Kara Sevdalılar

Kara Sevdalılar
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Yemekte otururken rüzgar esiyordu, o
esnada aklıma rüzgar ile alakalı ayetler geldi, yemek
boyunca zihnim hep o ayetlerle meşgul oldu. Kur’an-ı
Kerim bir yerde meâlen, “Biz, rüzgârları aşılayıcı
olarak gönderdik. Derken gökten yağmur indirip onunla
sizi suladık.” (Hicr, 15/22); bir başka yerde de “O’dur,
rahmetinin (yağmurun) önünden müjdeci olarak rüzgarlar
gönderen. Nihayet bu rüzgarlar o ağır bulutları hafif
bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, Biz onları,
ölü bir ülkeye sevkeder, derken oraya su indiririz
de orada her türlüsünden meyveler, ürünler çıkarırız.”
(A’raf, 7/57) buyuruyor. Bir taraftan, yağmur damlaları
bitirmek üzere bulutun aşılanmasını, diğer taraftan
da ürün verecek tohumları aşılanmasını ve rahmetin
müjdecisi olan rüzgarı düşünürken zihnim sosyal hadiselere
intikal etti.

Sosyal hadiselerde de önce şiddetli
fırtınalar olur. Eğer insanlar o fırtınalar karşısında
tamamen yıkılmamışsa; yani yeşillikler kurumamış,
ağaçlar devrilmemiş, gökten düşecek yağmura bağrını
açacak şeyler zeminde bütün bütün yok olmamışsa, o
rüzgarları sürekli yağmurlar takip eder. Esen her
rüzgar sele sebebiyet verebilecek yağmurları bağrında
taşıdığı gibi rahmet yağmurlarının da müjdecisi olabilir.

Bu açıdan da, bizim herşeyden ziyade kendimize bakmamız
lazım. Yani, bizim dünyamız yağmura liyakatli mi?
Ağaçlar devrilmiş mi, dimdik mi? Zeminde halâ yeşillik
var mı? Daima yağış alan bölgeler gibi yağmura açık
halini koruyor mu?.. işte buna bakmalı.. bu mülahazayla
kendimizi sorgulamalı, iç dünyamızı teşrih masasına
yatırmalı; rahmete liyakatımızın olup olmadığını tetkik
etmeliyiz.

Yeryüzüne daima yağmur yağar. Ama yağmur
bulutları rahmete liyakatlı yerleri kollar. Yağmurun
mülk ve melekût yönü, her ikisi de şeffaftır. Her
ne kadar emareleri ortaya çıkınca yağacağı söylenebilirse
de, ufukta henüz işaretleri yokken yağmurun geleceğini
kestirmek zordur. Semanın gözyaşları o yana da, bu
yana da açıktır; Allah’ın kudretine, inayetine, meşietine
ve ilmine taalluk etmektedir. Bazen gider denize boşalır;
bazen de yolu gür ormanlara varır.

İçtimaî hayattaki fırtına, buhran, ızdırap,
sıkışma ve tazyikler de bulutların sıkışması gibi
bir kıvama gelir ve netice itibariyle nerede rahmet
teveccühü varsa oraya sürüklenirler. O sıkışmalar,
tazyikler, bunalımlar ve ızdıraplar ölçüsünde sineler
heyecanla Allah’a yönelirse: “Allahım! Sen de biliyorsun
ki, bizim Senden, Senin rızandan başka bir mülahazamız
yoktur. Senden başka birşeye gönül bağlayacaksam şu
can emanetini al da hayatı bir yük gibi omuzumda taşımayayım.”
diyecek kadar yürekten ve samimi olarak O’na teveccüh
ederse Allah merhamet eder; eder de yıldırım yüklü
bulutları rahmet çeşmesi haline getirir. Ama eğer,
müslümanlar sadece birer kültür müslümanı ise, babalarının
müslümanca yetiştiği zeminde, öyle gördüklerinden
dolayı müslüman gibi görünüyorlarsa; ruhlarını aydınlatamamış,
kafalarını yenileyememiş, İslam için hiçbir çilesi,
hiçbir ızdırabı olmayan ve hususiyle de “ne olacak
milletimin şu acıklı hali” deyip fikir çilesi çekmeyen
insanlarsa -ki en büyük çile fikir çilesidir-, rüzgarlar
rahmet muştuları getirme yerine felaket haberleri
taşıyacaktır. Bundan dolayı, herşeyden önce inananlar
doğru inanmalı ve birer muhasebe insanı olmalıdır.

