Fakirlik mi – Zenginlik mi?

Fakirlik mi – Zenginlik mi?
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Fakirlik ve zenginliği nimet ya da nikmet olmaları
açısından nasıl değerlendirmek gerekir? Lütfeder misiniz?


Kanaatimce fakirlik ve zenginlikten birini mutlak mânâda nimet ya da onun
zıddı olan nikmet şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Zira tarih boyunca
fakirlerden pek çok salih kimse olduğu gibi yine zenginlerden de kendini Allah’a
adamış, “Allah adamı” diyebileceğimiz pek çok insan var olmuştur. Bu sebeple
diyebiliriz ki, yerine göre fakirlik yerine göre de zenginlik hayırlıdır; her
iki durum da yerine göre hem nimet hem de nikmet olabilir.


İradî Fakirlik


Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) fakir bir hayat
yaşamıştı. Fakat O’nun yaşadığı, ızdırarî bir fakirlikten ziyade iradî bir
fakirlikti. Evet, O, hususi konumu itibarıyla fakir bir hayatı tercih etmişti.
İsteseydi dünya serveti hane-i saadetlerine akıp dururdu. Fakat çok iyi
biliyoruz ki, mübarek hanelerine servetin aktığı zaman bile O Mukteda-yı Küll
Rehber-i Ekmel Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), hayat-ı
seniyyelerini hiç mi hiç değiştirmemişti. Mesela, Hazreti Hatice (radiyallahü
anhâ) bütün servetini Efendimiz’e teslim etmişti. Fakat O, bütün bunları Allah
yolunda sarf etmişti. Nitekim bir defasında Hazreti Ömer’e, “istemez misin ey
Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun” buyurmuştu. Peygamberlerden sonra
insanların en faziletlisi olan Hazreti Ebû Bekir’in (radiyallahü anh) Sunh’taki
evi de tam bir fakirhaneydi. Zaten kendisi uzun süre mahallenin koyunlarının
sütlerini sağarak geçimini sağlamıştı. Hazreti Ömer’in (radiyallahü anh) durumu
da farklı değildi. Bütün Müslümanların halifesi olduğu zaman bile mâil-i
inhidam/yıkılacak gibi duran bir evde oturuyordu.


Diğer taraftan fakirlik mutlaka hayırlıdır diyecek olursanız enbiya-yı
izamdan çok geniş imkânlara sahip Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ
nebiyyina ve aleyhimesselam); sahabe-i kiram efendilerimizden Hazreti Osman ve
Hazreti Abdurrahman ibn Afv (radiyallahü anhüm ecmaîn) ve evliyaullahtan Şah-ı
Geylânî (kuddise sirruh) gibi zatları değerlendirmeye almamış olursunuz. Yine
tarih boyunca pek çok hayr u hasenatta bulunmuş, camiler, külliyeler,
bedestenler yaptırmış Osmanlı padişahlarını ve mesela cömert ve fedakâr
hanımlardan, Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su yolları inşa eden Harun
Reşid’in eşi Zübeyde Hatun’u görmemiş olursunuz. Daha bunlar gibi fani şeyleri
bakîleştiren, birleri bin yapan, Hakk’ın kendilerine ihsan ettiği imkânları
kullarının istifadesi için kullanan sayılamayacak kadar insan vardır.
Dolayısıyla bu kadar insan ve onların yaptığı bu kadar güzel işler görmezden
gelinirse mesele sağlıklı bir şekilde değerlendirilemiyor demektir. Ne var ki,
bütün bunlara rağmen, bazı inananlar arasında bile –maalesef– fakirliğin
zenginlikten hayırlı olduğu, malın-mülkün insanı sırat-ı müstakimden çıkarma
ihtimalinin çok güçlü bulunduğu şeklinde yaygın diyebileceğimiz bir kanaatin
oluştuğu da bir vakıadır. Hâlbuki dine bir bütün olarak bakıldığında, onun emir
ve yasakları küllî bir nazarla tahlile tabi tutulduğunda, serveti kaldırıp atma,
mutlak mânâda fakirliğe sahip çıkma düşüncesinin doğru olmadığı
anlaşılacaktır.


