İzzet ve Zillet

İzzet ve Zillet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Allah’ın varlık ve birliğini
inkar edenlere karşı izzet, mü’minlere karşı
tevazu ve mahviyet içinde bulunma Kur’an-ı Kerim
ve Sünnet-i Sahiha’nın beyanları ile ideal
müslümanlara gösterilen bir hedeftir. Aslında Kur’an
ve Sünnet-i Sahiha pek çok mevzuda ahiret yolundaki
yolculara imandan amel-i salihe, ahlak-ı hasene
ile mütehallık olmadan nefisle mücadele yollarına
kadar değişik tavsiye, emir ve yasaklar sunmakta,
bu çizgide nice yol ve yöntemler göstermektedir. Eskiden
tekye ve zaviyeler birer müessese olarak bahis konusu
ettiğimiz bu şeylerin hayata geçirildiği,
talim ve terbiyesinin yapıldığı
yerlerdi.

Günümüzde Kur’an’a hizmete adanmış
insanların mesleği, ister hususi manada izzet
ve tevazuyu, isterse umumi manada ahlak-ı haseneye
ait hususları hayata geçirmede tekye ve zaviyelerde
kullanılan metodlardan çok daha başka metodlarla
doludur. Mesela, insanın Allah karşısındaki
acz ve zafiyetini sürekli tefekkür etmesi bizim mesleğimize
göre bir yoldur. İnsan, Allah’ın kendi üzerindeki
şefkatini, aynı türden bir şefkatle başkalarına
karşı muamele yapma sorumluluğunu, ihtiyaçlarının
sonsuzluğuna rağmen acz, zaaf ve fakirliğini
idrak etmesiyle insanlık semasının merdivenlerini
tırmanmaya başlayabilir. Tabir-i diğerle
eskilerin seyr-i sülûk-i ruhanîde aradıkları
izafî insan-ı kamil olma -ki bazıları
için hakiki insan-ı kamil olmak da mukadderdir-
bu yolla yapılacak bir tefekkürle gerçekleşebilir.

Aslında işin hakikatına
vakıf olabilsek biz acınacak halde olduğumuzu
görürüz. Ama bununla beraber bunca acz ve zafiyetimize
rağmen ne kadar çok iyi beslendiğimizi, bakımımız
ve görümümüzün iyi yapıldığını
da müşahade ederiz. Ve bu bize şunu anlatır
ki acz u fakr insanın nihayetsiz, bitmez-tükenmez
sermayesidir. Öyleyse böyle bir sermayeye sahip insan
hiç inkisara düşmemeli, her zaman atılım
içinde bulunmalıdır. Allah’ın sonsuz
nimetlerini idrak etmeli ve bunlara şükretmelidir.

Herkes bunu duyabilir mi? Bu soruya “Niçin
duymasın?” cevabını veririm. Bence
duyabilir ama birincisi, uzun bir temrinat ve egsersiz
döneminden sonra; ikincisi, tefekkür veya başka
bir yolla yapılan seyr ü sülûk-i ruhaninin hiç
bitmediği ve bitmeyeceği hakikatını
kavramasıyla. Aslında bu ikincisi başlı
başına bir konu. İnsan bir makama, bir
mertebeye, bir seviyeye ulaştıktan sonra:
“Oldum, piştim, bittim, vardım, ulaştım,
gördüm…” dememeli, seyrini devam ettirmelidir.
Süreklilik, her gün yeniden bir kere daha baştan
başlamak bu yolun değişmez esasıdır.
Daha önceden katettiği mertebelerin, almış
olduğu seviyenin yeni yapacağı yolculuğa
elbette katkısı ve faydası vardır,
olacaktır ama önemli olan tezkiye-i nefs etmemek
suretiyle tezkiyeye ulaşmaktır. Nefsi sıfırlamak
suretiyle sıfırın kıymetsizliğini,
sonsuzun kıymetini kavrama ufkuna vasıl olmaktır.
Zira hiçbir insan kendini sıfırlamadan sonsuza
açılamaz. Sonsuza açılanlar ise kendilerini
sıfırlamış, Hak karşısında
bir hiç olduklarının idrakine varmışlar
demektir. Dolayısıyla bunlar mü’minlere karşı
tevazu, mahviyet ve hacâlet ufkuna çok daha çabuk ulaşırlar.

