günahlar sebebiyle münafıklar safına kayabilir. 
Öyleyse, bu neticeye götürebilecek işlerin en küçüğünden dahi fersah fersah uzak
durmak gerekir. İşte, Peygamber Efendimiz de münafığın alametlerini sayarken
terhib edalı bir ifadeyle bu hususlara dikkat çekmiştir.


Allah Rasûlü, bir başka zaman da, “Cenâb-ı Allah yedi kimseyi, kendi
zıllinden (gölgesinden) başka sığınak olmayan kıyamet gününde, zılli altında
himaye edecektir.” buyurarak, âdil imamdan başlayıp yapayalnızken Allah’ı anıp
da gözleri yaşlarla dolan insanla bitirerek yedi zümreyi saymış ve bu yedi sınıf
insanı misal vererek onların temsil ettiği yüksek hasletlere sahip olmamız için
bizi teşvik etmiştir.


Tergib ifade eden bu beyanda, âdil imam ilk sırada zikredilmiştir.
Haddizatında, adaletli idarecilerin hepsi Allah’ın zıllinde değildir. Fakat,
adil olan bir idarecinin Allah’ın zıllinde olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü,
hükümdarın ya da değişik kademelerdeki yöneticilerin ellerinde geniş imkanlar
vardır. Bu geniş imkanlar, güç ve kuvvet genellikle despotluğa, tiranlığa ve
zorbalığa götürür; sahibini çıldırtır ve ona sağlam muhakemede bulunma imkanı
vermez. Kaba kuvvet aklın önüne geçer, şefkat duygusunu çiğner ve merhamet
hissini öldürür. Dolayısıyla, güç ve kuvvetin temsilcileri çoğunlukla hak ve
adalet tanımazlar; adeta insanların hukukunu çiğneme hakkı kendilerine verilmiş
gibi davranırlar. Koruma mecburiyetinde oldukları hukuk kurallarına en başta
onlar riayet etmezler. Böylece, aslında bir hikmet-i vücudu bulunan kuvvet, bazı
kayıtlar altına alınmadığı ve hakkın emrine girmediği zaman kimin eline geçerse
geçsin onu azgınlaştırır ve bir zalim haline getirir.


İşte, hakperest ve adil davranmanın çok zor olduğu bir konumda, Hulefa-i
Raşidîn, Ömer bin Abdülaziz, Mehdî-i Abbasî, Harun Reşid, Fatih Sultan ve Yavuz
Selim gibi davranmaya çalışarak kılı kırk yararcasına yaşayan idareciler
Allah’ın rahmetine, Cennet’e ve rıdvana açık duruyorlar demektir. Güç, makam ve
mansıp karşısında “pes” etmeyip adaletten ayrılmama “zıllullah”a açık bir duruş
manasına gelmektedir. Öyle bir duruş, adil idarecileri, Cenâb-ı Hakk’ın hususî
ve sürpriz olarak hazırlayacağı o ilahî gölgeye namzet hale getirmektedir.
Ahirette insanın kalbini, ruhunu, hissini ve bütün letâifini saran endişe
ateşlerine karşı koruyucu bir sera ve bir siper olan “zıllullah”, hiç kimsenin
korunamadığı bir yerde, işte o türlü idarecileri himayesine alacak ve onlar için
emin bir sığınak olacaktır. Evet, adalet sıfatı, bir idarecinin “zıllullah”a
mazhar olması için tek başına kafi değilse de, o mazhariyete erenler mutlaka
adil imamlar arasından çıkacaktır. Dolayısıyla, bu hadis-i şerif bir hakikati
ifade etmenin yanısıra hem fertler hem de toplum için çok önemli olan bazı
hasletleri de nazara vererek o güzel huylara teşvik etmektedir.


Münebbihât


İbn-i Hacer el-Askalânî hazretleri tarafından derlenen, Peygamber
Efendimiz’in, Ashâb-ı Kirâm’ın ve Tâbiîn’in büyüklerinin bazı sözlerine yer
verilen “Münebbihât” adlı risâle, ikiden ona kadar cümlelerden oluşan tenbihleri
ihtiva etmektedir. Münebbihât’ta, sünâiyyât, sülâsiyyât, rübâiyyât… denilen
iki maddeli, üç maddeli, dört maddeli… hadisler vardır ve bunların hepsi
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bazı hakikatleri ifadeyle beraber tergib ve terhib
maksadıyla söylediği lâl ü güherlerdir. Bunlar, sorunuzda zikrettiğiniz hadis-i
şerif gibi, salih amellere karşı arzu uyarır, iradeyi şahlandırır ve iştiyâkı
arttırır;  fena işlere karşı da nefsi dizginler, hevayı gemler ve hevesi
frenler.


Söz konusu hadis-i şerifte de, mü’minler, amel-i salihe dair dört hususa
teşvik edilmekte ve ilk olarak “Efşu’s-selâm – Selamı yaygınlaştırın.”
denmektedir. Bildiğiniz gibi, “selam” ayıp ve kusurdan, korku ve endişeden emin
olma, emniyet ve sulh içinde bulunma manalarına gelir. Selam, bir mü’minin
diğerine “es-Selâmü aleyküm” deyip “Allah’ın selâmı senin üzerine olsun; Allah
seni her türlü kazâ ve beladan korusun; selametle yaşayıp emniyet ve güven
içinde Cennet’e dahil olasın” şeklindeki niyet ve mülahazalarla dua etmesi;
diğerinin de, “Ve aleykümü’s-selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh” diyerek
“Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi seninle de beraber olsun; benim için
istediklerinin kat kat fazlasını Allah sana da lütuf buyursun” türünden nezih
duygularla mukabelede bulunması demektir.