“Bundan Sonra Yaptıkları Osman’a (radiyallahü anh) Zarar
Vermez”


Şimdi isterseniz söylediğimiz bu mücerred hususları müşahhas bazı misallerle
izah etmeye çalışalım. Yukarıda da ifade edildiği gibi Hulefa-i Raşidîn
efendilerimizden olan Hazreti Osman (radiyallahü anh) çok geniş imkânlara sahip
bir insandı. Tabiî aynı zamanda baş döndüren bir semahat ve cömertliğin de
kahramanıydı. Öyle ki, i’lâ-yı kelimetullah yolunda maddî desteğe ihtiyaç
duyulduğu bir zaman diliminde Hazreti Osman üç yüz, beş yüz deveyi, hem de
yüküyle beraber birden tasadduk ediyordu. O günkü toplumun imkânları ve
zenginlik limiti açısından meseleye bakacak olursanız bunun günümüzde üç yüz-beş
yüz Mercedes bağışlama gibi bir değere mukabil geldiğini görürsünüz.
Zannediyorum günümüzde semahat sahibi birisi Hazreti Osman’ın (radiyallahü anh)
Allah yolunda infak ettiği miktarın yüzde birini bağışlayacak olsa onu takdir u
tebcillerle yâd eder, bu cömertliği herkese duyururuz. İhtimal o zat da, reca
duygusuyla “ümit ederim beni de sahabe-i kiramla beraber Cennet’e korlar” diye
düşünmeye başlar. Bu mülahaza karşısında o zata “hakkın yok” da diyemezsiniz,
çünkü Allah’ın rahmeti çok geniştir. Umulur ki, Hazreti Osman’ın yolunda giden,
onun cömertlik ve civanmertliğini örnek alan böyle bir insanı Cenab-ı Hakk
onunla beraber haşredip onunla beraber Cennet’iyle serfiraz kılar. İşte Allah
Resûlü’nün üçüncü halifesi Hazreti Osman, Allah yolunda bu ölçüde infakta
bulunmuş ve bundan dolayı Efendiler Efendisi’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ), “bundan
sonra yaptıkları artık Osman’a zarar vermez” şeklindeki o çok büyük müjdesine
nâil olmuştu. Evet, imkânları ve bu imkânlarını Hak yolunda kullanmış olması onu
âlâ-yı illiyyîne yükseltivermişti. Demek ki servet, Allah yolunda kullanılınca
insanı alıp Cennet’e ulaştıran nurdan bir helezona dönüşmektedir.


Kazanma Kuşağında Kaybedenler de Var


Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in, zıt kutupta bize göstermiş olduğu başka
bir örnek var: Kârun. Cenab-ı Hakk, Hazreti Musa’nın (aleyhisselam) kavminden
olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun
zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o bu serveti kendi
becerisiyle kazandığını iddia etmişti. Hakk’ın kendisine yaptığı iyilik ve
ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde,
iyiliğin arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına
salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh-fahûr
yaşamaya ve ifsada başlamıştı. Tabiî Cenab-ı Allah da yaptıklarının karşılığı
olarak onu bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti. Böylece Kârun, ülü’l-azm
bir peygambere yakınlığın hakkını veremeyip kazanma kuşağında kaybeden ibret
vesilesi, talihsiz bir servet sahibi olarak tarih defterinin yaprakları arasında
yerini almıştı.


Hazreti Musa (aleyhisselam) döneminde vukû bulduğu söylenen şu kıssa da,
konuyla alakalı ibret verici bir misal olarak zikredilebilir. Anlatılanlara göre
Hazreti Musa zamanında, kum ile üzerini örtmeye çalışacak kadar fakr u zarurete
düşmüş bir adam vardı. Bir defasında Hazreti Musa’ya, “Ya Musa, Cenab-ı Hakk’a
benim halimi bir arz ediversen” dedi. Hazreti Musa da onun bu ricasını kırmadı.
Bunun üzerine Cenab-ı Allah, “O kulum için bu hâl, kendisi için daha hayırlıdır”
buyurdu. Fakat adamcağız bu isteğinde ısrarcı oldu ve ısrarlarının neticesinde
kendisine Allah tarafından imkân verildi. Önce bir koyun aldı, sonra o koyundan
sürüler meydana geldi ve o şahıs bir servet sahibi oldu. Ne var ki, zenginlik o
zavallıyı gaflete sürükledi ve neticede yoldan çıkarttı. Öyle ki adam içkiye
bile başlamıştı. Bir müddet sonra Hazreti Musa (aleyhisselam) yoldan geçerken
bir kalabalığa rastladı. “Burada ne oluyor” diye sorunca, şöyle cevap verdiler:
“Bir adama kısas uygulanıyor. Adam fakirdi, sonra malı-mülkü oldu. O mal-mülk
onu azdırdı. İçkiye başladı, sonra birini öldürdü. Şu an cezasını çekiyor.”


