Dışarının dejenerasyonuna karşı

Dışarının dejenerasyonuna karşı
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Toplu ve beraber olmada rahmet; firkatte (ayrılıkta)
ise nikmet (bela ve afet) vardır. Öyleyse, ayrı ve
yalnız kalmamak lazımdır. Ayrı durma öldürücüdür,
tehlikelidir. Her huzurun bir insibağı olduğu gibi
bir araya gelme de bir insibağ hasıl eder. Ayrıca,
bir yerde kalınırken ya da bir yere gidilirken elden
geldiğince bizi kontrol edecek birisiyle beraber olmak;
yalnız kalmamak, yalnız gitmemek, yalnız dolaşmamak
gerekir. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi
vesellem) “Yalnız şeytandır.” sözünü dar anlamamalı.
Tek başına bir yerde yatıp kalkmadan, yalnız dolaşmaya
kadar, hemen her halükarda o teklik içinde bir şeytanlık
vardır şeklinde geniş yorumlamalı. Evet, yalnızlık
içinde bir şeytanlık vardır. Allah Rasulü, bunu bir
manada iki kişi için de söylüyor. Çünkü, ihtimal hesaplarına
göre iki kişi bazı şerleri işleme hususunda mutabakat
sağlayabilir. Mümkünse hep üç kişi olmak gerekir.
Üç kişinin şer üzere birleşmesi ve birden bire dejenerasyona
maruz kalması çok düşük bir ihtimaldir.

Zihin ve düşünce dağarcığımızda sürekli bir şeyler
bulundurmak lazım. Mesela, bir yere gidiyorken; evvela,
yapılacak bir iş için oraya gidiyor olmalı. Yol boyunca
yapılacak o vazife düşünülmeli. Yola çıkmadan önce
de Rabbimize teveccüh ederek iç donanımımızı gözden
geçirmeli, çok dua ve istiğfar etmeli. “Ya Rabbi,
bin defa kaymaya istihkak kesbetsem de Sen beni kaydırma.
-Eskilerin dediği gibi- Elimden-ayağımdan, gözümden-kulağımdan,
dilimden-dudağımdan.. kötü bir şeyin sâdır olmasına
meydan verme.” deyip O’nun sıyanetine sığınmalı.

Kontrollü durmak, günahlar karşısında kendini salmamak
ve lâubâliliklere karşı kapalı kalmak lazım. Hatta
içimizdeki inşirahları bile zevk-i ruhânî havası içinde
karşılayarak onlarla sevinme yerine, “Ya Rabbi! Ben
Sana karşı hakkıyla kulluk yapamadım ki, içimde böyle
bir esinti olsun. Yoksa bu hâl şeytandan mı?” diyerek
ondan dolayı bile istiğfar etmeli.

Bize ait hiçbir güzelliğe güvenmemek esastır. Dünyada
havf (korku) içinde yaşayanlar, ahirette emniyet içinde
olurlar. Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste “Havf ve
emniyeti cem’etmem, bir arada vermem.” buyuruyor.
Yani, burada ahireti hesabına korku içinde yaşayanlar
orada emniyet içinde olacak. Dünyada ahiretinden endişe
etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar ise orada
korku yaşayacaklar. Şazelî’den İmam Gazzali’ye, ondan
da Üstad Bediüzzaman’a kadar pek çok Hak dostu “hayatta
iken havf kapısını ardına kadar açık bırakmak ve ölüm
zamanı da recaya yapışmak” gerektiğini söylerler.
Kat’iyen emniyet duymamak, ahiret adına güvende olduğu
zannına kapılmamak lazım. Her ne kadar Kur’an talebeleri,
birbirleri hakkında küllî dua etmelerinden, iman-ı
tahkikî açısından latîfelerini nûr-efşân hale getirmelerinden
ve şeytanın elinin ulaşamayacağı yerlere kadar kalblerine
imanın sirayetinden ötürü –inşaallah– kabre imanla
gireceklerine dair bir müjde alsalar bile, bir Kur’an
talebesi asla akıbetinden emin yaşamamalıdır. Bu hususla
alakalı terhîb ve terğîb (sakındırma ve teşvik etme)
makamlarında söylenen sözleri, sırat-ı müstakîm adına
söylenmiş genel ifadelerle karıştırmamak gerekir.
Mesela, Allah Rasulü’nün terhîb için “Konuştuğunda
yalan söyleyen, verdiği sözde durmayan ve emanete
ihanet eden halis münafıktır.” buyurmasıyla, tergîb
ifade eden “La ilahe illallah diyen cennete girer.”
müjdesini sebeb-i vürûdlarını dikkate alarak değerlendirmek,
bunları umumî kaidelerle karıştırmamak icap eder.

