Dindeki Kolaylık Prensibi ve Büyüklerin Hayatı

Dindeki Kolaylık Prensibi ve Büyüklerin Hayatı
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Dinimizde zorlaştırmayıp kolaylaştırma ve nefret ettirmeyip müjdeleme genel bir kaide olduğu halde, İmam Gazzâlî ve Muhasibî gibi büyük zatların kalbleri titreten o yakıcı ifadeleri ve temsil ettikleri hayatın adeta yaşanmaz gibi görünmesi kimi zaman ümitlerimizi sarsmaktadır. Bu iki hususu nasıl telif edebiliriz?

Cevap: İmam Gazzâlî, toplumumuz tarafından çok erken dönemde tanınmış simalardan birisidir. Her ne kadar toplum olarak biz, onun İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Mişkâtü’l-Envâr ve Makâsıd gibi kitaplarını baştan sona okumamış olsak da, değişik eserlere nüfûz etmiş pek çok mülâhaza ve mütalâalarıyla karşılaşmış ve farkına varsak da varmasak da, onlardan istifade etmiş ve beslenmişizdir. Muhasibî ise, toplumumuzda son zamanlarda tanınmaya başlamıştır. Rabbim onun gibi bir zatın tanınmasına vesile olanları rızasıyla serfiraz kılsın. Bildiğiniz gibi “er-Riâye lihukukillah” isimli eseri de dilimize tercüme edilip yayınlanmıştır. Bu eserde de görüleceği üzere Muhasibî, ihlâs-riyâ gibi mevzularda hassas mı hassas, muhâsebe ve murâkabelerinde derin mi derin, emir ve yasakları yerine getirmede sübjektif mükellefiyet olarak hep azimet tercihinde bulunan devasa bir kâmettir. Mesela o, fiil ya da tavır değil, muvakkaten aklından geçen sevimsiz şeyler hakkında bile büyük günah işlemiş gibi ızdırapla kıvranır, “Benim aklım temiz olsaydı o kirin orada ne işi vardı!” anlayışıyla kendini levmeder ve sürekli derin bir hassasiyetle nefsini sorgulayıp hesaba çeker. İşte Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî ve Haris el-Muhasibî gibi zatların işi bu ölçüde sıkı tutup hayatlarını hep yüksek zirvelerde sürdürmeleri, bilhassa günümüzde, nazarlarını dinin kolaylık yönüne tevcih etmiş insanlar nezdinde yaşanması çok zor bir hayat çizgisi olarak telakki edilmektedir.

Fakat hemen ifade etmeliyim ki, bu zatlar, hiçbir zaman yaşadıkları bu hayatın herkes tarafından uygulanması ve ölçü olarak alınması gerektiği gibi bir iddiada bulunmamışlardır. Aksine dinin ruhunda bulunan o derinliği kendilerini bağlayıcı bir ölçü olarak kabul etmiş ve tercihlerini o istikamette kullanmışlardır.

“Benim sevdam nerede, sizin mülâhazalarınız nerede?”

İmam Gazzâlî ve Muhasibî’nin ortaya koydukları bu yüksek seviye sadece onlara mahsus da değildir. İslâm tarihi boyunca nice devasa insan, onların çizgisinde bir hayat yaşamışlardır. Mesela tâbiînin büyüklerinden Hasan-ı Basri veya hep hayranlıkla yâd ettiğimiz büyük kadın Râbiatü’l-Adeviyye gibi şahıslar da aynı düşünceleri paylaşır ve o derinlikteki bir hayatı tercih ederler. O büyük kadının büyüklüğüne bakın ki, tâbiîn-i izamdan olan ve bizim hadiste kudve, imam saydığımız iki zat, bir gün kendisini ziyaret ettiklerinde kulübeciğindeki o baş döndüren zâhidâne hayatı ve basit yaşantısını görünce, dayanamaz ve hayatını birazcık değiştirmesi tavsiyesinde bulunurlar. Bunun üzerine Râbiatü’l-Adeviyye, muhataplarını şöyle bir süzdükten sonra: “Allah Allah, Ben gıyabınızda sizi tanıyor ve belli bir seviyenin insanları olarak biliyordum. Fakat bu ne hâl! Benim sevdam nerede sizin mülâhazalarınız nerede! Sizin gibi belli bir konumu ihraz etmiş kişilerden nasıl böyle bir teklif sâdır olur. Milletin gözünün içine baktığı insanların sevdaları bu mu olmalıydı!” mânâsına gelecek ikazlarda bulunur.