Şimdi bu iki misalden hareketle meselenin, mücerret olarak değil de,
getirdikleri ve götürdükleriyle, alçaltması ya da yükseltmesine göre yani âkıbet
açısından değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkar. Evet, bazen olur ki, insan
servet ü sâman ile Hazreti Osman ve Abdurrahman ibn Avf gibi âlâ-yı illiyyîne
çıkar, bazen de olur ki –hafizanallah– Kârun ve yukarıda anlatılan meçhul şahıs
gibi esfel-i sâfilîne yuvarlanır.


Bana Seni Gerek Seni


Cenab-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de bize talim buyurduğu,

رَبَّنَا آَتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآَخِرَةِ
حَسَنَةً

“Rabbimiz, bize dünyada da ahirette de hasene ihsan
eyle!”
(Bakara, 2/201) duası umumi bir yakarıştır. Bu şekilde hem dünyanın
hem de ahiretin güzelliklerini isteyenler Allah’ın lütf u keremiyle niyet ve
gayretlerinin semeresini hem dünyada hem de ahirette göreceklerdir. Dolayısıyla
insan sadece dünyasını değil, aynı zamanda ahiretini, hatta dünyanın fani ve
geçiciliği, ahiretin ise ebedî ve sonsuzluğunu nazar-ı itibara alarak, dünyanın
çok çok ötesinde ahiretini düşünmelidir. Evet, o, her iki âlemin de
güzelliklerini istemeli, dünyasını imar ederken ahiretini berbat etmemelidir.
Nitekim Kur’an-ı Kerîm, sadece dünya peşinde koşanların,

رَبَّنَا آَتِنَا فِي الدُّنْيَا

“Rabbimiz, bize
vereceğini bu dünyada ver!”
şeklinde talepte bulunduklarını zikreder ve

وَمَا لَهُ فِي الْآَخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ

“Böyle diyenin
ahiretten nasibi yoktur.”
(Bakara, 2/200) diyerek, sadece dünya hayatı için
talepte bulunanların elemli âkıbetine dikkatleri çeker.
Böyleleri Cenab-ı
Allah’ın vermiş olduğu nimetleri,

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا
وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا

“Bütün zevklerinizi dünya hayatında
kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz”
(Ahkaf, 46/20) fehvasınca yemiş
bitirmiş olurlar. Bu durum ulvî gayeler için yaratılmış bir insan için başka
değil sadece bir sukûttur. Kendi seviyesinin altına düşmektir. Çünkü sadece
dünyasını düşünüp, hayatını yeme ve içmeye bağlamak insan dışındaki mahlûkatın
yapacağı şeydir.


Bir kere daha ifade edecek olursak, insan Allah’ın (celle celâlühü) kendisi
hakkında takdir ettiğine razı olmalı, Allah’tan hakkında hep hayırlısını
dilemeli, her zaman, “Allahım, hakkımda hayırlı olanı ihsan eyle. Eğer Sen’in
bana ihsan edeceğin daha başka nimetler benim baştan çıkmama sebebiyet verecekse
ben onları istemiyorum. Kût-u lâ yemûtla, ölmeyecek kadar bir rızıkla yaşamaya
razıyım. Ben Senden sadece Seni istiyorum. Bana Seni gerek Seni” demelidir.


“Allahım! Arkadaşlarımıza Bol Bol İhsan Eyle!”


Bundan dolayı insan başta Allah Resûlü olmak üzere infak kahramanı diye
vasıflandırabileceğimiz insanların hayatına bakarak kendini çokça test
etmelidir. Mesela servet geldiği gibi, o insanın kalbinde-gönlünde hiçbir iz
bırakmadan Allah yoluna gidiyor mu, ona bakmalıdır. Az iken verebiliyorsa, yani
bir ceketi, bir paltosu varken çıkarıp onları verebiliyorsa, böyle birisi
arabası olduğunda Allah’ın izniyle onu da verebilir. Yine böyle birisi, “bana
her gün bir milyon dolar gelse, gelse de ben o dolarlarla dünyanın değişik
yerlerinde şu kadar eğitim yuvası açsam; oralarda vazife yapan eğitim
gönüllülerinin alamadıkları burslarını yetiştirsem, hatta o bahadırların
yaptıkları bu civanmertlikler karşısında beş bursunu birden peşin versem” diye
düşünür. İşte insan böyle düşünebiliyor ve kendine uyguladığı testlerden Hakk’ın
inayetiyle geçtiğine inanıyorsa onun için servet –inşaallah– tehlikeli olmaz. Bu
ölçüde bir niyet enginliği ve kalb safveti içinde bulunanların kasalarına keşke
hep servet akıp dursa. Fakir, büyük çoğunluğu itibariyle arkadaşlarımızın işte
bu seviyede üstün karakterli, civanmert ve semahat ehli insanlar olduklarını
düşünüyor; onlar için Cenab-ı Hakk’a çokça dua ediyor ve “Allahım, o
arkadaşlarımıza bol bol ihsan eyle. Zira onlar Senin lütuflarını dünyanın dört
bir yanına i’la-yı kelimetullah için saçıyorlar” diyorum.