İslamı gadre uğratan iki cephe vardır:
Birisi, onda sürekli şok tesiri yapacak taarruzlar
peşinde olan, kin ve inat cephesi. Diğeri de müslümanlığı
yolda bulmuş
, kültür müslümanlığı tavrı sergileyen
vefasızlar cephesi.

Izdırap, en büyük duadır. Izdırap gayretten,
ölesiye koşmaktan daha önemli ve kıymetlidir. Allah,
ona buna değil oturup-kalkıp “Ne olacak bu dünyanın
hali, nasıl çıkacağız şu milli buhrandan!..” deyip
kendine göre değişik beyin fırtınalarıyla insanlara
ruhunun ilhamlarını duyurmak için fikir sancısı çeken
insanlara lütuflarda bulunur. Diğerleri de belki bundan
istifade ederler ama, bilmelidirler ki, ak saçları
ahirette önlerine dökülür ve çok utanırlar. Allahın
bir nimeti olarak önlerinde buldukları imana, İslam’a,
İslam’ın güzelliklerine karşı vefasızlıklarının hicabını
iki büklüm olarak ötede yaşarlar.

Evet, azap bulutları, ancak milletine
hizmetin ve insanlığın mutluluğunun kara sevdalıları
hürmetine rahmete dönüşecektir.. adanmış ruhlar; dünyevî,
cismânî ve bedenî bütün mülahazalara kapanmış olanlar..
kara sevdalılar..

Bu vesileyle, bir teessürümü de ifade etmek istiyorum:
Son günlerde ülkemizde meydana gelen sel felaketini
büyük bir üzüntü ile öğrendim. Özellikle Rize’nin
Çayeli ve Güneysu ilçelerinde kendini hissettiren
ve milletimizi kedere boğan sel ve heyelan sebebiyle
çok müteellim oldum. Müminlerin yaşadığı bölgelerde
bu tür felaketler genellikle en masum olanları yakalar.
Ben de o bölge halkının samimiyet ve masumluğuna inanıyor;
vefat edenlerin milletimiz için kendini kurban vermiş
şehitler mertebesinde olmasını Rabbimden niyaz ediyorum.
Cenâb-ı Allah, ötelere yürüyen insanlara rahmet ve
mağfiretiyle muamele eylesin. Geride kalan ailelerine,
bütün dost ve yâranlarına sabırlar ihsan etsin. Hayatta
kalıp da yaralananlara da acil şifalar versin.

Kulluk Sırrı

Cenab-ı Hakk’a teveccühte, ibadet ve dualarda bir
kulluk sırrı (sırr-ı ubûdiyet) vardır. Yani; onlara
yüklenen manaları kul bilemeyebilir ama sırf emredildiği
için onların gereğini eda eder ve böylece emre amâde
bir kul olduğunu gösterir. Kulluk vesilesiyle, kalbin,
ruhun, hissin ve sırrın beslenmesi, Allah’a teveccühü
gibi maslahatlar hasıl olabilir. İnsan biraz düşündüğünde
bunlar dışında başka bir kısım hikmet ve faydaların
meydana geldiğini de görebilir.

Mesela, Zekat’ın bir İslam köprüsü ve fakir ile zenginleri
yanyana getirici, ısındırıcı, nifak ve şikakı önleyici
bir tedbir olduğu akılla anlaşılabilir. Hacc’ın bir
seyahat ve tenezzüh olarak insanı dinlendirdiği, ona
yeniden kendine gelme fırsatı verdiği ve aynı zamanda
onun alem-i İslam çapında bir kongre olduğu düşünülebilir.
Oruç’la insan nefsinin itaati öğrendiği, bir nevi
perhiz yaptığı ve sıhhat bulduğu neticesi çıkarılabilir.
Fakat, bir mümin ibadetlerini kat’iyen bu fayda ve
maslahatlara bağlamaz. Çünkü o bilir ki, ibadetlerde
“taabbüdîlik”; yani hikmet ve maslahatları ne olursa
olsun, onları anlasın ya da anlamasın, nasıl bildirildi
ve emredildi ise ona göre hareket etmek ve o emirde
kendi aklının almadığı daha pekçok hikmetler olabileceğini
düşünmek esastır. Zekat, oruç ve hacta olduğu gibi
namazın belirli vakitlere tahsisi, rekat sayısındaki
farklılıklar, rükû, sücud ve kıyam gibi hususî hareketler…
için bazı hikmetler aklına gelse de mümin, bunları
her şeyden önce Rabbimiz böyle emrettiği için bu şekilde
yerine getirir ki, fıkıh metodolojisinde ibadetlerde
gözetilen bu hususiyete “taabbudîlik”denir.

