Filistin ve İntihar Saldırıları

Filistin ve İntihar Saldırıları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Dünyanın çeşitli yerlerinde müslümanlara yapılan
eziyet ve işkenceler kalbimin ritmini bozdu. Filistin’deki
masum insanlara revâ görülen eza ve cefa ise bütün
bütün kolumu kanadımı kırdı. Duadan başka elimizden
bir şey gelmemesi ruhumu derinden hırpaladı. Ve zaten
büyük oranda damarları tıkalı olan kalb bu kadar acıya
tahammül edemedi. Arkadaşlar ambulans çağırıp hemen
hastaneye kaldırdılar. Hastanede de çok sıkıldım.
Hayli zor günler yaşadım. Fakat Cenâb-ı Hakk’a karşı
hiç şekvacı değilim. Yaşım 64, Allahu Teâlâ bu yaşa
kadar getirdi. Çok güzel insanlar, pek samimi ve hasbî
dostlar tanıdım. Şimdiye kadar çok güzel günlerimiz
oldu; milletimin vefasını hep yanıbaşımda gördüm.
Bundan sonra ise, artık son günlerimi bu şekilde hasta
olarak geçireceğimi kabullendim.

Şekerle beraber bir de kalb hastalığı olunca ve bunlara
bazı diğer rahatsızlıklarım da eklenince gerçekten
çok hırpalanıyor, cesedimi ruhumun sırtında bir yük
gibi taşımak zorunda kalıyorum. Ama her şeye rağmen
Allah’a sonsuz şükrediyorum. Dünyanın dört bir yanındaki
insanların, mesela Filistinliler’in çektiği ızdırapları
düşününce kendi dertlerimi unutuyorum. Tanklar, bombalar
altında ezilen mazlumların iniltileri bazen kendi
kalb atışlarımı duymama bile mani oluyor. Ayrıca,
din adına yapıldığı söylenerek içine düşülen yanlışlıklar
da belimi büküyor. Mesela, Filistin halkı her kesimiyle
çok sıkıntılı günler geçirse bile intihar saldırıları
doğru değildir. Hedefi ve kimin öleceği belli olmayan
saldırılara girişmek; sadece öldürmek için üzerine
bombalar bağlayarak hiçbir şeyden habersiz, masum
çoluk çocuğun da bulunduğu insanlar arasında pimi
çekmek müslümanca bir hareket olamaz. İslam, savaşın
en kızıştığı bir noktada bile olsa “nasıl ölünür,
nasıl öldürülür, düşmana karşı nasıl mücadele edilir”
meselelerinde bazı kural ve kaideler koymuştur. Kadınların,
çocukların ve savaşa bizzat katılmayan insanların
öldürülmesi diye bir şey yoktur dinimizde. Filistinlilerin
çaresizliğini anlamakla beraber içine düşülen bu mücadele
yanlışlığı ve bir kısım insanların tavrıyla İslam’ın
ve bütün inanların mahkum edilmesi karşısında çok
üzülüyorum.

Ama onun-bunun yanlışlıklarını görme yerine bizler
yine kendimize bakalım. Cenâb-ı Allah’la irtibatımızı
gözden geçirelim. Nefsimize karşı her zaman savcı
diğer insanlara karşı da avukat gibi olabiliyor muyuz,
bunun üzerinde duralım. Başkalarının sadece kelime-i
şehadet getirmekle dahi kurtulabilecekleri ve Cennet’e
girecekleri hakkında hüsn-ü zan edelim ama kendimizi
oraya hiç ehil görmeyelim; “Tam eda edemediğim bu
namazla, hakkını veremediğim nimetlerle, yerine getirmekte
geciktiğim şu hizmetlerle ben Cehennem’den nasıl kurtulurum?”
endişesini yaşayalım.