Selâm Olsun!..


Cenâb-ı Allah, “Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere,
sahiplerinden izin isteyip onlara selam vermeden girmeyin.” (Nûr, 24/27); bir
başka ayet-i kerimede de, “Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel
bir tarzda selamı alın, en azından verilen selamın misli ile karşılık verin!”
(Nisa, 4/86) buyurmaktadır. Ayrıca, “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki
onlar tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selametle!” der
geçerler.” (Furkan, 25/63) ilahî beyanıyla, has kullarının edep ve nezaket dolu
tavırlarını takdir etmektedir. Evet, Allah’ın seçkin kulları, gururlu, saygısız,
kaba ve haşin değil, alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli ve nazik yürürler.
Kendileri etrafa hiç sıkıntı vermedikleri gibi, cahillerin cahilce tavırlarla
onları muhatab almaları, çok kaba hareketler sergilemeleri ve yakışıksız sözler
sarf etmeleri karşısında bile asla çirkin bir laf etmez, nezaketlerinden taviz
vermezler. Dillerini edep ve nezahete o denli alıştırmışlardır ki, başka bir şey
söylemez, sadece “selam” der geçerler.


Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan bir rivayete göre; bir gün bir Yahudi,
Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek “es-Selâmü aleyküm” der gibi yapmış,
fakat, “es-Sâmü aleyküm” demişti. İbrânî dillerinde, “sâm” ölüm demekti;
“es-Sâmu aleyküm” ise, “Ölüm sizin üzerinize olsun, canınız çıksın!” manasına
gelmekteydi. O talihsiz adam, Allah Rasûlü’ne selam veriyormuş gibi yapıp
“es-Sâmü aleyküm” deyince, onun maksadını anlayan Hazreti Aişe validemiz biraz
sinirlenip, “Ölüm, gazap ve lanet sizin üzerinize olsun; Allah canınızı alsın!”
diyerek ziyadesiyle mukabelede bulunmuştu. Meseleyi biraz nükteyle ele alacak
olursak, mualla annemiz zahiren doğru olanı yapmıştı; zira, selamı alan insanın
verilen selama daha başka kelimeler ilave ederek mukabelede bulunması gerekir.
Mesela, birisi size “es-Selâmü aleyküm” deyince, siz “Ve aleykümü’s-selâm”
demekle yetinmez; “ve rahmetullahi ve berakâtuhu” sözlerini de ekler; hatta
Hazreti Üstad gibi, “ebeden, dâimen, ebede’l-âbidîn ve dehre’d-dâhirîn” diyerek
selamı bitirirsiniz. İşte Aişe validemiz de –ona ruhlarımız feda olsun–
İnsanlığın İftihar Tablosu’na karşı öyle çirkin davrananlara ziyadesiyle cevap
vermişti.


Bunun üzerine Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Aişe’nin
cevabını doğru bulmadığını ima ederek ”Eğer kötü söz tecessüm etseydi, çok
çirkin tecessüm ederdi; nezaket ise, neyin üzerine konduysa onu süsledi ve onun
makamını yüceltti.” buyurmuştu. Ümmü’l-mü’minîn, “Ya Rasûlallah! Onların
“es-Sâmu aleyküm” dediğini duymadınız mı?” deyince de Efendimiz, “Evet duydum,
ama onlara verdiğim cevabı sen duymadın mı? Ben de onlara, “Aleyküm – Size de”
diye cevap verdim.” demişti.


“İman etmedikçe Cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana
sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi
haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız!…” diyen Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz,  pek çok hadislerinde selamın önemi ve yaygınlaştırılmasının
gereği üzerinde durmuştur. Bir sahabi, “İslamın hangi işi daha hayırlıdır?” diye
sorduğunda, Efendimiz, “Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam
vermendir.” buyurmuştur.


Evet, Peygamber Efendimiz “Efşû’s-Selâm” diyerek, dilimizde de kullandığımız
“fâş” kelimesinin farklı bir kipiyle selamı yaygınlaştırmamızı, uğradığımız her
yerde emniyet telkin etmemizi, tanısak da tanımasak da karşılaştığımız herkese
selam vermemizi ve selamı hiç terk etmediğimiz bir adet haline getirmemizi
emretmiştir. Onu, insanların kalblerindeki kin ve nefreti eritecek, aradaki
soğuklukları giderecek ve gönüllerde bir sıcaklık hasıl edecek en önemli
unsurlardan biri olarak saymıştır. Yalnızca dışarıda değil herkesin kendi evinde
de selam alıp vermesi gerektiğini de belirtmiş; yanında büyüttüğü Hazreti
Enes’e, “Ailenin yanına girdiğinde selam ver ki, sana ve ev halkına bereket
olsun!” buyurmuştur.