Büyüme

Bir insan için yaş, makam ve mansıp açısından, bir
topluluk için de adet ve çap bakımından büyüme bazı
değer, kıymet ve faydalarla beraber riskler de getiriyor.
Hani bazen biyolojik yapıda hormon bozukluğundan kaynaklanan
anormal büyümeler olur ya, aynen onun gibi kalbî hayata
uygun olmayan büyümeler de oluyor. Kalb büyümüyor,
sır büyümüyor, hafî inkişaf etmiyor, ahfâ tanınmıyor
ve Allah gereğince bilinmiyor; fakat fertlerin konumlarında
bir büyüme oluyor. Dolayısıyla bu topluma ve cemiyete
de aksediyor. Zaten mantıkçıların ifadesiyle toplum
arazdır. Arazı teşkil eden şey fert cevherleridir.
Eskilerin fert cevheri dediğine isterseniz siz molekül
diyebilirsiniz. Arazın sağlam ve sağlıklı olması için
“savab cüz”lerden mürekkep olması lazımdır. Savab,
düşünce, duygu, his ve harekette isabetli olan demektir.
Bir toplumun faziletli olabilmesi için cüzlerinin
de faziletli fertler olması icap etmektedir.

Seneler önce tanıdığım, Kestanepazarı ya da bir başka
camiin avlusunda sarmaş-dolaş olmuş tam bir vahdet
içinde gördüğüm insanlar vardı. Sûrî bir birlik sergiliyorlardı.
Fakat, bir imtihandan geçmeden gönüllerde hakikî vahdetin
olup olmadığı bilinmiyor. O zamanlar sadece sohbet
dinleme, incelme ve sonra göz yaşlarıyla birbirine
sarılıp sevinci-kederi paylaşma vardı. İnsanlar, durumları
itibarıyla kendilerini küçük kabul ediyorlardı. O
günlerde birlik ve kardeşlik biraz daha kolaydı. Fakat
bir yerlere gelip, bir şey sahibi olan insanların
bu büyümeleri kalb, ruh, sır ve Allah ma’rifetiyle
beraber bir büyüme olmamışsa o mütevazi hallerini
korumaları çok zor, hatta imkansız oluyor. Makam,
mansıp, mal-mülk sahibi olunca insanın gerçek insanlığı
ortaya çıkıyor. Hani, masum, kendi halinde bir çocuğun
oyuncağını elinden alırsanız çoğu zaman o masûmiyetin
altında bir hırçınlık görürsünüz. Duygu ve düşüncede
çocuk masûmiyetiyle kalmak çok güzeldir fakat o masûmiyeti
korumak da oldukça zordur.

Bir arkadaş, “Dâhi ve çalışkan insanlar her zaman
bulunabilir ama en büyük sıkıntı ölçülü insan bulabilmektir.”
demişti. Çok doğru kabul ettiğim bu sözü az değiştirerek
“ölçülü”nün yerine “istişareye açık” insan demenin
daha uygun olacağını zannediyorum. Çok zeki ve akıllı,
bilge insanlar bulunabilir, çalışkan insanlar bulunabilir,
ama en önemlisi meşverete açık insanın bulunmasıdır.
Şahsî işinin, mesela, yatakta nasıl uzanması gerektiğinin
bile istişaresini yapan, onu da danışan insan hiçbir
zaman kaybetmez. Evet, en masum şeyler dahi danışılmalıdır.
Diyelim ki; bir yazı yazdınız, Cibril’in dudağının
suyu var üzerinde.. onu bile vermelisiniz bir arkadaşınıza
“Bir bakar mısın bu yazıya, bütün kelimelerini değiştirmeye
kadar tasarrufta serbestsin.” demelisiniz. Böyle yaparsanız
hiç kaybetmezsiniz. Zaten Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmuyor
mu: “Ve fevka külli zî ilmin alîm-Her ilim sahibinin
üstünde daha iyi bir bilen bulunur.”(Yusuf, 76)