Fakat insan Erzurumluların ifadesiyle gırgıtsa, hep cimrice davranıyor, kendi
rahatını milletinin ve mü’minlerin rahatının önünde tutuyor, insanların hakkını
nazar-ı itibara almıyor, din-i mübin-i İslam’ı düşünmüyor ve bir türlü iç
dünyasında bu olumsuz duyguları aşamıyorsa böyle bir insan Allah’tan mal-mülk,
servet u sâmân istememelidir. Yürekli davranmalı, kendinden emin olmadığını
kabul etmeli ve “Allahım bana vereceğin ihsanlar, onların getirdiği rahat beni
Senden uzaklaştıracaksa istemem onları. Bu zamana kadar benimle Senin arana
girenleri de al” diyebilmelidir. Çünkü kulluk bu ölçüde bir samimiyet ve sadakat
ister.


Yamalı Yorgan


Burada konuyla alâkalı yönleriyle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinden ve onun
acz u fakr yaklaşımından da bahsetmek icab eder. Üstad Hazretleri, ilim ve dinin
izzetini muhafaza etme, iman hizmetine halel getirmeme düşüncesiyle hep istiğna
ruhuyla hareket etmiş ve çok fakirane bir hayat yaşamayı tercih etmiştir.
Bildiğiniz gibi Eşref Edip merhum onun bu halini Tarihçe-i Hayat’ta, “kendisi
bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle teğaddî eder. Elbisesi pek
basit ve fakiranedir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Mâmelek namına dünyada
hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cem’iyet için yaşar” ifadeleriyle anlatır.
Zaten Hazreti Üstad, kendisi de, “tatmaya izin var, doymaya yok” diyerek dünyaya
bakışını özetlemiş gibidir. Lâhikalara bakıldığında bu bakışın onun hayatındaki
yansımalarını görmek mümkündür.


Onun cemiyet ve insanlık için fedakârlık ufkunu anlama adına fikir verecek
bir hatırayı Vehbi Vakkasoğlu beyden dinlemiştim. Kendisi Necip Fazıl merhumu
ziyarete gittiğinde ona Zübeyr abiden işittiği bir hatırayı naklediyor. Büyük
Doğu dergisinin sıkıntılar yaşadığı, bir yayınlanıp bir yayınlanmadığı
dönemlerden birinde yine parasızlıktan dolayı dergi basılamayacak gibi oluyor.
Bu mevkûte o zaman için çok önemli bir misyon ifade ettiğinden Üstad Hazretleri
ona İslam’ın sesi ve soluğu olarak bakıyor. Fakir de gençlik yılları itibarıyla
hatırlarım, Büyük Doğu o zaman için ufuk açıcı, yüreklendirici, inananların
hallerine tercüman olan, onların sıkıntılarını dile getiren önemli bir yayındı.


İşte Büyük Doğu’nun parasızlıktan dolayı basılamayacak olması Üstad
Hazretlerine çok dokunuyor ve Zübeyir ağabeyi çağırıp ona, “Zübeyir,
Doğu çıkmayacakmış, mutlaka bir şey yapmamız lazım”
diyor. Zübeyir abi
de, “Üstadım, neyimiz var ki bir şey yapalım” diye cevap veriyor. Bunun üzerine
Üstad Hazretleri “Benim, kışın üzerime aldığım eski, yamalı bir yorganım vardı.
Belki birisi bir değer atfeder de onu satın alır. Siz de elinize geçeni Doğu’ya
gönderirsiniz” diyor. İşte Hazreti Üstad o yorganı sattırıp bedelini dergiye
gönderiyor. Vehbi Vakkasoğlu Beyefendi, “bunu Üstad Necip Fazıl’a anlattığımda
yüzünü pencereye çevirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladı” demişti.