Bonjur, Bonsuvar…


Halk arasında kullanılan, “Emniyete ve güvenliğe geldiniz, burada rahat
edebilirsiniz; size teminat veriyoruz” manasına gelen “merhaba”; Fransızca’dan
dilimize geçen ve bilhassa Tanzimat’tan sonra adeta moda olan “bonjur”,
“bonsuvar”; İngilizce’den alınan “hi”, “hello”; Türkçe’nin saflaştırılması
bahanesiyle icad edilen “günaydın”, tünaydın” ya da bugün onların yerine
kullanılmaya başlanan “iyi günler” ve “iyi geceler” gibi sözler de gönül almaya
vesile olabilir; onlarla selamlaşmak, muhatabı görmezlikten gelerek hiç kâle
almıyormuşçasına sessizce çekip gitmekten daha iyidir. Fakat, onlardan hiçbiri
“Es-Selâmu aleyküm!” demek kadar derin manalar taşımaz ve selamın yerini
dolduramaz. Selamın manası çok derindir.  “Es-Selâmu aleyküm” ifadesi,
“Allah sağlık, afiyet versin, kaza ve beladan emin kılsın” demekten “Cennet
dârüs-selâmdır, selamet yeri ve yurdudur. Cennet senin de otağın olsun, Allah
seni Cennetlik eylesin. Cehennemden uzak, Cennete dahil olasın; Allah’ın lütfuna
erip ebedî saadeti bulasın” demeye kadar çok geniş ve derin manalar taşır.


Ayrıca, selamın hakikatini ve keyfiyetini Kur’an-ı Kerim öğretmiştir. Cennet
ehlinin karşılanışını, meleklerin onlara “Selâmun aleyküm” deyişlerini anlatmış
ve adeta her selam sözü melekleri, Cennet’i ve ehl-i imanın “selam yurdu”nda
karşılanışını hatırlatır olmuştur. Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi,
Kur’an’ın her kelimesi bir “melek-i nâtık”tır. Yani, Allah’tan gelen o kelimeler
canlı birer çağrıdır, birer davettir. Siz, o mübarek kelimeleri seslendirdiğiniz
ya da dinlediğiniz zaman vicdanınızda meleklerin sesini işitebilir, ruhânîlerin
teşkil ettiği koroda bulunduğunuzu hissedebilir ve her şeyin ötesinde âdetâ
Mütekellim-i Ezelî’ye ait selamı duyuyor gibi olabilirsiniz. Kur’an’ın
kelimeleri adeta sizinle konuşurlar ve o muhrik nağmeleriyle, başka hiçbir
vesileyle ve hiçbir yerde bulamayacağınız bazı kayıtları sizin ruh disketinize
kaydederler. Öbür tarafta o kayıtların çözümüyle yüz yüze geldiğiniz zaman da
sizi zevkine doyamayacağınız bir inşiraha ulaştırırlar.


“Selam” da melek-i nâtık denebilecek kelimelerden biridir. Öyleyse, başka
sözlerle değil, Kur’an’ın öğrettiği o derin muhtevalı beyanla insanları
selamlayın. Uğradığınınız her yerde, çarşı-pazarda, bir dükkanda ya da şadırvan
başında rastladığınız her insana “es-Selâmu aleyküm” deyin, niyetinizle onu her
an biraz daha derinleştirerek insanlar arasında emniyetin temsilcileri olun.
Sizin o samimi söz ve tavırlarınız bir havuza dökülecek, orada
değerlendirilecek; çok farklı şekillerde, değişik kalıplar içinde ve ahirette
işinize yarayacak bir keyfiyette mutlaka bir gün dönüp size gelecektir; işte o
günü intizara koyulun. Kim bilir, belki de o selamlaşmalarınızın herbiri,
dualarınıza meleklerin iştirakini sağlayan kapıyı açacak sihirli birer anahtar
mesabesindedir. Kim bilir, belki çarşı-pazarda önünüze gelen herkese emniyet ve
güven vaad ettiğiniz zaman sizin için de öbür âlemlerde bir kısım emniyet
kapıları açılıyordur; sizin bir selamınıza mukabil yüzlerce melek “Selam sizin
de üzerinize olsun” diyor ve size dua ediyordur. Evet, böyle bir kazanma yolu
varken onu değerlendirmemek, dilsizmiş gibi davranıp selam vermemek ya da başka
kültürlerin etkisiyle meseleyi daraltmak büyük bir kayıptır.


Sofranızı Herkese Açın


Hadis-i şerifte, ikinci olarak, “Ve et’ımü’t-taâm- Sofranız herkese açık
olsun, bolca ikram edin” denmektedir. Fakirleri ve açları doyurma mevzuu ayet-i
kerimelerde ve hadislerde farklı şekilde ifade edilmiş; zekat, sadaka, keffaret
ve fidye gibi meselelerde fakirlerin doyurulması konusu, sınırları çizilerek
genişçe ele alınmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz bu sözüyle zengin-fakir,
mü’min-müşrik ayırmamış; yemek yedirmeyi mutlak bırakmıştır. Bu açıdan,
öncelikle Müslümanlara olmak üzere, Hristiyan, Yahudi, Budist ya da kim olursa
olsun gayr-i müslime ikramda bulunmak da bu sözün muhtevasına dahildir. 


Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “Her yaş ciğer (canlı) sizin
için bir sevap kazanma vesilesidir.” buyurmuştur. İffetsiz ve çok günahkar bir
kadının, susuzluktan dili sarkmış bir köpeğe acıdığından dolayı bir kuyuya inip
ayakkabısıyla su çıkardığı ve o köpeği suladığı için Cennet’e girdiğini anlatan
Peygamber Efendimiz, bir kediyi eve hapseden, ona yiyecek vermeyen, yeryüzünün
haşeratından yemesine de engel olan ve onun ölümüne sebebiyet veren bir başka
kadının da bu çirkin işten dolayı Cehennem’e gittiğini bildirmiştir. Evet,
kendisinde hayat eseri olan her canlı bir sevap vesilesi ise, buna hayvanat
dahil olduğu gibi evleviyetle insanlar da dahildir. Çünkü, her insan Cenab-ı
Allah’ın özel mührünü taşımaktadır ve ahsen-i takvime mazhardır.


Demek ki, “Ve et’ımü’t-taâm” ifadesini çok geniş olarak değerlendirmemiz
gerekmektedir. Soframızı herkese açık tutmamız, misafirimiz kim olursa olsun
yemek yedirmemiz mü’mince bir davranıştır. Tabii ki, herhangi bir sahabiye ikram
etmek farklıdır, Peygamber Efendimiz’e yemek yedirmek daha farklıdır. Necran’dan
gelip bağrını İslam’a açan insanlara ya da Gassan’dan gelen Hristiyanlara yemek
yedirmekle, sıradan bir müslümana ikramda bulunmak aynı kıymette değildir. Evet,
Allah rızası için yemek yedirmek salih bir ameldir ve her ikramın bir sevabı
vardır. Fakat, soframıza oturan insana göre o sevabın artması da söz konusudur.
Hak dostlarından birine yedirdiğimiz yemek, Allah nezdinde öyle büyüktür ki,
onun bizim için yedi veren, hatta yetmiş veren başak gibi olması ve evimizi
bereketle doldurması kuvvetle muhtemeldir.


Diğer taraftan, mü’minleri diğer insanlardan ayıran özelliklerden biri
karşılık beklemeden yedirip içirmek ve insanlara ikramda bulunmaktır. Ehl-i
dünyanın düşmanlık ve mücadeleleri çoğunlukla yemek davası üzerinde cereyan
eder. Onlar hep başkalarının kazancından yemek ve başkasının sırtından geçinmek
isterler. Güçleri yeterse zulümle yahut hırsızlıkla, o da olmazsa dilencilikle
başkasının malını alır kullanırlar. Ehl-i iman ise, muhtaçların ihtiyaçlarını
gidermek ve Allah’ın lutfettiklerinden infakta bulunmakla rıza-yı ilahiyi
tahsile çalışırlar. Mü’minler ikramın keyfiyetine değil, onu ortaya koydukları
andaki niyetlerine önem verirler. “Yarım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten
koruyun” ve “Ey Müslüman kadınlar, bir koyun paçası da olsa hayır hesabına
hiçbir iyiliği küçük görmeyin” buyuran İnsanlığın İftihar Tablosu’nun irşadına
kulak verir; ellerinde ne varsa, güçleri yettiğince yedirir içirirler. Ayrıca,
Hazreti Hatice, Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Osman gibi sahabe efendilerimizin,
insanları dine davet için düzenledikleri ziyafet sofralarında ya da
fakirlere-muhtaçlara yardım yolunda servetlerini tükettiklerini
(değerlendirdiklerini demek daha doğru olsa gerek) hatırdan çıkarmaz ve onlara
benzemeye gayret ederler.


Bir Türk atasözünde “Her geceyi Kadir, kapına gelen her insanı da Hızır bil”
denir. Bu, sofrayı herkese açık tutma meselesinde de çok önemli bir ölçüdür.
Tanısan da tanımasan da kapını çalan herkesi Hızır gibi kabul etme, güleryüzle
karşılama ve ona ikramda bulunma yemek yedirmenin hakkını verme demektir…
İşte, Peygamber Efendimiz’in “yemek yedirin”  sözü bu genişlikte
yorumlanmalıdır.


Sıla-i Rahim


Sohbetimize mevzu teşkil eden hadis-i şerifteki üçüncü husus  “Ve
sılu’l-erhâm – Sıla-yı rahimde bulunun” beyanıdır. “Sıla”, kavuşmak, ulaşmak,
akrabayı ziyaret etmek, mü’minlerle görüşmek ve alâkayı devam ettirmek
manalarına gelmektedir. Sıla, Türkçe’mizde de çok kullanılan, özellikle dâussıla
terkibiyle vatan hasretini ve memleket özlemini ifade için edebiyatın hemen her
türünde sıkça rastlanan bir kelimedir. “Dâussıla” tabiri, günümüzde de pek çok
insanın hasret ve hicranının unvanıdır. Anne-babanızdan, dost ve akrabanızdan
uzaksanız; vatan toprağını, öz kültürünüzü, kendi kültür ortamınızı,
camilerinizi, minarelerinizi ve ezanlarınızı özlüyorsanız; hatta bazen
mahyalarınızın, temcid ve tehlillerinizin hayali gözlerinizi yaşartıyorsa ve bin
âh ile “Keşke bir kere daha o iklimin havasını solusam; bir kere daha öz
değerlerimle buluşsam” diyorsanız bunların herbirine karşı sizin içinizde de bir
sıla derdi var demektir.


