İman Yolu

İman Yolu
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

İnsan, kendisine tevdi edilen vazifeleri, sahip
olduğu şuura göre yapar. Bununla birlikte,
evvel ve ahir tavsiyem: Dine, vatana, millete, devlete
ve insanlığa hangi seviyede hizmet yaparsak
yapalım, karşılığında
hiçbir şey beklememeliyiz. İnsan, yaptığı
hizmete karşılık olarak hayalinde birtakım
beklentiler içine girerse, beklediklerini bulamayınca
-hafizanallah- küsüp gidebilir. Ben duâlarımda
sürekli “Ya Rabbi, beni arkadaşlarımla,
arkadaşlarımla da beni mahcup etme!”
diyorum. Zira dünya genelinde belirli bir bakış
ve kabulleniş var ve bizler onu korumak zorundayız.
Evet, insan yapacağı murakabeler ile kendisinin
manen “sıfır” olduğunu sonucuna mutlak
ulaşmalı, kendini buna inandırmalı
ve büyük veya küçük yaptıklarına kat’iyen
sahip çıkmamalıdır. “Bediüzzaman’ın
bile kendisini bir “memerr” (bu bazı iyiliklerin
uğrağı demektir) olarak gördüğü
yerde biz kim oluyoruz ki?” demelidir. Aksi takdirde
hayalî düşünceler ve beklentiler içinde boğulup
gidebiliriz.

Emperyalist ve Osmanlı

Emperyalizm, gelişmiş ülkelerin zayıf
ya da az gelişmiş ülkeleri iktisadi, siyasi
ve kültürel bakımdan baskı altında tutması,
onları hakimiyetleri altına alarak sömürmesi
demektir. Buna göre, istismar eden; sömüren; işgal
ettikleri toprakları, bu toprakların yer altı
ve yer üstü zenginliklerini ve insan gücünü sömürerek,
müreffeh bir hayat yaşayan; kendileri saraylarda
safa sürerken, halkı perişan bir halde sokaklara
terkedenlerin hepsi emperyalisttir. Düne kadar emperyalizm
daha çok askeri güçle gerçekleştirilirken, günümüzde
aynı neticeyi, askerî işgale başvurma
gereği duymadan, siyasî entrikalarla, kültürel
yollarla, teknik ve teknolojik imkânlardan faydalanarak
ekonomik oyunlarla elde ediyorlar. Gayelerine ulaşmak
için de hiçbir engel tanımıyorlar. Meselâ,
bir neticeye ulaşmak için insanların kobay
olarak kullanılması gerekiyorsa, bunu gözlerini
kırpmadan yapıyorlar.

Osmanlı’ya gelince; Osmanlı, 6 asırlık
ömrünün en küçük bir zaman diliminde bile sömürgecelik
yapmamıştır. Kendisi zevk ü sefa içinde
yaşayıp da, milleti -velev ki yabancı
bile olsalar- perişan ve derbeder etmemiştir.
Siyasî entrikalara, ekonomik oyunlara kat’iyen başvurmamış,
milletlerin tarih, örf, âdet, din ve dilleri ile oynamak
suretiyle hiçbir asimilasyona gitmemiştir. Rica
ederim, 250 milyon Osmanlı teb’ası içinde
safkan Türk adedi 11-12 milyon idi. Bu kadarcık
insanın, 240 milyonu istismarından söz edilebilir
mi?

Osmanlı, Allah’ın adının her yerde
yükselmesi ve devletler arası muvazene için, O’nun
emri gereği cihad etmişti. Cihad etmişti
ama hiçbir ülkeyi işgal etmemişti. Cihad neticesinde
elde edilen ganimet malları, cihada katılanların
halis hakkı olmasına rağmen, tarih boyunca
ganimetten zengin olan bir insan gösterilebilir mi?
Bütün bunlara rağmen, Osmanlı’ya emperyalist
deme, ya tarih bilmemenin bir ürünü, ya da hıyanet
ve denaet içinde bulunmanın bir ifadesidir.

