Hicretin Dünü ve Bugünü

Hicretin Dünü ve Bugünü
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Sahabe-i kiram Hazretlerinin önce Mekke’den Medine’ye
daha sonra da dünyanın dört bir tarafına yaptıkları
hicretleri hakkında öteden bu yana çok çeşitli
şeyler söylenmiştir. Ben bunlara yeni bir
şey ilave edecek değilim ama bunlar arasında
önemli gördüğüm bir iki hususun dün ve bugün perspektifinde
yeniden değerlendirilmesinin yerinde olduğunu
düşünüyorum.

Sahabe-i kiram, her şeyden önce Mekke’de dini
hayatlarını yaşama imkanı ve ölümüne
deyip girdikleri o kudsi hakikatları muhtaç gönüllere
duyurma zemini bulamadıkları için hicret ettiler.
Buraya bir şey ilave edebilirim: Bunun yanısıra,
bana göre onlar hicrete alışmak için hicret
ettiler, gitmeye alışmak için gittiler. Çünkü
Medine’ye yaptıkları bu hicret ve bu gitme
bir ilk olsa da son olmayacaktı.

Tabakat kitapları -ihtilaflı da olsa- Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde yüz
bin sahabe olduğunu kaydediyorlar. İbn Hacer
El-İsabe isimli eserinde on bin insandan bahsediyor
ama o günkü toplum telakkileri açısından kadın
ve çocukların pek çoğunun bu rakama dahil
edilmemiş olacağını hesaba katmak
lazım. Kaldı ki o günkü toplumda kadınların
sayısı erkeklerden az değildi, belki
daha da çoktu. Çünkü savaşlarda büyük ölçüde ölenler
erkeklerdi. Bugün yine tarihçilerin tesbitlerine göre
Medine mezarlarında on bin insan bulunuyor. Bu
demektir ki yaklaşık doksan bin insan dünyanın
değişik yerlerine Din-i mübin-i İslam’ı
anlatmak üzere çıkmış ve bir daha geri
dönmemiş.

Muthiş bir ruh, heyecan ve inancın göstergesi
bu: Doksan bin insan ve dini i’lâ adına hicret…
Bakın ülkemizin şanlı misafiri Ebâ Eyyûb
el-Ensari Hazretlerine. Yezid döneminde, yetmiş
yaşını aşmış iken, at
sırtında Medine’den İstanbul önlerine
gelmiş. Hayatı boyunca o cepheden bu cepheye
koşmuş, memalik-i hârrede (sıcak memleketlerde)
pişmiş bu insan o uzun yola çocuklarının
itirazına rağmen seve seve çıkıyor.
İhtimal bu uzun yolculukta hastalanıyor ve
İstanbul surları önünde vefat ediyor; ediyor
ama vefatı öncesi tabakat kitaplarının
kayıtlarına göre; "Beni elinizden geldiğince
İstanbul içlerine doğru götürün. Götüremediğiniz
yerde beni gömün. Ben Allah Rasulü’nden buranın
mutlaka bir gün fethedileceğini duydum. İşte
O’nun haber verdiği kahramanların, yiğitlerin
kılıç seslerini, at kişnemelerini duymak
istiyorum!" diyor.

Binlercesi içinden sadece bir örnek bu. Benim inancıma
göre hakiki manâda hicreti, hicret derken kasdettiğimiz
o ulvi ve yüksek değeri gerçek hayatta temsil eden,
canlandıran sahabe-i kiram olmuştur. Hatta
bu hicret düşüncesi, inancı ve heyecanı
onların içinde öyle bir seviyeye ulaşmıştı
ki hicret ettikleri yerden geriye dönmeyi ihanet saymışlardır.
Sadece ziyaret için ülkelerine, vatanlarına, memleketlerine
döndükleri zaman orada ölmeye hicretlerini iptal edecek
endişesi ile yaklaşmışlardır.
Tarihte örneği var bunun. Mekke’den Medine’ye hicret
eden ve Veda Haccı sırasında Mekke’de
vefat eden Sa’d b. Havle’nin kaderi başkaları
için hep endişe kaynağı olmuştur.
Aynı hac esnasında ciddi şekilde rahatsızlanan
Hazreti Sa’d b. Ebi Vakkas bu endişesini kendisini
ziyarete gelen Allah Rasulü’ne (sallallâhu aleyhi ve
sellem) bildirince Efendimiz, ona ihbar-ı gayb
nev’inden; "Sen daha yaşayacaksın. Allah
senin elinle bazılarını aziz, bazıları
zelil yapacak." buyurmuş ve Hazreti Sa’d’ın
endişesi izale olmuştu.

Sahabe sonrasına gelince; o günden bu yana farklı
seviyelerde ve şekillerde de olsa hicret hiç kesintiye
uğramamıştır. Gerçi Efendimiz (sallâhu
aleyhi vesellem) Mekke fethinden dönerken; "Lâ
hicrate ba’de-l fethi velâkin cihâdün ve niyyetün –
Mekke fethedildikten sonra hicret yoktur; fakat cihat
ve niyet vardır." buyurmuştur. Ama bu
o ilk kutluların gerçekleştirdiği Mekke’den
Medine’ye olan hicrettir. Dolayısıyla yukarıda
belirttiğimiz gibi farklı şekil ve seviyelerde
hicret hiç durmadan devam etmiştir. Zaten bu hicretler
olmasaydı İslam’in dünyanın dört bir
yanına ulaşması mümkün olur muydu? Demek
tarih boyunca müslümanlar Peygamberlerinden tevarüs
ettikleri o hicret düşüncesini koruma, yaşama
ve yaşatmada fevkalade hassas hareket etmişler.