Sıla-i rahime gelince, o, akraba ve yakınları ziyaret etme, hal ve
hatırlarını sorma, gönüllerini alma ve alâkayı koparmama demektir. Peygamber
Efendimiz’in Cennete girmeye vesile olan amellerden biri saydığı sıla-i rahimin,
âyet ve hadislerde, namaz, zekât gibi farz ibadetlerden hemen sonra zikredilmesi
onun dinimizdeki önemini göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, “Allah’tan korkun ve
akrabalık bağlarını koparmaktan sakının” (Nisâ, 4/1) mealindeki ayeti-i kerimede
olduğu gibi sarih ya da pek çok ilahî beyandaki imalarla sıla-i rahimi nazara
vermiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de, “Akrabalık, Arş’ta asılıdır. ‘Beni
gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin’ der durur.” buyurmuş;
bir başka defa, “Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Bu sadaka akrabaya
yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da
sadaka sayılır” demiş ve “Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete
giremez” tehditkar ifadesiyle mü’minleri ikaz etmiştir. İslam alimleri, bu ayet
ve hadisleri nazar-ı itibara alarak sıla-i rahimde bulunmanın vacib olduğunu
söylemiş ve onun terkedilmesinin büyük günah sayılacağını belirtmişlerdir.


Sıla-i rahim meselesinde gözetilmesi gereken öncelikler vardır. Yolunuzu
hasretle gözleyen ve “Ne olur kavuşabilsem” diyen insanlara karşı sıla ayrı bir
kıymete ulaşır. Dolayısıyla hiç kimseye karşı sıla, anne–babaya karşı olan
sılanın yerini tutamaz. Sonra bizim kıstaslarımız içinde nine ve dedeye karşı..
daha sonra amca ve halaya karşı.. onların akabinde de dayı ve teyzeye karşı..
sıla gelir. Aslında, sıla-i rahimdeki sıralamada da Kur’an-ı Kerim esas olmalı
ve kendilerine karşı iyilik yapılması gerekenler Kur’an’da hangi sırayla
anlatılmışsa, o sıra ölçü kabul edilmelidir. Değişik ayetlerde iyilik yapma ve
ihsanda bulunma meselesi anlatılırken bir tertibe riayet edilmiştir. Mesela; bir
ayet-i kerimede mealen “Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şerik
yapmayın. Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, fakirlere, (evi yakın olan veya
akrabadan olan) yakın komşulara, (evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da
müslüman olmayan) uzak komşulara, yol arkadaşına, garip ve yolculara,
ellerinizin altındakilere (köle, cariye, hizmetçi, işçi) güzel muamele edin.
Bilin ki Allah kendini beğenen ve övünüp duran kimseleri sevmez.” (Nisa, 4/36)
buyrulmaktadır. Dolayısıyla, iyilik ve ihsanda bulunurken de bu sıralama
gözetilmeli; kimin sıla hakkı daha büyükse ona daha çok önem verilmelidir.


Sıla-i rahim, tatlı sözlü, güler yüzlü olmaktan selâmlaşmaya, hal-hatır
sormaktan insanlar hakkında iyi dileklerde bulunmaya, ziyâretlerine gitmekten
ihtiyaçlarını görmeye, dertlerini paylaşmaktan malî yardımda bulunmaya kadar pek
çok iyilik ve ihsanı ihtiva eder. Hususiyle günümüzde bu iyilik ve ihsan yolları
neredeyse unutulmuş ve akrabalık bağları bütün bütün koparılmıştır. Maalesef,
artık anne-babalar, nine ve dedeler biraz yaşlanıp elden ayaktan düşünce
kendilerini düşkünler evinde buluyorlar. Önceden oralara “Darülaceze” denirdi;
şimdi adını biraz kibarlaştırarak “huzur evi” diyor ve onunla teselli olmaya
çalışıyorlar. İnsan, çocuklarının olmadığı, torunlarının bulunmadığı, ne
ihtimamla büyüttüğü yavrularını sevemediği, onlara bakıp bakıp “Ben de bir
anneyim.. bir babayım!” diyemediği, kendine sevgi ve hürmetle bakan yakınlarını
göremediği, onun için bir tencerenin kaynamadığı ve çoğu zaman aranıp
sorulmadığı bir yerde nasıl huzurlu olur ki! Biz kendi kafamızda mevhum bir
huzur tasarlamışız; o talihsizler yuvasına da “huzur evi” demişiz. Senelerdir
onların da bizim var olduğunu sandığımız huzuru duymaları için zorlayıp
duruyoruz. “Ne güzel yiyip içip yatıyorlar, daha ne olacaktı ki?” der gibi bir
halimiz var. Oysa ki, insan hayvanlar gibi yiyip içen, sonra da yan gelip yatan
ve bu şekilde huzuru yakalayabilen bir mahluk değildir. İnsan, çevresine alâka
duyan, tabiata açık bir fıtratı bulunan, evlat ve torunlarıyla, hatta
torunlarının torunlarıyla bile münasebeti olan bir varlıktır. Fakat, maalesef,
biz bugün onu yeme, içme ve uyumaya hapsetmiş durumdayız.