Yeniçeri ve Merhum Necip Fazıl

Merhum Necip Fazıl, yazdığı Yeniçeri
adlı kitapta Osmanlı askerî tarihini hep kaynayan
kazan şeklinde gösterdi. Ve hassaten Yeniçeri’yi
yerin dibine batırdı. Halbuki bu tip tarih
değerlendirmelerinde insafı elden bırakmamak
lâzım. Son dönemlerinde olmuş -keşke
olmasaydı- birkaç ciğer-sûz hâdiseyi nazara
vererek, koskoca bir tarihi karalamaya gitmemeli. 600
yıllık bir tarih içinde kaç tane kazan kaldırma
olayı gösterebilirsiniz? Osmanlı’yı ve
Yeniçeri’yi bu açıdan eleştirenler, kendilerine
baksınlar: 50-60 yıl içinde 600 senede meydana
gelen isyanların, başkaldırmaların
birkaç katını müşahede edeceklerdir.

Ayrıca, ihtisas da bu konuda göz ardı edilmemelidir.
Herkesin her şeyi bilmesi mümkün olmadığına
göre -aslında böyle bir şey iddia eden de
yok- herkes ilgi alanı, çalışma sahasına
giren konularda konuşmalı, değerlendirmeler
yapmalı. Ve bir şey daha ilave edeyim: Mülâhaza
dairesini daima açık bırakıp, iddialı
olmamalı.

Rızaya Ram Olmak

Dualarda Cenab-ı Hak’tan hizmet aşkı
ve şevki istenebilir. Bununla birlikte, ben dualarımda,
“Senin sevdiğin ve razı olduğun…”
diyorum. Siz de, encamını bilmediğiniz,
arkasında hayır mı var, şer mi var
kestiremediğiniz isteklerde bulunmamalısınız.
İnsanın kendi arzu ve isteklerinden uzaklaşıp
Rabbinin emir ve istekleri içinde eriyip gitmesi çok
önemlidir ve işte bence manevî terakki budur.

Mâzi ve Âti

Mazi, zihnimizden çıkmamalı!. Oysa ki o bugün
unutulmaya terkedilmiştir. Mazisiz ati olmaz. Yahya
Kemal bile, “Ben kökü mazide olan atiyim”
der. Tarihimizle neden ilgilenmeyelim? Mazimizi neden
öğrenmeyelim? Geçmişi olmayanın geleceği
de olmaz.

İkinci Fıtrat

Evrad u ezkâr, dua, nafile namaz gibi ibadetler, sürekli
ve ısrarla yerine getirmeli ki, bunlar, zamanla
bizde ikinci bir fıtrat hasıl etsin. Meselâ,
iki rekatlık bir nafileyi dört rekat kılmaya
alışır, bir daha da bırakmazsanız,
bırakmaya kalksanız, “Eyvah, bugün de
falso yaptık!” dersiniz.

Böyle bir anlayış, insanda zaten mevcud olan
birtakım kabiliyetlerin kullanılarak inkişaf
etmesi ve insan ruhuna hakim olmasından kaynaklanmaktadır.

İman Yolu

İman bir duyma, bir hissetme meselesidir. Bir
başka tabirle her insana göre değişen
bir iç ihsastır o. Kalbi imanla dopdolu olan bir
insanın menfi şeylerle meşbu bulunması
düşünülemez. Mesela, kalbi Allah sevgisi ile tam
anlamıyla dolu olan birisinin başka şeylere
karşı nefret hissi kalmaz. Allah aşkı
yer bitirir onu. Üstadın 32. Söz’de dediği
gibi; “Bazıları ism-i Vedûd’a mazhar
olur. Felek mest, kamer mest, nücûm mest, serâser alem
mest..” her şey mest olur yani. Her şeye o
gözle bakar, o kulakla dinler, her şeyi O’ndan
ötürü öper, koklar ve sever. Zaman olur inanmayana,
inkar-ı uluhiyet bataklığına saplanmış
kişilere bile nazar-ı merhametle bakar; bakar
ve “Keşke inansalar.” der. Ama ardından
hemen kendine gelir; “Estağfirullah Ya Rabbi!
Senin mührün, senin takdirin!” der ve inanmayanların
inanmamalarında hikmet aramaya başlar.