Sahabe döneminde de, sahabe efendilerimizin kendilerine has o farklılık ve derinlikleri içinde, böyle bir hayat çizgisinin pek çok kahramanca misalini görürüz. Mesela Osman b. Maz’un, Abdullah b. Amr b. Âs ve Ammar b. Yasir gibi kimseler, ömür boyu oruç tutma ve sürekli namaz kılma şeklinde bir kulluk anlayışına girmiş, bunu hayata geçirme teşebbüsünde bulunmuş; fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) değişik hikmetlere binaen onları bundan men etmiştir.

Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz: Baştan beri misal kabilinden isimlerini zikrettiğimiz bu şahıslar, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) umum için bağlayıcı olmayan kulluktaki o aşkın ve farklı yanını keşfetmiş ve hayatlarını o farklılığa göre programlamayı kendilerine hedef bilmişlerdir. Bu yönüyle onlar, umum için objektif değildir. Evet, derinliğin sevdalısı bu insanlar vuslat mülâhazasına dahi girmeksizin sürekli gözyaşı dökerek yanıp yakılmayı, Allah uğrunda ızdırap çekmeyi hayatının gayesi bilmiş ve ona göre bir hayat ortaya koymaya çalışmışlardır.

İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ise muktedâ-yı küll ve rehber-i ekmel olduğundan, umumun söz konusu olduğu durumlarda umumun durumunu nazar-ı itibara almış ve herkesin kaldırabileceği bir kulluk anlayışının temsilcisi olmuştur. Mesela, insanları arkasına alarak namaz kıldırdığı durumlarda namazı çok uzun tutmamış ve imamlık yapan kimselere de bu mevzuda ciddi ikaz ve tavsiyelerde bulunmuştur. Fakat diğer taraftan İbn Mes’ud’un (radıyallâhu anh) anlattıklarına baktığımızda, Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gece kendi evinde namaza durduğunda bir rekâtta Bakara, Âl-i İmran, Nisa ve Maide sûre-i celilelerini okumuştur. Bazen yerine göre savm-i visal yapmış; hiç yemeden iki, üç gün oruç tutmuş ve böylece kendi farklılığını ortaya koymuştur.

İşte Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhissalâtü vesselâm) o derin yanını yakalamış ve hayatlarını ona göre programlamış; tabir-i diğerle dindeki azimetlere ve mükellefiyetin en ağırına göre yaşamayı şiar edinmiş kişilere, günümüzdeki bir kısım insanlar, dini zorlaştırdıkları isnadında bulunmaktadırlar. Fakat fakir, hiçbir zaman, ne İmam Gazzâlî, ne Muhasibî ne de isimlerini sayamayacağımız daha nice selef-i kiram hazeratının yaşadıkları o dinî hayatı altından kalkılamaz, takat getirilemez bir din gibi görmedim. Elbette ki onların zirvelerde sürdürdükleri bu hayatı, umum için objektif bir yol ve yöntem olduğu iddiasında bulunmuyoruz/bulunamayız. Fakat objek-tif mükellefiyet sahasında görmesek bile, enginliğe açılmış ve hep yüksek uçan bu büyükleri tanıyıp bilmenin, bir gaye-i hayal olarak onları takip etmenin hadsiz faydaları vardır ve bizim kalb ve ruh hayatımızı istikamet çizgisi üzerinde sürdürmemiz adına çok önem arz eder.

Ufuk İnsanları Takip ve Bize Kazandırdıkları

Evvela o büyükleri her yönleriyle anlayıp idrak edemesek, kavrayıp yakalayamasak bile, yakalayabildiğimiz hususiyetleri itibarıyla bu durum, bizim için bir hedef ve ufuk teşkil eder, irfan ve mârifet kaynağı olur. Evet, onların dini yaşamadaki o baş döndüren hassasiyet ve derinliklerine, o aşkınlıklarına muttali olduğumuzda hayranlık duyar ve imreniriz. Böylece, bizim içimizde de mükemmeli yakalama adına bir niyet belirir, arzu ve iştiyak hissi hâsıl olur. Onların yaşadığı gibi yaşayabilmeyi, yani bütün yabancı mülâhazaları kafamızdan silip atarak Allah’a kilitlenebilmeyi, kendi uzaklığımızı aşarak O’na ulaşabilmeyi, ulaşıp mutlak kurbeti yakalayabilmeyi hedefler, bu yüce gayeye ulaşma peşinde oluruz; olur ve o gayeye ulaşamasak da ulaşma niyet ve gayretinin mükâfatını alırız. Çünkü mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.