Bağlar Bozuldu…


Aslında, bu hâl Batı’nın ahlak ve kültürünün neticesidir. Bu acı tablo, aile
müessesesinden mahrum, yuvanın sıcaklığını hiç duyamamış; belli bir yaşa kadar
baba evini otel gibi kullanan, rüşdüne erdikten sonra da anne-babasını terk edip
başka bir yere gidebilen kayıtsız insanların eseridir. Ne yazık ki, son
senelerde biz de, bir zamanlar uzaktan uzağa hayretle seyrettiğimiz bu tablonun
bir parçası haline geldik. Belki uzun zaman direndik; cedşâhî ailelerimizi ve
yuvamızın kudsiyetini korumaya çalıştık; fakat, heyhat, fırtına çok şiddetliydi.
Nihayet, biz de karşımızda, Alvar İmamı Efe Hazretleri’nin hicranla tavsif
ettiği yıkık bir dünya bulduk:



“Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu,
Gülistânda katmer güller mi
kaldı
Şecerler kırıldı bârlar üzüldü
El atacak dahî dallar mı kaldı


Bir sel aldı sahrâları bürüdü
Ağaçlar kurudu kökler çürüdü
Erler
yüreğinde yağlar eridi
Hasb-i hâl edecek kâller mi kaldı


Bozuldu dünyanın bâğ u bostânı
Zâğ-ı siyeh yaktı bu gülistânı

Bülbüller okusun dertli destânı
Elvân nakış keşmir şallar mı
kaldı”


Maalesef, bize ait değerler de bir bir yıkıldı. O sımsıcak ve huzurlu
yuvalar, o güleryüzlü, saygıdeğer dede ve nineler, o sevimli, şirin evlat ve
torunlar… hepsi bir bir devrilip gitti ve nesiller âdetâ harabeler içindeki
baykuşlara döndü.


İşte, sıla mevzuundaki bu tahribin tamir edilmesi de çok önemli bir
vazifedir. Bu yıkılışın yeni bir dirilişe çevrilmesi ve bozulanın yeniden
düzeltilmesi nasıl olacak bilemiyorum. Fakat, zannediyorum, bunun için önce
kendi kültürümüzü benimseme ve özümüze dönme adına millet çapında ciddi bir
rehabilitasyona ihtiyaç var. Daha sonra, eğitimden mimariye kadar her sahaya
aileyi koruma ve sıla-i rahimi gözetme mülahazasıyla müdahale etmek gerekli.
Esaslarını dinimizden aldığımız ve asırlarca kendi kültürümüzle bir kalıba
döktüğümüz aile ve sıla anlayışımızın kıymetini anlamadıktan, o kültürün
kazandırdığı ahlaka yeniden ulaşmadıktan, gelin ve damatları o ahlaka göre
yetiştirip evlat ve torunları ona alıştırmadıktan, yaptığımız evlerin mimarisini
bile bu gayeye matuf olarak ele alıp anne-baba ya da nine-dede için yarı beraber
yarı müstakil haneler hazırlayarak, onlara istedikleri zaman kendilerini
dinleme, dilediklerinde de torunlarını sevme fırsatı tanımadıktan sonra o eski
günlerin huzur atmosferini ve o gül devirlerinin gönüllere gıda iklimini bir
kere daha tatmamız mümkün değildir.


Sessiz Çığlıklarıyla Geceler 


Mezkur hadis-i şerifin dördüncü maddesi, “Ve sallû billeyli ve’n-nâsu niyâm –
İnsanların uyuduğu esnada, siz kalkıp namaz kılın ve gecenizi namazla
aydınlatın” şeklindedir.


Evet, geceler Cenâb-ı Hakk’a açılmanın koyları, vuslata ermenin rıhtımları
gibidir. Allah Teâlâ gecenin değerlendirilmesine hususi önem vermiş ve daha
peygamberliğin ilk günlerinde vahyettiği “Ey örtüsüne bürünen Rasûlüm! Geceleyin
kalk da, az bir kısmı hariç geceyi ibadetle geçir!” diye başlayan Müzzemmil
Suresi’nin ilk ayetleriyle Peygamber Efendimiz’den geceyi ihya etmesini
istemiştir. Mümkünse gecenin yarısında veya bundan biraz daha azında ya da
fazlasında ibadet etmesini ve Kur’ân’ı tertîl ile, düşüne düşüne okumasını emir
buyurmuştur. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in omuzuna konan vazifenin ağırlığına
dikkat çekmiş; mesajının hüsn-ü kabul görmesi, ruhânîlerin O’na yardımcı olması,
önünün açılması ve engelleri rahatlıkla aşması için geceyi bir rampa gibi
kullanması gerektiğini belirtmiştir.


Cenâb-ı Allah, “Şüphesiz gece kıyamı daha tesirli ve sağlam bir kıraat adına
da daha elverişlidir. Zira, gündüz seni meşgul edecek yığınla iş vardır.
Öyleyse, geceyi değerlendirerek Rabbinin yüce adını zikret, fânilere bel
bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil, 73/6-8)
buyurarak Allah Rasûlü’nün şahsında biz müslümanlara, “Şununla bununla meşgul
olurken bir koşuşturmayla gündüzü geçiriyor, kendi gönlünüze yönelemiyor ve
ötelerle irtibat kuramıyorsunuz. Bâri, hiç kimsenin olmadığı bir zemin ve
zamanı, Allah’a yönelerek hicranla yanıp yakılabileceğiniz ve seccadenize baş
koyup gözyaşı dökebileceğiniz geceleri iyi değerlendirin.” ikazında bulunuyor.
Kesrette boğulmaktan kurtulup, mâsivâdan alâkamızı keserek Allah’a yönelmemizi,
O’na tam teveccüh etmemizi, O’nu düşünüp, O’nunla hem-dem olmamızı öğütlüyor ve
bunun için en uygun zamanın da geceler olduğunu tembih ediyor.