Taabbüdî olan şeylerin önemli bir yanı şudur: siz
yaptığınız şeyle, ondan sonra Cenab-ı Hak tarafından
size lütfedilen şey arasında tenâsüb-i illiyet (sebeb-sonuç
ilişkisi) prensibine göre bir münasebet göremezsiniz.
Mesela, namaz kılarsınız, dünyevî-uhrevî, kalbî-ruhî,
aklî-hissî öyle matluplarınız hasıl olur ki, bu nasıl
oldu diye şaşırırsınız. Burada ince bir nokta vardır:
taabbüdîlik, taabbüdîlik hesabına işler ve sizde sadece
emredildiği için ibadet etme duygusunu geliştirir.
Efendimizin mucizelerini düşünürseniz, yerdeki bir
parmağın kalkmasıyla kamer nasıl iki parça oluyor!.
Parmağıyla işaret edince ağaç nasıl O’nun yanına geliyor!.
Mübarek elini bir yemeğin üzerinde bir-iki defa devir
yapınca o yemek nasıl bereketleniyor, on kişilikken,
yediyüz kişiyi doyuruyor!. Bütün bunlarda tenasüb-i
illiyet prensibine göre, meselenin makul yanı olmadığından
öyle anlaşılır ki Allah (celle celâlühû), hususî bir
lütufta bulunuyor. Aynen öyle de, insan kendi ibadetleri
ve onlardan hasıl olan neticeyi görünce, tavırları,
davranışları, ruhî ve kalbî hayatı açısından lütuf
ve nimetlere mazhar oldukça taabbüdilik mülahazası
da artar.

Ayrıca taabbüdîlik, kulluk vazifesinin arkasında
hiç birşey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine
bağlama duygusunu, Allah’a halisâne teveccüh hissini
meydana getirdiği için çok önem arzeder. O’nun rıza
ve hoşnutluğunu arama duygusunu besler. Hatta sadece
farz ibadetlerde değil; insanın ferdî, ailevî ve ictimaî
hayatıyla alakalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbüdîlik
vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde
ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini
gözetebilir. Adiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve
hikmete muvafık manaların olduğu hususu daha çok görülse
de onlarda bile “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir.
Ve kul ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta
yapageldiği şeyleri, taabbüdilik mülahazasına bağlı
yaparsa, kendisini halisâne kulluk ruhuna alıştırmış
olur. Bunu Üstad Hazretleri’nin sözüyle irtibatlandırabilirsiniz:
insan yaptığı bir kısım adetlerini Allah rızası için
yapar, onları sağlam bir niyete bağlarsa, mesela Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellemin sünnet-i seniyyesine
uyma niyetiyle O’nun gibi yer, O’nun gibi oturur-kalkar
ve her hareketinde O’na benzemeye çalışırsa adetlerini
dahi ibadete çevirmiş olur.

Taabbüdîlik esasının temelindeki espiri şudur: Cenâb-ı
Allah hakikî Malik ve hakikî Mutasarrıftır; insanlar
da O’nun kulları ve dolayısıyla mülküdürler. Mülk
sahibi mülkünde istediği tasarrufu yapar. Öyleyse,
O bizim tavır ve davranışlarımızı belirlemede de Mutlak
Hâkim’dir. Bununla beraber, Allah celle celâlühû adiyât
içinde insanlara bir hilafet manası vermiş, eşyaya
müdahale etme hakkı tanımıştır ki, bu izâfî bir malikiyettir.
İnsanlar, Mutlak Hâkim’e, Mutlak Mutasarrıf’a taabbüdîlik
mülahazasıyla mutlak teslim ve tâbî olmalı; âdiyatta
da eşyaya müdahale etme mevzuunda kendilerine tanınan
izafi ve nisbi hakkı kullanmalıdırlar. Ama bu hakkı
kullanırken de bilmelidirler ki, asıl mal sahibi ve
Müsebbib-i Hakikî Allah’tır.