Hüve

Cenab-ı Hakk’ın nimetlerini O’ndan bilmek.. ihsanları
O’na izafe ederek hatırlamak bir şükr-ü manevidir.
Bu da, o türden nimetlerin ziyadeleşmesine vesile
olur. Onu görmezlikten gelmek ise nankörlüktür. Nankörlük
de azab-ı ilahîyi gerektirir ve nimetin inkıtaına
vesile olur. Hususiyle “enaniyet asrı” diyebileceğimiz
içinde yaşadığımız zaman diliminde, insanlar pöhpöhlenmek,
övülmek için bahaneler arıyor.. her şey bir çalıma,
kuruntu ve riyaya bağlanmış gidiyor, her yerde bir
hevâîlik hakim. Bu hevâîliğe karşı ciddi olmak iktiza
ediyor.

Eğer insanın davranışları, azmi, cehdi ve tercihi
herhangi bir şeyin meydana gelmesi için bir sebepse
ve buna bir değer atfedilecekse bunu öbür aleme bırakmalı.
Burada onlara değer atfettiğimiz zaman hiç farkına
varmadan, işi o işin asıl sahibinden koparmış ve kendimize
mâletmiş oluruz. Bunda da bir şirk-i hafî vardır.
“Vallahu halakakum vemâ ta’melûn – Sizi de, yaptığınız
şeyleri de yaratan Allah’tır.”(Sâffât, 96) ilahî beyanı
bize bunu ifade ediyor. Bu sebeple başkalarını takdir
edenler, takdir ederken temkinli olmalılar; hem fiilleri
asıl sahibinden koparmamaları, hem de takdir ettikleri
insana zarar vermemeleri açısından dikkatli davranmalılar.

Bazen kendisine başarı isnad edilen şahıs öyle bir
takdir karşısında dayanamayacak kadar zayıf, çelimsiz
bir adam olabilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) böyle bir münasebetle “kardeşinin boynunu
kırdın” diyor. “O yaptı, o etti, o mükemmel, o şöyle,
eşi-menendi yok” şeklinde şeyler söylenince “onun
boynunu kırdın” buyuruyor. Üstad Hazretleri de hem
onları övmek suretiyle boyunlarını kırmamak, hem de
başkalarında rekabet, kıskançlık ve haset hislerini
tahrik etmemek için talebelerinde sadakat, samimiyet
ve vefa arıyor. Onları keşif, keramet ya da harikuladeliklere
değil, bu vasıfları elde etmeye ve mübalağalardan
kaçarak herşeye rağmen vefalı olmaya çağırıyor.

Öyleyse, herşeyi silmeli, O demeli. “Ene”den vazgeçip
“Hüve”ye bağlanmalı. Bütün meseleleri “Hû”ya irca
etmeli. Gerçi, Üstad Hazretleri, “ene”yi yırt, “nahnü”yü
göster diyor. Bu mülahazanın manası şudur: İlle de
bazı işler, başarılar, muvaffakiyetler için bir sebep
gösterilecekse heyet gösterilmeli, tek tek fertler
değil de onların vifak ve ittifakıyla hasıl olan şahs-ı
manevî nazara verilmeli.. Cenab-ı Hakk’ın tevfîkinin
tahakkuku için vifak ve ittifak bir şart-ı adîdir
mülahazasına bağlanmalı. Fakat, esas tevhîde ulaşma
ene’yi yırtıp nahnü’den geçip Hüve’yi göstermekle
olur. Temelde ene (ben), ente (sen), entüm (siz) ve
nahnü (biz), bunların hepsi Hüve’ye bağlanmalıdır.
Acz, fakr yolunun esası da budur:

Herşey Senden, Sen ganîsin
Rabbim Sana döndüm yüzüm.

İman ve Küfür

“Birbirine en uzak şeyler nelerdir?” denilirse küfür
ve iman diyebilirsiniz; neticeleri itibarıyla böyledir.
Fakat, hayat içinde yaşadığınız şeyler itibarıyla;
hisleriniz, hevesleriniz veya vicdanınız, şuurunuz
ve latife-i Rabbaniyeniz açısından bakınca birbirine
en yakın şeyler de küfür ve imandır. Aralarında incecik
bir perde vardır.