Kur’an-ı Kerîm, Rahman’ın kullarının Allah’ın rızası için secdede ve kıyamda
geceleyen kimseler olduklarını (Furkan, 25/64); gecenin az bir kısmında uyuyup,
seherlerde istiğfar ettiklerini (Zâriyât, 51/51); rahat döşeklerinden uzaklaşıp
havf ve reca dengesi içinde Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardıklarını (Secde,
32/16) anlatmakta ve bu hal üzere yaşayan insanların sürpriz nimetlere namzet
olduklarını haber vermektedir. Takdir edilen bu kullar birer denge insanıdır;
bir taraftan Allah’tan korkar, sürekli mehâfet ve mehâbet içinde bulunurlar;
diğer taraftan da, ilahî rahmete bel bağlar ve hep ümitle soluklanırlar.
Uyanmanın ve yataktan uzaklaşmanın çok zor olduğu demlerde kalkar, rahat
döşeklerini terk eder, O’na içlerini döker ve O’nun merhametine sığınırlar.


Peygamber Efendimiz, uzun mesafeleri katetmek ve yol almak isteyenlerin
geceyi değerlendirmeleri gerektiğini belirtmektedir. Zira, gecelerde yol süratle
alınır. Hatta denebilir ki, İsra ve Mi’raç mucizesinin gece gerçekleşmesinde ve
ışık hızından da öte, ruh süratinde arz u semavâtın kat edilmesinde de bu nükte
vardır. Demek ki, böyle süratli bir yolculuğa, tayy-i mekan ve bast-ı zaman
yaşamaya ve ışık hızının üstündeki tasavvurları aşan bir süratle değişik yerlere
ulaşmaya insan ancak geceleri Rabb’e teveccüh etme sayesinde muvaffak olabilir.
Gecenin bağrında böyle bir sır saklı olduğundan dolayıdır ki, Rasûl-ü Ekrem’ine
bir “gece yolculuğu” lutfeden Allah (celle celâlühü) diğer bazı peygamberlerine
de gece yola koyulmalarını emir buyurmuştur.


Diğer taraftan iman, mü’minleri sahil-i selâmete götüren bir gemi, bir manada
namaz da onun dümenidir. M. Lütfi hazretlerinin dediği gibi “Namaz dinin
direğidir, nurudur; sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin piridir
namaz…” Bir gece vakti en kutlu seyahate çıkan Peygamber Efendimiz namaza
“Mi’raç” demiş; O, tasavvurları aşkın bir Mi’raca mazhar olmuş, bizim için de o
Mi’racın gölgesinde “namaz” unvanıyla ötelere bir seyahat yolu bulunduğunu
müjdelemiştir. Özellikle gece namazı adeta İsra’ya bir davet ve Mi’raca bir
çağrıdır. Dolayısıyla, Efendimiz’in gökler ötesine yürüdüğü o saatlerde kalkıp
Mi’racın gölgesinde farklı bir yükselişe geçmek çok önemlidir.


Ayrıca, gündüz yapılan ibadetlerde ister istemez halkla beraber olma,
görünme, duyulma ve bilinme söz konusudur. Ne olur görürler, duyarlar ve
bilirlerse? O türlü mülahazalar meşgul eder kalbimizi ve zihnimizi.. gözümüze
bir şey ilişir, hayalimize bir manzara gelir; farklı tasavvurlara girer ve bir
dağınıklığa maruz kalırız. Gece ise, genellikle bizim bulunduğumuz o rıhtımda
hiç kimse yoktur. Bir seccademiz, bir de biz.. hele ortalık karanlık olduğu gibi
seccademizi serdiğimiz yer de loşsa, kendimizi bile görmeyiz orada; şayet
verebilirsek, gönlümüzü bütün bütün veririz Allah’a.. kılabildiğimiz kadar namaz
kılar, sonra ellerimizi açar ve O’na niyaz ederiz… Çoğu zaman gecenin
bereketiyle Allah kalbimizi iyice yumuşatır ve biz köpüren hislerle içimizi
seccademize boşaltırız veya seccadede içimizi O’na dökeriz.


Tenhalarda Gözyaşı


Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte sayılan dört hususun ilk üçü alenî
yapılan ve içtimaî hayatla alâkalı olan mevzulardır. Sonuncu madde ise gönül
hayatına müteveccihtir ve gizli yanları da bulunan bir meseledir. Sanki bu
sıralamada da “görünme”den daha çok “olma”, hatta çok derin olma ama sığ görünme
ve halkın arasında sergilenen tavır ve davranışları mutlaka vicdan süzgecinden
geçirerek ortaya koymuş bulunma esaslarına da telmih vardır. Selamlaşma, ikramda
bulunma ve akrabayı görüp gözetme çok önemli birer hayır yoludur; fakat, onlara
değer kazandıran husus niyet ve ihlastır. O niyet ve ihlasın var olup olmadığını
öğrenmenin, nefisle yüzleşmenin en müsait zemini de gecenin karanlığını yırtan
nurlu seccadelerdir.