Allahu Teâlâ ile irtibatta olmanın yerini hiçbir
şey tutamaz. İnsan için en güzel nimet O’na karşı
kulluk vazifesini tastamam yerine getirebilme gayretidir.
Her an “Her nimet Senden, her şeyi veren Sensin” diyerek
acz u fakr şuuruyla O’na yönelmek, O’nun rahmetinin
enginliğini duymak, O’nunla doymak, O’ndan gayrı hiçbir
şeye gönül vermemek Allah’ın bir kula bahşedeceği
en büyük lütuftur. İşte daima bu duyguyu yakalamaya
çalışmak, yapılan iyi işlerde kat’iyen kendine pay
çıkarmamak, kendi nefsini yok saymak ve şahsî kredi
peşine düşmemek müslümanın şiarı olmalıdır.

Gönüllüler Hareketi

Şu hasta halimde bile hâlen hakkımda cemaat lideri,
tarikat şeyhi gibi yakıştırmalarda bulunanlar var.
Bu sözler bana küfür gibi geliyor. Hatta merhume anneme
sövülmüş gibi eziyet veriyor ruhuma. “Fethullahçı”
şeklindeki ifadelerden tiksinti duyuyorum. Aslında
“-cı”, “-cu”dan eskiden beri hiç hoşlanmam; bu ifadeleri
toplumu bölücü unsurlar olarak kabul ederim. Ben kendime
hiç “lider” demedim. Böyle denmemesi mevzuunda da
direniyorum. Çünkü ben düşüncelerimi otuz sene kürsülerde
ifade ettim; aynı duyguyu, düşünceyi paylaşan insanlar
alâka gösterdiler, saygı duydular; ben de bunu milletime
hizmet için bir kredi gibi kullandım. Şahsım hakkında
hüsn-ü zan edenleri hayırlı bildiğim işlere yönlendirmeye
çalıştım. Meselâ dedim ki, ”Üniversite hazırlık kursları
açın, okullar açın." Bu insanlar bana karşı olan
saygılarının ifadesi olarak sözlerime kıymet verdiler.
Gördüm ki benim "okul" dediğim gibi bir
sürü insan da "okul" diyor. Ve böylece binlerce
insan millete hizmet yolunda belli bir çizgide buluştu.

Şu meselenin üzerinde ısrarla durdum: Allah hepimizi
bir şekilde istihdam ediyor. Eğer bazı şahısları parlak
görerek yapılıp edilenleri onlara izafe ederseniz
şirke girmiş (Allah’a ortak koşmuş) olursunuz. Alvar
İmamı’nın çok tekrar ettiği bir sözü vardı; Azerî
bir edayla, ”Herkes yahşî men yaman, herkes buğday
men saman” derdi. Ben biraz o mülahazaya bağlı olarak
bugün de aynı şeyi söylüyorum. Halkın şahsıma karşı
teveccühünü, bir imtihan olarak değerlendiriyorum.
Belki onlar yanılıyorlardır, belki ictihat hatası
yapıyorlardır. Onlar bu mevzuda günaha girmezler;
fakat ben bu hüsn-ü teveccühün verdiği makamlara dilbeste
(aşık) olursam kendimi helâk etmiş olurum. İyice bilinmesini
isterim ki; öncülükten, liderlikten, şeyhlikten fersah
fersah uzak bulunuyorum. Ben sadece düz bir müslümanım.
Herhangi bir tarîkatla alâkam olsaydı onu da söylerdim;
ama öyle bir alâkam da yok. Tarîkatın kendine has
disiplini, erkânı, seyr-i sülûku vardır. Fert, evvelâ
bir şeyhe bağlanır; rüşdünü ispat, kendisini ifade
edebilirse, ona pâye verilir; ders verme imkânı sağlanır.
Mevsimi gelince o da başkalarına ders vermeye başlar.
Ve şeyhlik-müritlik bir silsile halinde Efendimiz’e
kadar götürülüp dayandırılır. Benim takip ettiğim
böyle bir silsilem; Kitap’ta, Sünnet’te olan ibadet-ü
taat, evrâd ü ezkâr ve tesbihâtın dışında tarikatlarda
olan şekliyle özel bir virdim ya da dersim, tarîkatla
alâkalı bir yanım yoktur.