Ben zannediyorum ki aynı duygu ve düşünce
bir yönüyle günümüzde de yaşanıyor ve yaşatılıyor.
Benim bir çok yerde kudsiler kadrosu dediğim bu
insanlar dünyanın dört bir yanına arkalarına
dönmeden gidiyorlar. Pekala gayeleri ne? Mensup oldukları
milletin, devletin, kültürün ve dinin değerlerini
muhtaç gönüllere duyurmak. Evet, bu gaye uğrunda
dünyevi nice imkanları terk eden ve tıpkı
sahabe misali bir daha geriye dönmeyi düşünmeyen,
geriye dönmeyi döneklik sayan sayıları meçhul
nice insanlar var bugün.

Fakat hiç kimse bunu kendinden bimemeli. Kendinden
bilme, her şeyden önde Allah’a karşı
ciddi bir saygısızlıktır. Zira akılları
bu istikamette ikna eden O, gönülleri bu ruh ve heyecanla
dolduran O. Eğer O’nun ilkâ buyurduğu bu inanç,
bu duygu, bu düşünce olmasaydı, bir his ve
heyecan tufanı halinde onların gönüllerinde
esmeseydi bu tablo gerçekleşir miydi? Bizler bu
inanç ve heyecanı onların gönüllerinde hasıl
edebilir miydik? Rica ederim, siz böyle külli bir hadiseyi
falanın-filanın konuşmasına, onun-bunun
yönlendirmesine bağlayabilir misiniz? Kendi nefsini
ikna edemeyen insanın/insanların başkalarını
ikna etmesi mümkün mü? Kendi kaprisleri, arzuları,
his ve hevesleri karşısında günde bir-kaç
defa kalıp ezilen, adeta preslenen insanların
yol göstericiliği ile olur mu bu iş?

Demek ortada bir sevk-i ilahi var, sevk-i ilahinin
insiyakları var ve gidenler, dönmemek üzere gidenler,
sahabenin anladığı ve yaşadığı
manâda hicret edenler işte bu sevk-i ilahiye mazharlar.
Keşke ben de defalarca iç geçirdiğim, sürekli
hayalini kurduğum, zaman zaman sözünü ettiğim,
hatta söz verdiğim hicreti yapabilseydim! Mesela
çok çetin bir yer olan Pekin’e gitseydim; gitseydim
de öteler ötesinde, muhtemel “Sen bu muhacirlerle beraber
olamazsın. Çünkü sen hicret etmedin!” cümlesine
muhatap olma endişesinden kurtulabilseydim. Keşke!

Keşke diyoruz ama kader cebr-i lütfî ile bizi
başka yerlere getirdi. Hastalıktı, havalar
şiddetliydi derken kaldık buralarda. Babamın
şiirinde dediği gibi ecelde müddet var demek.
Babam bunu Erzurum zelzelesinde söylerdi de benim hafizamda
sadece bir kıtası kalmış. Soğuk
bir kış mevsiminde binalar sürekli sarsılıyor.
İçeriye giriyoruz evler vahşi vahşi bakıyor
bize, dışarıya çıkıyoruz siddetli
kış ve insan boyu kar. Manzum cümlelerle Cenab-ı
Hakk’a tazarruda bulunuyor:

Dışarıya çıkarız şitâ
şiddetli

İçeri gireriz evler hiddetli

Eceller gelmiş, vâde müddetli

Sabırlar buyur, Gufrana bağışla
bizi.

Her neyse, biz hicret edemedik ama hicret edenlerin
duygu, düşünce, hissiyatlarını paylaşıyor,
onlarla beraber oturup kalkıyoruz. Hadiste ifade
buyurulduğu gibi "Lâ yeşkâ bihim celisühüm
– Onlarla beraber olan şaki olmaz." İnancım
o ki bahsi geçen hicret ufkunu yakalamış,
onu hayata geçirmiş kişilerle bu dünyada beraber
olan bir insan öbür tarafta bahtsız olmaz. “Haydi
sen de geç” derler ona da.

Evet, keşke dünyanın dört bir yanında
idbarimizin ikbale dönmesi için hicret edilse! Keşke
bu uğurda anne ve babalar ikna edilebilse! Keşke
hicret edilen yerlerde kültürümüze, milletimize, ülkemize
hizmet edilebilse! Keşke binbir defa gadre uğramış
o güzelim dilimiz dünya dili haline getirilebilse!

Şimdilerde yaptıkları eğitim faaliyetleri
ile milletimizin adını duyurmaya çalışanların
tutuşturdukları meşaleler etrafı
aydınlatmaya başladı. Gönüllüler kadrosunun
yaptıkları değişik yerlerdeki bu
büyük-küçük hizmetlerin hüsn-ü kabul görmesi bana milletimize
ait çok derinlerden gelen bir kısım hususiyetlerin
bulunduğunun göstergesi gibi geliyor. Gerçi "O
mâhiler ki deryadadırlar, deryayı bilmezler!"
fehvasınca belki bizler farkında değiliz,
kendimize ait kültürümüzün rengini, tadını,
şivesini tam bilemiyoruz, farklılığı
kavrayamıyoruz; fakat başkaları bunun
farkında, o farkı görebiliyor. Komşuluk
münasebetlerini, aile yapısındaki rasâneti,
sosyal münasebetlerdeki yumuşaklığı
ve sıcaklığı kavrayabiliyor. Eğitim
alanında fedakarca çalışmaları görüyor
ve takdir ediyorlar. Kaldı ki bunlar bizim kendimizi
ifade yolları.

Hâsılı; bizim dünyamızda sahabe ile
başlayan hicret onları takip eden kutlular
tarafından devam ettiriliyor. Özü aynı. Fark
sadece şekilde. Dolayısıyla bu ayrılıkta
bir gayrılık olduğu söylenemez. Ne mutlu
onlara!