Onun için perdenin öte tarafına yuvarlanıp düşenlerin
dedikodusunu edip, “Nasıl oldu da düştüler?” falan
deme yerine “Allah bizi düşürmesin.” diye Cenab-ı
Hakk’a teveccüh edip yalvarmak lazımdır. Devamlı surette,
“Rabbena la tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ-Allahım
hidayet buyurduktan sonra kalplerimizi kaydırma.”
demek gerekir.

Bütün kardeşlerimiz için de aynı duayı yapmalıyız.
Çünkü hiç umulmadık kimseler kaybedebilir. Vahye katiplik
yapan insan vardır ki kaybetmiştir. İster tahribatın
kolay olmasına, ister şeytanî meselelerin insana daha
cazip, daha hoş gelmesine, isterseniz de her zaman
tetikte yaşayamamaya.. neye verirseniz veriniz, hiç
beklenmedik anda kayabilir ve devrilirsiniz.

Bundan dolayı, insan kendine hiç güvenmemeli, O’na
tutunmalı ve bu şekilde ayakta durmağa çalışmalı..
kendini çok küçük görmeli.. her gece bin rekat namaz
kılsa, başını yerden kaldırmasa da kulluğunu yapamadığı
inancında olmalı. Senenin her gününü ibadetle dopdolu
yaşayan bir kul “Rabbime şu kadar ibadet ettim, şu
meselede şöyle bir mazhariyete erdim.” şeklinde aklının
köşesinden geçirse, kendisini bir paye ve makam sahibi
zannetse, onun bu mülahazayla tükettiği o anlar, hayatının
en karanlık dilimleridir. Oysa dikkatli bir kul, mazhariyetlerine
bir mekr olabileceği endişesiyle bakmalı ve Allah’ın
rızasından başka bütün taleplere kapanmalıdır. “Ben
bir köleyim. Kölenin hiç sermayesi olmaz; o ne kazanırsa
kazansın kâr efendiye aittir.” şuurunda olmalı, ibadet
ve hizmetleri karşılığında bir mükafat ve bedel beklememelidir.
Kaldı ki Yirmidördüncü Söz’de ifade edildiği gibi:
“Ubudiyyet, mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, netice-i
nimet-i sâbıkadır. Evet biz, mükafatımızı almışız.
Ona göre hizmetle ve ubudiyyetle muvazzafız.” Öyleyse
mesele, makam elde etmek, bir pâyeyle bilinmek değildir;
verilmiş bir pâyenin hakkını eda etmek, nimetlere
şükürle mukabelede bulunmaktır.

Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) sabah-akşam
“Allahumme euzü bike mine’l-küfri…” diye dua ediyor.
Bunu, Efendimiz’in talim (öğretme) makamında söylediği
bir dua olarak değerlendirmek lazımdır. Zira Peygamberler
hem masum, hem de masundurlar; günaha kapalıdırlar
ve aynı zamanda Cenab-ı Hak onları günaha karşı korur.
Onlar, başkalarını kurtarmak için gönderilen kimselerdir;
kendilerini kurtarmak için gönderilmemişlerdir. Ancak
Allah Rasulü, o engin kulluk şuuru ve tevazuuyla kendi
nefsinden de endişe duyup su-i akıbetten korkabilir
ve kovulacağından endişe duyabilir. Fakat biz terbiyemizin
gereği bu türlü mülahazaları talime havale etmeli;
bize herkesin akıbetinden endişe etmesi gerektiğini
öğretiyor şeklinde anlamalıyız. Ama O kendi açısından
“illâ enyeteğammedeniya’llahu bi rahmetin minhu” bir
rivayette de devamında “ve fadlin” demekte, kendisini
her zaman rahmet-i ilahiyeye muhtaç görmektedir. Onunla
sarılıp sarmalanmazsa, onunla tutulup bir noktaya
konmazsa, O’da cennete ulaşamıyacağı kanaatını taşımaktadır.
Rahmeten li’l-alemîn olan Efendimiz bile, o rahmette
daha ileri yerlere adımını atabilmesi, kadem-i sıdka
erebilmesi için.. yine ilahî rahmetten beklentiler
içindedir. Öyleyse; biz O’nun dediği şeylerin yüz
kat daha fazlasını demeli, küfürden çok korkmalı ve
Cenâb-ı Allah’a sığınmalıyız.