Ayrıca, bir insanın milleti, ülke ve ülküsü adına
bir şey yapması için herhangi bir pâyeye sahip olmasına
da gerek yoktur. Ben bir vatandaşım. Milletim için
yaptığım her şeyi bir vatandaş olarak yaptım. Vatandaşlığın
üstünde de daha büyük bir pâye bilmiyorum. Meclisi,
mülkiyeyi, adliyeyi oluşturan da vatandaştır. Ben
de uzun zaman devletime, milletime severek hizmet
ettim. İşte, bu arzetmeye çalıştıklarım gözardı edilerek,
yapılan bu kadar hayırlı işin tek bir insana verilmesi
çok ağırıma gidiyor.

Diğer taraftan, cemaat denen insanların kim olduğuna
da bakmak lazım; bu kadar kalabalık nasıl oluyor da
rahatlıkla bir araya geliyorlar? Bu insanlar pek çoğu
itibarıyla, bir dönem bazı ticarî şirketler, holdingler
veya İslâmî görünen bazı gruplarla beraber hareket
etmiş, oralara girmiş çıkmış; fakat ne yazık ki o
kesimler tarafından istismar edilmiş ve bundan dolayı
ağzı yanmış, bıkmış-usanmış, arayış içindeki kimselerdir.
Güvenip itimat ettikleri bir insanın millet yararına
uygun gördükleri sözlerini tasvip ederek bir araya
gelmişlerdir. Daha sonra bu insanların dünya barışı
adına yaptıkları hayırlı teşebbüsler diğer ülkelerin
vatandaşları tarafından da kabul görmüş; onlar da
kendi ülkelerinde aynı yolu takip etmişlerdir. Hatta
bazı Hıristiyan, Mûsevî ve Budistler bile bu işi benimsemiş
ve topyekün insanlığın mutluluğu için aynı şekilde
çalışmak gerektiğine inanmışlardır. Öyleyse, bu insanların
duygu, düşünce beraberliğine cemaat diyemezsiniz.
Nasıl ki Cuma namazını kılmak için insanlar değişik
camilerde bir araya geliyorlar. Hiç kimse bunun için
baskı yapmıyor; ama Cuma namazı kılma gayesinde olanlar
tabiî bir beraberlik meydana getiriyorlar. Aynen öyle
de bu oluşum, milletimizin maddeten ve mânen yüceltilmesi
amacıyla hareket eden insanların bir araya gelerek
oluşturduğu bir harekettir. Bir “Gönüllüler Hareketi”dir.

Ayrıca, ben yanıma gelen insanların yüzde yetmişini
tanımam. Bu insanlar da birbirlerini tanımazlar. Onlardan
kimisi İstanbul’da, kimisi Ankara’da, kimisi de İzmir’de
denilen şeyleri doğru bulup hareket etmişler; okullar
açmışlardır. Sonra da “Bu hareketi yurt dışına taşıyalım.”
deyip yurt dışına açılmışlardır. Ciddi fedakarlık
yapmış, yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmişlerdir.
Yurt dışına giden ögretmenler sadece geçimleri için
çok az bir maaşa razı olarak gitmişlerdir. Dünyanın
dört bir yanına dağılmış bu civanmert Türklerin yaptığı
fedakârlıkların benim gibi hasta ve zayıf bir insana
verilmesi çok yanlış bir düşünce; aynı zamanda, bu
fedakârlığı yapan insanların haklarına da tecavüzdür.
Hususiyle son birkaç aydır ben kolumu kımıldatacak
derman bile bulamıyorum kendimde. 5 yaşından beri
hiç terketmediğim namazımı dahi oturarak kılıyorum.
Bu da bana eziyet veriyor; ama ne yaparsınız!..