Üstad’ın fakirane hayatı işte budur. Fakat onun, acz, fakr, şevk, şükür,
şefkat ve tefekkür olarak kendi mesleğinin altı önemli erkanından biri olarak
olarak saydığı “fakr” anlayışı, bildiğimiz fakirlikten biraz daha farklıdır. Ona
göre fakr, ister fakir olsun, ister servet sahibi, kişinin kendisini hiçbir şeye
malik görmemesi, her nimeti Allah’tan bilmesi mânâsına gelir. Bu tıpkı, insanın
kendini âciz bilip Hakk’ın sonsuz kudretine sırtını dayaması gibidir. İşte bu
mânâdaki fakr şalını kuşanabilenler dünyalara da malik olsalar, o mülkün
zerresine kalblerinde yer vermez, ellerinden kaybolup gidene üzülmez, ellerine
geçene de sevinmezler. Böylelerinin derdi-davası kendi millet ve devletlerinin
zenginliğidir. Şahsî hayatları adına İbrahim Edhem gibi yaşar, kırk yamalı hırka
ve bir lokma ekmeğe razı olur fakat milletlerinin ikbali için de işe dört elle
sarılırlar. İstidradî olarak ifade edeyim ki, tarih boyu, Cenab-ı Hakk’ın gınası
karşısında kendilerini fakir; kuvvet ve kudreti karşısında da âciz gören başka
kimseler de olmuştur. Fakat denilebilir ki, meseleyi bir sistem haline getirip
sunan ve onu bir yolun erkânı olarak etrafındakilere sunan Bediüzzaman
Hazretleri’dir.


Servet Düşmanlığı Yerine İnsanların Gönüllerini
Kazanmak


Mevzûu hülasa edecek olursak, bazı kimselerin helal ve haram çizgilerine
dikkat etmeden servet peşinde koşmaları kimi inanan insanlarda dahi servet ve
servet sahibi insanlara karşı olumsuz bir bakış açısı meydana getirmiş olabilir.
Ne var ki, haramdan kazanan ya da kazancından Allah yolunda infakta bulunmayan
bir kısım insanlara bakıp servet düşmanlığı yapmak başta da ifade edildiği gibi
doğru değildir. Servet düşmanlığı insanlığa sosyal ihtilallerin arkasında duran
Marks, Engels ve benzeri düşüncede olan şahısların armağanıdır (!) ve onun
beşeriyet için ne denli büyük bir tehlike arz ettiği ve ne azim tahribatlara
sebebiyet verdiği insanlık tarihine az-çok aşina olanlar için malumdur.


Bunun yerine, yani zenginlere adavet besleyip zenginlik düşmanlığı
yapılacağına varlıklı kimselerin Allah’a dost insanlar haline getirilmesine ve
onların imkânlarını rıza-yı ilahi istikametinde, topyekûn insanlığa faydalı
olacak şekilde kullanmalarına çalışmak iktiza eder. Bunun için bütün meşru
vesileler mutlaka değerlendirilmelidir. Zira bu, o insanın ahireti adına da çok
önemli bir vazife ve sorumluluktur. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, insanlar bu
mevzûda belki başta biraz zorlanabilirler. Önceleri azıcık bir şey verirken bile
canını veriyormuş gibi hissedebilirler. Fakat kırk yıllık müşahedelerime
dayanarak diyebilirim ki, gönlünde din, millet, insan sevgisi tutuşturulan
insanlar zamanla verme işinin tiryakisi haline gelmişlerdir. Öyle ki,
kadınlardan da erkeklerden de ağlayarak gelip her şeyini milletimizi yüceltme
istikametinde hak rızası için ortaya döken insanlara şahit olmuşumdur.


O halde bir mü’min olarak bize düşen, servet veya servet sahibi düşmanlığı
değil insanları insanlık yolunda, Allah rızası istikametinde vermeye alıştırmak
olmalıdır. Bu açıdan servet ve imkân sahibi insanların gönüllerini kazanmaya,
onları dinin, imanın, insanlığın dostu haline getirmeye; getirip bu ulvî
değerler için çalışıp çabalamaya ve bu suretle hem mevcut imkânların doğru yerde
harcanmasına hem de imkân sahiplerinin ahirette kurtulmasına vesile olmak çok
önemlidir; önemlidir zira bu yol Efendiler Efendisi’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ
vetteslimât) yoludur.