Sözlerime başlarken, yedi grup insanın anlatıldığı hadis-i şerifi
hatırlatmış, onlardan birinin de “yalnız kaldığı anlarda Allah’ı zikredip O’nu
anmanın hasıl ettiği heyecanla gözleri dolan insan” olduğuna değinmiştim. Şurada
burada umumi atmosferden, insanların genel havasından, bakışlarından veya o
esnada kendi düşüncelerimize başkalarının mülahazalarını da kattığımızdan dolayı
gözlerimiz yaşarabilir. Bu yerine göre güzel bir şeydir. Fakat,  diğer
insanların ve başka mülahazaların işin içine karışmadığı rampalar vardır. Orada
bütün görülme ve duyulma düşüncelerinden sıyrılarak herkesi gören ve her sesi
duyan Yüce Yaratıcı’ya teveccüh ederek ağlamak, gözyaşlarına değerler üstü değer
kazandırır. Melekler o esnada yanaklardan süzülen yaşları alır, yüzlerine,
gözlerine sürerler. İşte o göz yaşlarıdır ki, öbür tarafta Hazreti Cibril onları
bir kasenin içine koyar, Cehennem’in kabaran alevlerinin, içlere korku salan
kıvılcımlarının üzerine döker ve ateşi söndürür.


Dolayısıyla, selam verme, yemek yedirme ve sıla-i rahimde bulunma gibi
hayırlı işlerin herbiri Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğumuz adına çok önemli birer
salih ameldir. Fakat, hem onlardaki hem de sair ibadetlerimizdeki niyet, ihlas,
sadakat ve samimiyetimizi test edebileceğimiz ve kendi vicdanımızla yüzleşip
nefsimizin muhasebesini yapabileceğimiz en uygun anlar, Rabbimizle başbaşa
kaldığımız zamanlardır. Yalnızken de aynı hayır duygularıyla doluyor ve
göründüğümüzün çok ötesinde bir olgunlukla Mevlâ-yı Müteâl’e teveccüh
edebiliyorsak, işte o halimiz tam bir sadakat emaresidir. O anki duygu ve
düşüncelerimiz, halkın içindeki amellerimizin de doğru, samimi ve yürekten olup
olmadığını gösteren sağlam bir ölçü; o dakikalarımız da kendimizle yüzleşmemiz
için çok kıymetli anlardır.


En Güzel İstikbal


Peygamber Efendimiz, arz etmeye çalıştığım dört maddeden sonra sözlerini
bitirirken “Tedhulü’l-Cennete biselâm – Böylece, selametle Cennet’e girersiniz”
buyurmakta ve bu dört amel-i salihin birer Cennet’e giriş vesilesi olabileceğini
beyan etmektedir. Haddizatında, tanıdığına tanımadığına selam veren bir insanın
elinden dilinden kimseye zarar gelmeyecek bir Müslüman olduğu, sofrasını açık
tutanın zekat gibi malî ibadetlerden de asla kaçmayacağı, sıla-i rahimde bulunup
yakınlarının hukukunu gözetenin Allah’a karşı sorumluluklarını evleviyetle
gözeteceği ve nefse çok ağır gelen gece namazına devam eden bir kulun sair
namazlarını da aksatmayacağı açıktır. Dolayısıyla, bütün bu güzel hasletlere
mükafat olarak Cennet vaad edilmektedir.


“Selamla Cennete girmek” demek ise, kabirde ciddi bir sarsıntıya uğramadan,
haşrin dehşetini duymadan, mizanın ve sıratın tehlikeleriyle karşı karşıya
kalmadan ve Cehennem’e düşme telaşı yaşamadan, Allah’ın inayetiyle, ebedî saadet
yurduna alınma, meleklerin “Selam olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyyen
kalmak üzere, giriniz Cennet’e!” (Zümer, 39/73) sözleriyle emniyet ve güven
içinde karşılanma demektir.. yeryüzünde Rahman’ın kullarına has bir tevazu ve
mahviyetle yürürken rast geldiği cahillere sabretmenin ve herkese “selâm” deyip
emniyet telkin etmenin mükafatı olarak  “Sabretmenize karşılık size
selamlar, selametler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!” (Ra’d, 13/24)
hitabıyla istikbal edilmektir.. Kur’an’da farklı ifade ve farklı üsluplarla
yürekleri coşturacak şekilde anlatılan ve gönüllere inşirah halinde akan böyle
bir karşılanmaya mazhar olmak ve “Hamdolsun bizden her türlü endişeyi gideren
Allah’a…” (Fatır, 35/34) demek suretiyle gam, keder, tasa, endişe ve korkuları
arkada bırakma nimetine karşı şükürle mukabele ederek Cennet’e yürümektir.


Bu mevzuyu da, Allah Rasûlü’nün hakkı bizim de vazifemiz olan bir itirafla
bitirelim: Kendisine “Cevâmiü’l–Kelîm” unvanıyla, çok özlü ve veciz bir beyan
kabiliyeti verilen Peygamber Efendimiz, anlamaya gayret ettiğimiz bu hadis-i
şerifte de daha pek çok hususa işaret etmiş olabilir. Ciltlerle anlatılabilecek
derin bir muhtevâyı kendi idrakimiz ölçüsünde yarım saate sıkıştırırarak, âdeta
damla ile deryâyı ifade etmeye çalıştığımızın hatırda tutulması gerekir…