Bende bir fazilet aranacaksa o; kendim hakkını veremesem
de şu necip millete hizmet edenleri hayatım boyunca
hep alkışlamış olmamdır. Onlar arasında, insanlardan
bir insan olarak vazife yapmaya talip oldum. Malî
yönden sıkıntılar içinde kaldığım zamanlar oldu. Ama
yaşadığım senelerin bir saniyesinde bile çalıp çırpmayı,
milletin hakkını yemeyi aklımın ucundan geçirmedim.
Komşusunun bahçesinden hayvanlarını geçirirken ağızlarını
bir bezle bağlayıp hayvanlarının haram yememesine
dikkat eden bir babanın kanatları altında yetiştim.
Ben de hayat boyu hep bu çizgiyi takip ettim. Hiçbir
mal varlığım olmadı ve hâlen de yok. Giydiğim elbiseler
ve günlük yediğim yemek sayılmazsa herhangi bir lüksüm
de yok. Ama soframa konan bir üçüncü çeşit yemek bile
zakkum gibi geliyor bana; üzerinde gezindiğim halıyı
sırtımda taşıyormuşum gibi ağırlığını hissediyorum.
Zaten milletin parası ile alınan halıya basmamaya
her zaman gayret gösterdim. Bir vakıfta üzerine bastığım
sergiler için bile yıpranma parası verdim. Yediğim,
içtiğim her şeyin ücretini ödemeye çalıştım. “Vazifemi
iyi yapamazsam helâl olmaz” düşüncesiyle askerliğim
sırasında verilen botları giymekten korkarak kendi
paramla bir çift bot alıp onları giydim. Değil vakıf
ya da başka bir yer, ablamın evinde içtiğim bir bardak
çayın parasını dahi vermeye kalkışınca onun, gözyaşlarına
karışık “…burada da mı?” sızlanışına muhatap oldum.
Ama başka türlü de davranamazdım. Zira, sürekli, hakkım
olmayan bir yudum suyu içmekten ve tek bir lokmayı
yemekten de ahirette hesaba çekileceğim korkusuyla
yaşadım.

Bir ömür boyu milletin ihyası adına çalışıp ardından
bir cani gibi yargılanmak da bana çok ağır geliyor.
Bu meselenin rahatsızlık veren yönü sadece şahsımla
alâkalı da değil. Şahsıma revâ görülen bu muameleden
ziyade, bu harekette gönül birliği yapan ve dünyanın
değişik yerlerinde hizmet eden insanların zan altında
bırakılması çok üzücüdür. Dört kıtaya dağılıp, bir
kültür elçisi gibi vazife gören bu insanlar her ne
kadar şahıslarına ait her şeyden ferâgat etse, bir
istekleri olmasa, herhangi bir beklentiye girmeseler
de bu millete düşen bu hareketi götürmeye çalışan
insanları desteklemek olmalıydı ve olmalıdır da.

Vatanımın bir karış toprağını cennetlere değişmem.
Şu anda rahatsızlıklarım el verse hemen yurduma dönerim.
Ama dönsem dahi artık orada uzun kalacağımı da zannetmiyorum.
Çünkü bundan sonra medya bizi rahat bırakmaz. Hergün
yeni bir şey çıkartırlar. Fedakar insanları hep rahatsız
ederler. Ayrıca, tedavim de burada devam ettiğinden
tekrar geri gelirim. İşte bu durumda olmak da bana
çok dokunuyor ve vatanımdan uzaklık adeta içimi kanatıyor.

Allah’ı anma ve Dua

Hak dostları evrâd u ezkâra (Kur’an ve dua okumaya,
Allah’ı anmaya) çok önem verirler. Hergün bir miktar
Kur’an okuma ve değişik dualarla Allah’a niyazda bulunmanın
O’nunla irtibatımız açısından çok önemli olduğunu
söylerler. Her fert kendi gücü nisbetinde bir şeyler
belirlemeli ve onu hergün okumalıdır, derler. Üstad
Hazretleri’nin Mecmuatü’l-Ahzâb’ı onbeş günde bir
hatmettiğini bir yakınından bir kaç defa dinledim.
O kitap üç cilttir; demek ki, ciltlerden her birini
beş günde bir okuyor. Onca kitap yazma; te’lîf, tashîh,
arkadaşlarıyla görüşme, yaşadığı ağır şartlar; hapishaneler,
takipler, tevkîfler, tarassutlar, tehcîrler.. bütün
bunlara rağmen evrâd u ezkârında hiç kusur etmiyor.