Bence her şeyin O’na bağlanması ve O’ndan
ötürü delicesine sevilmesi çok önemlidir. Bizim hoşumuza
gitmeyebilir, icraatın arkasındaki hikmetli
perdeyi aralayamayabiliriz, kafamızda beliren neden
sorularına mukni cevaplar bulamayabiliriz ama önemli
olan O’nun iradesi, meşieti ve muradıdır.
Bu bakış açısının kazanılmasının,
her şeyin bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğine
inanıyorum. Mesela, Risalelerde çok sık geçen
acz u fakr meselesi… Bu pencereden kainata, eşyaya
ve hadiselere bakan bir insan kendi acziyet ve zaafiyetini
idrak eder, eder ve o acziyet ve zaafiyet içinde O’nun
engin şefkatini görür. Âfâk ve enfüste O’nun âyâtını
tefekkür eder, marifeti artar. Bütün bunlar onu Allah’a
ciddi şekilde yönelmesine vesile olur.

Keşke bu bakış açısını
kazanabilsek!

Hüsnüzan

Başkaları hakkında hüsnüzan etmek, ahlak-ı
hasenenin önemli fakültelerinden biridir. Şöyle
düşünmeliyiz etrafımızdaki insanlar hakkında:
“Allah’a karşı kimseyi tezkiye etmiyorum
ama tavırlarına bakınca yahşı
bir kula benzer. Allah’ın rahmetinden ümit ederim
ki Cenab-ı Hak onu Cennetiyle sevindirir.” Evet,
bizler ne Cennet hazini ne de Cehennem zebanisiyiz.
Onun için ne insanları Cennet’e sevkediyor gibi
davranalım ne de Cehennem’e sürükler gibi.

Öte taraftan hüsnüzan ettiğimiz insanların
kayma ihtimaline binaen onlar için duada bulunmayı
da ihmal etmemeliyiz. Binbir tecrübemle sabit ki hüsnüzanda
ölçü ayarlanamadığı için olsa gerek hüsnüzan
edilen kişilerin eliyle tokat yeme mukadderdir.
Kendi adıma söyleyeyim, nice hüsnüzan beslediğim,
bir mecliste şu ya da bu sebeple hüsnüzannımı
ifade ettiğim arkadaşım var ki aradan
24 saat geçmeden onun eliyle tokat yediğim vaki
ve variddir. Onun için hüsnüzanda dengenin korunması
hüsnüzannın kendisi kadar önemlidir. Öyleyse dua
etmeli: “Ya Rabbi! Sen varken hüküm vermek bana
düşmez. Hakkında hüsnüzan ediyorum ben, beni
yalancı çıkarma bu mevzuda.”

Evet, nazik bir mesele bu, dikkatli olmak gerekir.
Bakın hadiste bir kişinin akıbeti şöyle
anlatılır: “Birisi sabahtan akşama
kadar salih amel işler, işler ve öyle bir
noktaya gelir ki Cennet’le arasında bir adımlık
mesafe kalmıştır. Ama akşam üzeri
bir halt işler ve Cehennem’i boylar.” Veya
bir başka Peygamber beyanında belirtildiği
gibi insan said doğar, said yaşar, fakat şaki
olarak yuvarlanır gider. Tersi de vaki, bir başkası
da şaki doğmuş, şaki yaşamış
ama said olarak gider. Bilemeyiz biz, dolayısıyla
nihai hüküm veremeyiz, vermemeliyiz.