Küfrün sebepleri çok sinsi olduğundan dolayı, ibadetiyle
göklerde uçan bir insan dahi küfre düşebilir. Öyle
biri dahi çok endişe duymalı, inişlerde-çıkışlarda,
yaya yürüşlerde hep Cenab-ı Hakk’tan sıyanet aramalı.
İşte o tür duaların manası da böyle anlaşılmalı. “Ya
Hayy, ya Kayyum, birahmetike esteğîs, eslih lî şe’nî
külleh, velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn.”

Hayy ve Kayyum, ayete’l kürsîde lafz-ı celâlden sonra
zikredilen iki mübarek isimdir. O’nun varlığı halketmesi
yönüyle değil de, bizim açımızdan, hayata mazhar olanlar
ve O’nun kayyumiyetiyle hayatlarını sürdürenler açısından
önemli iki isimdir. Onun için bu iki isim, bazılarınca
ism-i azam olarak zikredilmiş; dualarda “Ferd, Hayy,
Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs” sırasıyla söylenmiştir.
“bi rahmetike esteğîsu” “Senin rahmetine sığınıyor,
Sana dehalet ediyorum.” demektir. Baştaki “Be” harfini
ister istiğase (yardım dileme), ister istiane (yardım
isteme), isterseniz de musahabe (yakınlık ve söyleşme)
manasına hamledin, bu “Beni rahmetinin arkadaşlığından
uzak etme, yardımından mahrum bırakma, rahmetinle
gelecek yardımdan nasipsiz kılma. Sana sığınıyor,
Senin merhametini diliyorum. Ve aynı zamanda bir maiyyet
istiyorum. Eslih lî şe’nî küllehu- Her hâlimi ıslah
buyur, düzelt.” demektir. Bu sözde bir tevazu, bir
mahviyet, meseleyi bir çökmüşlüğe, çatlamışlığa, bir
kırılmışlığa hamletme ve buna inanma vardır. Sonra
“Ve lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn – Göz açıp kapama
ölçüsünde bile olsa beni nefsimle baş başa bırakma.”
sözü gelmektedir. Bazıları buna “ve lâ ekalle min
zâlik – göz kapamadan daha az bir süre için bile beni
benimle baş başa bırakma.” ifadesini eklemiş; bazıları
da bir tavzih için ya bir bedel ya da bir atf-ı beyan
ziyadesiyle “ve lâ ilâ ehadin min ibâdike – nefsimle
başbaşa bırakmadığın gibi, başka bir kimseyle de baş
başa bırakma.” demişlerdir. Yani, “Bana Senden başka
biriyle kurtulacağım hissini verme. Öyle bir şirke
atma beni. Başkasına güvenip dayanma duygusu hasıl
etme gönlümde. Sadece Sana dayanayım, yalnız Sana
güveneyim.. Senden istianede, istiğasede bulunayım..
bir tek Senin maiyyetini isteyeyim, onun içine hiç
bir şey karıştırmayayım..” talebini seslendirmişlerdir.
Demek ki insan bazen yürüdüğü düz bir zeminde bile
hiç farkına varmadan ayağı bir yere takılıp kapaklanabilir.
Düşmenin hiç farkına varılmaz. Şimdiye kadar devrilmez
gibi görünen nice çınarlar yıkılıp gitmiştir. En güçlü
insanlar dahi devrilmişlerdir. Allah bizleri muhafaza
buyursun.

O’na Muhtacız!..

Günah insan için mukadderdir ve aynı zamanda o, insanın
tabiatının bir tezahürüdür. İnsan, günah karşısında
Allah’a çok sığınmalı; tabiatının o meylini yenmeye,
fıtratının o buudunu kapalı tutmaya çalışmalıdır.
Sevap daha sonraki sevap için bir davetiye olduğu
gibi günah da sonraki bir günaha çağrıdır. -Hafizanallah-
İnsan tabiatında bir kere delik açılınca, artık onun
arkası gelir; hata ve isyanlarla örülü fasit bir daire
oluşur… Günaha hiç düşmemeye çalışmak gerektir.
Fakat eğer düşülmüşse hemen tevbe etmelidir.. hem
bu tevbe sadece bir kereyle de kalmamalı; samimi bir
kul işlediği bir günahtan dolayı, onu her hatırladığında
yeni işlemiş gibi bin defa istiğfar etmelidir.. gözü
bir kere harama kaymışsa, kendini bütün gün günah
işliyormuş gibi bir yanlışlık içinde görmeli, “işte
ben böylesine bir zavallıyım” deyip nefsini kınamalı,
pişmanlıkla iki büklüm olmalı ve hemen tevbeye durmalıdır..
durmalı ve Yüce Dergâh’a el açıp yine O’na sığınmalıdır.
İnsan her zaman Allah’a muhtaçtır. Muhtaç olmayan
bir tanedir: O da Allâhus’Samed’tir. Fakat O’na muhtaç
olmakta da bambaşka bir güzellik vardır. Ben muhtaç
olmayan bir insan olmaktansa, O’na muhtaç, boynu tasmalı
bir kul olmayı tercih ederim. Her vesileyle O’na el
açmak, herşeyi O’ndan dilenmek çok hoşuma gider. Mahiyetime
yerleştirdiğinde beni Kendinden müstağni kılacaksa
varidat, mevhibe, keşf u kerâmet.. hiçbirini istemem;
benim O’na muhtaç olduğumu ruhuma duyuracak hisler
isterim. Sürekli O’na karşı zaruriyet derecesinde
bir ihtiyaç içinde olmayı ve O’nu duymayı arzu ederim.