Bazıları “Duada mübâlağa etmemeli, aşırı gitmemeli”
falan derler. Zannediyorum aşırı gitme meselesini
Ubâde b. Samit’in kendi oğluna yaptığı vasiyetteki
ifadelerini yanlış anlayarak ortaya atıyorlar. O dua
ederken, mesela; bazılarımızın “Allahım, şöyle bir
Cennet, yamacında şöyle bir köşk, köşkün yanından
akan pırıl pırıl bir çay…” dediği gibi teferruata
ait şeyler zikrediyor; ayrıntılara dalıyor. Bu sebeple
Hz. Ubâde, “Oğlum, ben Rasûlullah’tan duada ifrattan
sakındıran sözler duydum.” diyor. O ifratı (aşırılığı)
meselenin keyfiyetiyle alâkalı detaylarla uğraşma
şeklinde anlıyor. Yoksa, Cenâb-ı Hak “Ya eyyuhellezîne
âmenu’zkürullâhe zikran kesîrâ – Ey iman edenler,
Allah’ı çok anın, çok yâd edin.” derken, bir insan
sabahtan akşama kadar durmadan “Sübhanallâhi ve bihamdihî
sübhânallahil azîm” dese yine duanın hakkını eda etmiş
olamaz. Efendimiz bu duanın sabah akşam yüzer defa
söylenmesini tavsiye ediyor. Ümmü Seleme validemiz
de taşları veya fasulye tanelerini yanına koyuyor
ve onlarla sayarak hergün yüz defa söylüyor.

Birbirini tanıyan, bilen insanlar değişik gruplar
halinde dua okuyabilirler. Mesela, Büyük Cevşen’i
birkaç kişi paylaşıp okuyabilir. Paylaşıldıktan sonra
artık her insanın kendisine ayrılan bölümü okuması
onun için gerekli olur. Yani “Allah’ı anma, zikretme
hususunda ben hergün şu kadar bir şey yapacağım.”
diyen insan üzerine bir sorumluluk almış olur ve bu
sorumluluğu yerine getirmesi artık zarurîdir. İsteyenler
Büyük Cevşen dediğimiz hizbi baştan sona kadar kendi
başlarına da okuyabilirler. Fakat, bir hey’et halinde
okuyunca, herkesin defter-i a’mâline o okumanın bütününden
hâsıl olan sevap yazılır. Hakikî şahs-ı manevî teşekkül
edince herkes bütünün okuduğu kadar okumuş olur.

Bu hususta özellikle Mecmuatü’l-Ahzâb’ın çok istifadeli
olacağını düşünüyorum, çünkü o kitap, oldukça geniş
ve pek çok velînin dualarından değişik bölümler ihtiva
ediyor. Gümüşhânevî Hazretleri onları toplarken bugünkü
ölçülerde tashîh etme imkanı olmamış. Üstad’ın eline
de O’ndan geçmiş. O okuduğu yerleri kısmen tashîh
etmiş. Keşke bir-iki gayretli insan yeniden onun üzerinde
çalışsa ve o kitabın elden geldiğince hatasız olarak
basılmasına vesilelik etse.