Tersinden ifade edecek olursak; insan
Allah’ın ihsan buyurduğu mevhibelerden en
küçüğünü dahi nefsine isnad ettiği zaman yüksek
bir kulenin başından çok derin bir kuyuya
düşer. Bu duygu ve düşünceye sahip birisinin
terakki etmesi mümkün değildir. Evet, bu tip insanlar
başlarını kaldırdıklarında
İsrafil’in azametli heykelini bile müşahede
etseler, kendilerini bir kuyunun dibinde sukût etmiş
olarak kabul etmiyorlarsa baş aşağı
düşmüşler demektir.

İnkar edenlere karşı aziz
olmaya gelince; her şeyden önce inkarcılar
karşısında zillet gösterme insanın
Allah ile olan nisbetine ve münasebetine dokunur. “Allah’ın
kulu ve kölesiyim” diyen bir insan başkaları
karşısında zillet göstermemelidir. Kaldı
ki bu zillet onun şahsıyla sınırlı
kalmaz, Efendimiz’e de (sallallahu aleyhi vesellem)
raci olur. Öyleyse O’na intisabı olan herkesin
O’ndan başkasına karşı başının
dik, alnının açık olması lazım.
Bu sebeple hiçbir müslüman sırtında taşıdığı
müslümanlık hamulesinden utanmamalı. Onun
hayata taşan görünümünden sıkılmamalı.
Dinin emirlerini yerine getirmekten, Kur’an ve Sünnet’in
emrettiği, selef-i salihinin tutup gittiği
caddenin hayatına hayat olmasından endişe
duymamalıdır.

Meselenin özü bu ama bugün esefle ifade
etmek lazım ki, mü’minler olarak bizler daha ziyade
mü’minlere karşı aziz, inkarcılara karşı
zelil davranıyoruz. “Nasıl olsa bu mü’min,
sesini çıkarmıyor.” diyor ve yükleniyoruz.
Bu tavrı zaten inkarcılar inkarlarının
gereği olarak mü’minlere karşı sergiliyorlar.
Zaten Hazreti Adem’den bu yana insanlık tarihinde
çirkin ve kötü şeylerin hepsinde onların parmağı
vardır, ya baş rollerde veya perde arkasında.

Ama gel gör ki özellikle iman cephesinde
yer aldığı halde azıcık okumasını
bilen, azıcık konuşmasını becerebilen
mü’minler kendi insanına tevazu yerine izzet gösteriyor,
benlikleri, enaniyetleri, egoları müslümanlara
karşı kabarıyor, herkese ve her şeye
tepeden bakıyorlar. Çok büyük şeyler keşfetmiş
gibi alemi hep hor ve hakir görüyorlar. Sanki hazretleri
(!) İmam Gazali veya Şah-ı Geylani.

Bu durum ciddi bir boşluktan kaynaklanıyor:
Büyük insan görmemişliğin boşluğu
bu. Allah’la derinlerden derin münasebeti olan insan
görmeme boşluğu. Biz onlardan bir kaçını
görseydik, Allah’la münasebetlerinde nasıl tavır
takındıklarına şahit olsaydık
itimat edin bana utancımızdan yerin dibine
girerdik. “Allah var iken ben nasıl kendime
ben diyebiliyorum, nasıl varlık izhar edebiliyorum?”
deyişlerini bir duysaydık utanırdık
kendimizden, yeryüzünde yer işgal etmekten hicab
duyardık. Dolayısıyla günümüzde içi hava
dolu davulun çıkardığı ses gibi
“Ben! Ben! Ben!” deme, “Ben bilirim,
yaparım, ederim!” deme, görmemiş-bilmemiş-duymamış
zavallıların boşluklarının
hırıltılarıdır.