Bunları ehl-i dünyaya, ehl-i dalâlete, firak-ı dâlleye
anlatmak çok zordur, anlayamazlar bu hakikati. “Bardağı
tuttum, ağzıma götürdüm, içtim” deyip bütün bu ifadelerin
aslında mecaz olduğunu düşünmeyen ve idrak edemeyen
nasıl anlayacak ki? ‘İçtim’ ne demek, O içiriyor işte;
bardağı yaratan da O, suyu yaratan da O ve seni yaratan
da O. İradenin ötesinde O’nun iradesi var.. Bir mümin
tevhid mülahazasına bağlı yaşamak istiyorsa mülahazalarını
sık sık gözden geçirmelidir. Maalesef, bu asırda enaniyet
çok ilerde. ‘Velî’ diyebileceğiniz adamda bile bencillik
oluyor. Hatta –hafizanallah- öyle oluyor ki, zaman
geliyor, namazında niyazında birisi olmasına rağmen,
çok önemli, makbûl bir insanın Cenab-ı Hakk tarafından
bazı önemli şeylere vesile kılındığı söylenince ona
karşı kıskançlık duyuyor. Hatta kendisine saygı duyduğu
zâtı bile kıskanabiliyor. Enaniyet o kadar ileri ki,
‘Üstad’ deyip onu kabulünü ifade ediyor, fakat kendisini
silseniz, nefyetseniz, herşeyi tamamen Üstad’a verseniz
ona karşı bile kıskançlık duyuyor; ‘Azıcık da benden
bahsedin yahu’ diyor…

Böyle insanlardan müteşekkil enaniyetli bir cemiyette
de bir enaniyet-i milliye, enaniyet-i cem’iyye oluyor.
Benlik kuvvet kazanıyor ve daha tehlikeli hâle geliyor.
Aidiyet mülahazası da enaniyete sebep oluyor. İnsan
tercihini bir yönde kullanabilir. “Ben Hanefiyim”,
tercihimi böyle kullandım. Fakat Hanefî olmakla Şafîiliğe,
Hanbelîliğe karşı caka yapmanın bir manası yoktur.
Herkes elinden geldiğince dinine, milletine hizmet
ediyorken, “Ben falan yerin talebesiyim; ben kahramanlar
yaratan bir ırkın ahfadıyım.” şeklinde üstünlük mülahazaları
içine girmek çirkindir. Tercihini belli bir yönde
kullanmışsın, elbette tercihini kullandığına göre
orada bir fâikiyet mülahaza ediyorsun. Bu normaldir
ve senin hakkındır. Tıpkı bir müçtehidin yaptığı içtihad
gibi bir şeydir bu: Bir müçtehid delilleri inceler,
bir hükme varır. Bir hükme vardıktan sonra da artık
onunla amel etmesi gerekir; “Ben şu delilden şu hükmü
çıkarıyorum ama onunla amel etmiyorum.” diyemez. Doğruluğuna
inanıyorsa onunla amel etmelidir. Aynen onun gibi,
bir mülahazaya bağlı olarak bir tercihte bulunmuş
olabilirsin. Ama bu, kat’iyen üstünlük duygusuna kapılmaya,
başkalarını hafife almaya ve kendini de kurtulmuşluk
içinde görmeye vesile yapılmamalıdır.