Elbette ki, bir Yahya b. Saidü’l-Kattan, Şûbe b. Haccac gibi cismanî ve bedenî zevkleri terk edip kılı kırk yararcasına bir hayat yaşamak, üveyikler gibi sürekli yükseklerde uçacak bir azim, irade ve kararlılık ortaya koymak bir hayli zordur.

Öyle ki, Yahya b. Saidü’l-Kattan hazretleri için, “Hayatında tebessüm dışında güldüğüne hiç şahit olmadık.” deniliyor. Yakınında bulunan bir zat da onun için, “Ben onu çocukluğundan beri tanıyorum, değil günah, hatasına dahi şahit olmadım.” ifadelerini kullanıyor. Kalb ve ruh ufkunun kahramanı bu zat, aynı zamanda hadis ilminde de zirve bir insan olarak kabul edilir.

Şûbe b. Haccac’ın ise mekruh vakitler dışında hep namazla meşgul olduğuna dikkat çekilir. O da hadiste zirve insanlardan birisidir. Hadis diye rivayet edilen bir sözü ağzına alıp hafif bir dolaştırdığında çok rahatlıkla bu “Peygamber kokmuyor!” diyecek kadar o işin mütehassısı bir insandır. İşte bu ilim derinliği, bu ilim ufkuyla beraber aynı zamanda onlar, ibadet delisi ve Allah meftunu kimselerdir. Çok rahatlıkla diyebiliriz ki, beşeriyet onlar seviyesinde insan görmemiştir. Evet, kestirmeden ifade edecek olursak, onlar İslâm’ın bir mucizesidir.

Şimdi bu büyük zatların yaşadıkları hayata, ulaştıkları seviyeye bakıp “Böyle bir hayat yaşanamaz, yaşanması mümkün değildir!” diyerek onları tamamen mütalâadan dûr edersek yanlış yapmış ve böyle bir irfan menbaından kendimizi mahrum bırakmış oluruz. Zira bu büyük zatlar yaşadıkları hayat ve ortaya koydukları dinî düşünce ve telakkiyle bizim önümüzde bir ufuk açmakta, hedef belirlemekte ve gaye-i hayalimizin şeklini değiştirerek bizi meâliye müştak hâle getirmektedirler. Biraz önce de ifade edildiği üzere o hedef ve gayeye ulaşamasak bile nazarlarımızı onlara tevcih etmemiz neticesinde, hep yüksekleri kollar, himmetimizi âli tutar ve böylece sürekli bir inkişaf ve terakki yolunda bulunmuş oluruz.

Dava-yı Nübüvvetin Vârisleri

Bu arada şunu da belirtmemiz gerekir ki, dinî hassasiyet ve derinlikleriyle zirveleri tuttukları hâlde düşünce ve mülâhazalarını herkese göre kalibre ederek sunabilen mânâ âleminin pek çok kahramanı da vardır ki, biz onlara “dava-yı nübüvvetin vârisleri” diyoruz. Onlar bir taraftan yüce hakikatleri, ulvî meseleleri zirvelerde kavrar, her zaman şahikalara açık durur ve ona göre bir hayat yaşarlar. Diğer taraftan yukarılardan çok derince aldıkları o meseleleri bizim seviyemize inerek, bizim üslûbumuzla anlatma maharetini gösterirler. Başka bir ifadeyle dava-yı nübüvvetin vârisleri, avamın seviyesini nazar-ı itibara alarak hareket ederler. Bu aynı zamanda ilâhî ahlâktır. Çünkü ilâhî beyan, beşerin idrak seviyesini itibara alarak onlara seslenmiştir. Eğer Allah (celle celâluhu) kendi azametine uygun, vahidî veya celalî bir teveccühle bizimle konuşsaydı, gökler ötesinden gelen o beyan-ı ilâhîden hiçbir şey anlamaz ve Hz. Musa gibi hepimiz bayılır yere düşerdik. Fakat Cenâb-ı Hak idrak seviyemizi gözetmiş ve ona göre bize hitapta bulunmuştur. Aynen bunun gibi, dava-yı nübüvvetin vârisleri de, farklı yorumlara çekilmeksizin, herhangi bir tevil ve tefsire uğratılmaksızın meseleler din-i mübîn-i İslâm’a göre nasıl anlaşılması gerekiyor ve insanların seviye ve konumu neyi iktiza ediyorsa, hak ve hakikatleri ona göre ifade etmeye çalışmışlardır.