Bu hissiyatı ve bakış
açısını biraz olsun tanıdığımı
söyleyebilirim ben. Yıllarca cami kürsülerinde
vaaz ettim. Cami kürsüsünde konuşunca, cami adabı
ve terbiyesi, cami ve cemaat kültürünün gereği
olarak kimse size itiraz etmiyor, edemiyor. Bu da kürsüde
konuşanı ukalâ yapıyor. Sitem ediyor
insanlara, bağırıp çağırıyor,
serzenişte bulunuyor ve sonra tam manasıyla
bir küstah olup çıkıyor. Halbuki o kürsüde
iken cemaatten birisi itiraz etse, yanlışını
söylese, “Hatan var, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm
şöyle buyuruyor…” dese herhalde o insan
çok farklı olur, o küstah tavırlar içine giremez.
Bu olmadığı için camideki insandan, elindeki
kalemiyle bir şeyler yazan insanlara, TV ekranlarında
boy gösterenlerden, sağda solda küçük-büyük topluluklara
muhabbet eden, bir şeyler anlatmaya çalışanlara
kadar çoklarında “Ben anladım, ben anlattım,
ben ettim, ben buldum, ben duydum, ben keşfettim,
ben.. ben.. ben…” şeytanın hırıltıları
mesabesinde bir kısım cümlelerle konuşmaya,
yazmaya başlıyoruz. Böyle demesek, yazmasak
bile en azından bu zihniyeti tavır ve davranışlarımızla
dışa aksettiriyoruz.

Halbuki diğer taraftan bizi kendilerine
düşman sayan insanlar ve onların gücü ve teknolojik
üstünlüğü karşısında hakiki manada
zillet yaşıyoruz. Her birimiz bir minare olmamız
lazım gelen yerde adeta birer kuyuyuz. Ama minare
gibi dimdik ayakta görünmeyi de ihmal etmiyoruz. Bir
terslik var bu işte. Bence bu terslik Kur’an’a
hizmet mesleğinin bize sunduğu ruhani hayat
sayesinde dengelenebilir ve izale edilebilir.

Yıllardır bu dairelerde dolaştığı
halde sanki bahsettiğiniz bu hakikatları hiç
duymamış gibi davrananlar var diyecek olursanız,
ne diyeyim:

Herkesin istîdâdına vâbestedir
âsâr-ı feyzi,

Ebr-i Nîsandan ef’i sem, sadef dürdâne
kapar.

Sünûhât’ta verilen ölçüler içinde; hayat-ı
içtimaiyede herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi
vardır. Boyu uzun olanlar pencereden görünmek için
tekavvüs ederler (eğilir, kamburlaşır),
boyu kısa olanlar da tetâvül (uzun görünmeye çalışırlar).
Allah indinde büyük olmanın gerçek emaresi yüzü
yerde olmaktır. Nitekim Allah Rasûlü’nün (sallallahu
aleyhi vesellem) “Akrabu mâ yekûnül-abdü min
Rabbihî fehüve sâcid
” beyanından da anlaşılıyor
ki insanın şeklî dahi olsa en büyük
anı, Allah’a en yakın olduğu an secde
anıdır. Öyleyse “Feeksirû fihâ’d-duâ.

Evet, bu bir ölçüdür: Kim açıktan
açığa kendinden, yaptıklarından
bahsediyorsa, öksürükleriyle kendini duyurmak istiyorsa,
beklenti içindeyse, fezâil ve mezâyâ ihsasları
yaşıyorsa, başkalarının kendisinin
büyük başarılarına (!) alakasızlığından
rahatsızlık duyuyorsa, o boş bir insandır.
Allah’la irtibatı yoktur onun. “Allah”
diyebilir, konuşabilir, yazabilir, ama gerçek tevazudan,
mahviyetten, hacâletten haberi olmayan birisidir o.

Cebrail gibi bile olsa konuşmak,
yazıp-çizmek insan olmanın ölçüsü değildir.
İnsan olmanın ölçüsü Rab’le kalbî münasebettir.
Ne kadar münasebetin var? Her göz açıp-kapadığında
O’nu duyuyor musun? En mahrem yerde dahi açılıp-saçılırken
kulaklarına kadar kızarıyor musun? Yatakta
ayağını uzattığın zaman
“Aman Rabbim görüyor. Bu ne küstahlık!”
diyebiliyor musun? Eğer bunlarda bir behren yoksa,
rica edeceğim bana yalan söyleme!