O basıldıktan sonra duaya iştiyaklı müminler aralarında
taksim ederler. Öyle bir metod geliştirirler ki, herkes
farklı zamanlarda farklı yerleri okur. Meselâ, bir
ay boyunca şu bölümü okuyan insan, ikinci ay diğer
arkadaşının yerine geçer. O üçüncü arkadaşın, o da
dördüncü arkadaşın yerine.. Böylece herkes Mecmuatü’l-Ahzâb’ın
her yerini okumuş olur. Gördüğü duaların orijinal,
yepyeni olması insanda ayrı bir heyecan uyarır. Mesela,
Şâh-ı Geylânî’nin insanın gönlünde ürperti hasıl eden
duasını bile otuz gün üst üste okuyan biri zamanla
onu ilk gün okuduğu gibi duyamayabilir. Fakat bu duayı
ikinci ay biraz bekletir, başka dualar okur, ona karşı
içinde hasıl olan ülfeti giderir ve bir müddet sonra
tekrar o bölüme dönerse yine ilk defa okuyormuş gibi
duyup hissedebilir. Benim ömrüm vefa eder mi bilemiyorum
ama istiyordum ki, ben de onu birkaç arkadaşımla paylaşıp
okuyayım? Bunun nasip olmasını çok arzu ederim.

Bazen şu husus kafama takılıyor: İşin esası bir kenara
çekilip kimseye demeden dua okumaktır. Fakat burada
“Ben de böyle bir kenarda dua okuyabilirim, kimseye
ihtiyacım yok.” gibi bir gizli bencillik var mıdır,
bilemiyorum. Eğer varsa bu çok tehlikelidir. Meselâ,
bir başkası da “Ben kendim bir kenara çekilip dua
okuyabilirim, ama arkadaşların dualarının arasında
olursa benim dualarımın da kabule daha yakın olacağını
umarım.” düşüncesinde olabilir. Böyle bir yaklaşımla
duanın hiç olmazsa bir parçası, yarısı veya çeyreği
okunabilir. Fakat bu ikincisinde de görünme, duyulma
hissi bulunabilir. Bunların hepsi tehlikelidir. Dua
öyle halis olmalı ki ona hiç bir mülahaza bulaşmamalı.
Onun sağından-solundan, altından-üstünden, neresinden
bakılırsa bakılsın şeffaf, saydam bir şey gibi hep
Zat-ı Ulûhiyyet tecellileri görülmeli.

Bazen de, meselâ aynı camide namaz kılan insanlar
birbirlerine “Gelin selef-i salihînden rivayet edilen
şu duaları okuyalım. Meselâ, bir gece kalkalım, iki-üç
saat sürse de 19 defa Fetih Suresini okuyalım.” diyebilirler.
Ama herkes içinden gelerek katılmalıdır böyle bir
dua şirketine. Fırlamalı, kalkmalı yerinden.. bir
hâcet namazı kılmalı, Büyük Cevşen’i, Evrad-ı Kudsiye’yi,
Sekîne’yi… okumalı.. arkadaşlarıyla beraber onbeş
yirmi dakika okuyorsa, sonra da kimsenin görmeyeceği,
aklına herhangi bir mülâhazanın gelmeyeceği bir yere
gitmeli, bir yarım saat de orada okumalı.

Evet, yalnız başına okurken “Bak arkadaşlardan kaçtım,
kendi kendime kimse görmeden yapıyorum, daha ihlaslıca
oluyor.” duygusuna kapılma veya “insanlar duysun,
görsün” diye başkalarına sesini duyurma; ikisinde
de şeytana kapı aralama olabilir. Üstad Hazretleri,
sesli okuyup insanlara duyurmayı İmam Gazali’ye dayandırarak
istihsan ediyor: “Ben önceleri sesli okuyordum, ama
işin içine riya girer mi diye de endişe ediyordum.
Sonra gördüm ki, İmam-ı Gazali ‘Başkalarını uyarma
ve teşvik etmeye matûf olunca mahzursuzdur.’ diyor.”
Fakat bütün bunlarla birlikte kalbimiz Üstad’ın kalbi
de değil. Cennet’ten içeriye gireceğimiz ana kadar
bizim kalbimize her şey girebilir. Kırdaki, bayırdaki
deliklerde yılan, çıyan arayacağına elindeki fenerini
kalbine tevcih etmesi gereken bizlerin her hâlükârda
çok dikkatli olması gerekir.