Esasında sorunuzda ismi geçen Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî Hazretleri de umumu ilgilendiren pek çok meseleyi bu üslûp ve tarzda ele alıp insanlara sunmuştur. İhyâu Ulumi’d-Dîn adlı eserine bakıldığında, bilhassa ibadet ü taat ve itikada müteallik meselelerin usûlü’d-din ulemasının ele alıp anlattığı tarzda ele alınıp takdim edildiği görülecektir. Tabiî bu gibi zatların, belli bir seviye ve konumu ihraz etmiş kişilere yönelik, bir mânâda onlara has beyanları da söz konusudur.

Aslında siyer-i nebevîye bakıldığında, Peygamber Efendimiz’in de (sallallâhu aleyhi ve sellem), umum ashabına seslenirken ifade etmediği bir kısım hakikatleri bazı sırdaşlarıyla paylaştığını görebiliriz. Çünkü O Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), öyle bir hususiyeti vardı ki, O’nun o bitâneliğine (sırdaşlığına) Cibril (aleyhisselâm) bile koşuyordu. Çünkü O, “

أوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُوري

Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur.”(Keşfü’l-hafâ, 1/311-312) hakikatinin kahramanıydı, hakaik-i eşyanın özüydü. İlk haric-i vücut nokta-i nazarından fizik âlemi itibarıyla var edilen O’ydu. Ezelî olmasa da ezele en yakın duran da O’ydu. İşte İki Cihan Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu yönü itibarıyla Hz. Huzeyfe ve Ebû Hüreyre (radıyallâhu anhüma) gibi “bitâne”leri vardı. En çok hadis rivayet eden sahabi unvanıyla serfiraz Hazreti Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem), duyduğu hadislerin yarısını rivayet ettiğini ifade etmiş ve şöyle demiştir: “Eğer Efendimiz’den duyduğum hadislerin diğer yarısını da size söyleseydim, şu boynum uçurulurdu.” Demek ki, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî mahiyette ona söylediği, ciddi derinlikleri olan hususlar vardı ve bunlar herkesi alâkadar eden şeyler de değildi. Belki özel olarak Hazreti Ebû Bekir, Selman-ı Farisî veya İbn Mes’ud gibi kimselere fısıldadığı mevzulardı. Bu sahabi efendile-rimiz de o hakikatleri anlayabilecek muhatap bulduklarında, onlara zahirî ahkâmın yanı sıra daha başka hakikatleri de dile getirdiler. Demek ki ifade edilecek hususlar muhatabın konum ve seviyesine göre farklılık arz edebilmektedir.

 

Bütün bunların sonucunda şunları söyleyebiliriz: Biz de has dairede konuştuğumuzda muhataplarımızın seviyesine göre, o büyük insanların hassasiyet ve derinliklerinden kareler arz edebilir, hayranlık uyandıran o hayatları imrendirici bir üslûpla takdim edip mütalâaya sunabiliriz. Fakat umuma konuşurken belki ibret olması açısından bir iki kareyle onlardan bahisler açsak da, genel üslûbumuz itibarıyla anlatacağımız hususların herkes için geçerli olabilecek objektif meseleler olmasına dikkat etmemiz gerekir.

Evet, dini yaşanmaz hâle getirmemek, getirip bu durumun mağlubu olmamak şartıyla kendi hakkımızda ince eleyip sık dokuyabilir, olabildiğimiz ölçüde hassas bir çizgide hayatımızı sürdürebiliriz. Fakat umum söz konusu olduğunda daireyi geniş tutmalı ve çevremize hep hüsnüzan nazarıyla bakmasını bilmeliyiz.

Mesela halis bir mü’min kendisi hakkında, fiil veya tavır değil, rıza-ı ilâhîye muvafık olmadığını düşündüğü bir kısım tahayyül ve tasavvurlar için dahi günah işlemiş gibi ızdırap duyabilir; duyup nefsini yerden yere vurabilir; içinde bulunduğu imkânları rantabl değerlendiremeyişinin hesabını yaparak ahirette bunların yüzüne çarpılabileceği endişesini taşıyabilir. Aynı şekilde çevresinde bunca güzel insan bulunduğu hâlde onların güzelliklerinden hız almak suretiyle niye çıtayı daha yüksek tutmadığını, niçin daha yüksek uçmadığını sorgulayabilir. İşte kendisine bakarken bu mülâhazaları taşımakla birlikte başkalarına gelince en küçük bir râh-ı selâmet ihtimali taşıyan şahıs için, Rabbimizin ona karşı rahmet ve mağfiretiyle muamelede bulunacağı ve çok küçük amellerle onu Cennet’e koyabileceğini düşünmelidir. Her ne kadar bu iki mesele birbiriyle çelişkili gibi gözükse de bilinmesi gerekir ki, dava-yı nübüvvetin vârislerinin takip etmesi gereken peygamberâne bakış açısı işte budur.