SORU-CEVAP

Herkes tarafından sevilme Cenab-ı
Hak tarafından sevilmenin de işareti olabilir
mi?

Hakiki manada inanmış, muhlis
mü’minler tarafından sevilme Allah tarafından
sevilmenin emaresi sayılabilir. Bunun manası,
“İnnellezîne âmenû ve amilûs-sâlihâti seyec’alü
lehümür-Rahmânu vüddâ.” (Meryem, 96) ayetinin mantukunca
onun için “vüdd” (sevgi) vaz’ edilmiş
demektir. Ama inkar ehli tarafından beğenilmenin,
sevilmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Onların
bizi sevmesi, beğenmesi çok defa bizim temelluklarımızdan,
onlara karşı zilletlerimizden, kendi onur
ve izzetimizi ortaya koyamamadan ötürü olmuştur.
Onun için muhlis mü’minlerin sevmesine, Allah’ın
mükerrem ibadının duyduğu alakaya bakmak
lazım. Allah tarafından sevilmenin esası
ve delilidir bu.

Yalnız insan buna aldanmamalı.
Muhlislerin sevmesini istidraç saymalı. “Ben
kendimi biliyorum, başkasının tarifine
gerek yok.” demeli. Onların sevmesini, takdir
etmesini, kabulünü, teveccühünü Allah’ın mekri,
istidracı olarak kabul etmeli. “Senestedricühüm
min haysü lâ ya’lemûn.” (A’raf, 182; Kalem, 44)
sırrınca o teveccühlerin kendisini farkına
varmadan baş aşağı bir çukura düşüreceği
ihtimalini gözden uzak tutmamalıdır.

Fakat aynı şeyi dine hizmete
kendisini adamışlar adına söyleyemem.
“Benim ümmetim dalâlette ittifak etmez.” fehvasınca,
milyonlarca insan belli bir noktada birleşti, uzlaştı
ve anlaştı ise, dünyanın dört bir yanında
aynı gaye uğrunda bir araya geldiler, gelebildilerse
onlar hakkında hüsnüzan etmeye binler defa mecburuz.
Biraz önce vüdd’den bahsettik. Kudsi bir hadiste Allah
Cibril’e buyuruyor ki; “Ben falanı seviyorum,
sen de sev. O da gökte durup sema ehline sesleniyor:
‘Allah falanı seviyor, ben de seviyorum, siz de
sevin!’” Bu bir ses değildir, bir söz de değildir.
Bu bir soluktur, bir esintidir, bir meltemdir. Ruhları
saran lahuti dalga boylu bir meltem. Kime ulaşırsa
o meltem, içinde sevgi hasıl olur. O sevgi evvelen
ve bizzat o zata aittir. Kaldı ki o zat kendini
şahs-ı manevî içinde erimiş, eriyik bir
unsur haline gelmiş kabul ediyor. Sonra da şahs-ı
manevîye aittir. Yani şahs-ı manevî’ye bir
teveccühtür. Dolayısıyla şahs-ı
manevîden kopan, kendi kendine bir şey yapmaya
çalışan, kendine göre bir şey yapıyor
gibi görünen insanlar, Allah’ın, Cibril’in, sema
ve yer ehlinin bu teveccühünden mahrum kalırlar.

Hâsılı, Kur’an’a hizmet mesleği
içinde bulunanlar kendilerine çok dikkat etmeli. Zira
bu mesleğin esası “yok ve var” dır.
Hem yok olmak, hem var olmak. Hem kendini nefyedecek
hem O’nu isbat edecek. Hem “Lâ” diyecek, hem
“illâ”ya ulaşacak. İsbat-nefy tenakuzunu
aynı anda yaşayacak. Hem konuşacak hem
de “Konuşan yalnız hakikat ve hakâik-i
Kur’aniye’dir!” diyecek. Hem yazacak hem de “Said
yok, Said’in şahsiyeti de yok!” diyecek. Yani
oldukça zor bir mesele.

Bunları söylemek bana düşmez
ama siz sorunca “düşmüş gibi” zannediyorum
ve konuşuyorum. Allah muinimiz ola.