Allah Teâlâ kainatta adât-ı Sübhaniye diyebileceğimiz,
dâfia-cazibe (itme-çekme) kanunu, sürtünme kanunu,
yerçekimi kanunu gibi… bazı kanunlar yaratmıştır.
Mesela, otlar, ağaçlar… toprakta kuvve-i inbâtiyesini
bulduğu, güneşle temasını devam ettirdiği ve bir de
suyla buluştuğu sürece büyür, gelişir ve verimli olur.
Ağaçların, bitkilerin su vesilesiyle gelişip büyümesi,
meyve ve ürün vermesi de Allah’ın bir kanunudur. Aslında
sulamadan hasıl olacak neticeyi yaratan Allah’tır;
ama onu bir sebeb olarak halketmiştir. Biz bu sebebi
bilince devrin şartlarına, ilim, teknoloji ve idrakine
göre değişik sulama usulleri geliştirir ve onları
tatbik ederiz. Tohumu atarken, o tohumdan beklenen
neticenin en azami derecede hasıl olması için nasıl
bir ekme metodu uygulamak gerekiyorsa onu arar, bulur
ve uygularız. Fakat daha tohumu atarken de “Benim
yapıp ettiklerim sadece bir sebebtir. Ürünü verecek
Allah’tır. Bunları büyütürse O büyütür. Bire iki verirse
O verir. Fakat izzet ve azametine sebebleri perde
yapar.” deriz. “İzzet ve Azamet ister ki, esbab perdedâr-ı
dest-i Kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve Celâl
de ister ki, esbab elini çeksin tesir-i hakikîden.”
mülahazasına bağlı kalırız. İşte böyle bir meseleyi
dahi taabüdîliğe bağlarsak; Allaha kulluk eder ve
O, bize izafî de olsa eşyaya müdahale hakkı ve imkanı
verdiği ve bunu da emrettiği için sebepleri yerine
getirirsek asıl kulluk şuurunu yakalamış oluruz.

Kulak Hırsızları

İnsan, ibadet ü taatine, evrâd ü ezkârına, dua ve
yakarışlarına başka mülahazaları karıştırdığında da
bazı neticelere ulaşabilir. Mesela; cinlerle uğraşanlar,
muska yazanlar bazı fevkalade şeylere ulaşabilirler.
O yolda yaptıkları bazı şeylerle metafizik dünya adına
bir kısım keşiflerde bulunabilirler. O neticeleri
görünce akla gelebilir ki, bunlar ruha kendi gücünü
kazandırıyor ve ruh hayatına yükseliyorlar; latife-i
Rabbaniye yörüngeli hayat ufkuna, sır seviyesine yürüyorlar.
Oysa, Hıristiyan mistikleri ve Budist rahipler de
bir kısım fevkalade şeyler sergiliyorlar. Kendini
tamamen kozmoza kaptırmış olan insanlar ve Brahmanistler
de o türlü şeyleri elde edebiliyorlar. Biz de o yolla
bazı şeylere ulaşıyorsak, öyleyse aramızdaki fark
nedir?

Bu iki şey arasında çok önemli bir fark vardır. Kur’an
da bu farka işaret eder. Vahiy bize gelirken veya
melekler aralarında muhaverede bulunurken, Cenâb-ı
Allah’tan duydukları bir şeyi aralarında konuşur,
birbirlerine fısıldarken orada şeytanlar da istirak-ı
sem’de, yani “kulak hırsızlığı”nda bulunuyorlar. Şeytan
ve onun avenesi kulak hırsızlığı yaparken ve bir kısmını
çalıp geri kalanını kendi asılsız sözleriyle tamamladıkları
haberleri insî dostlarına hevacis (şeytanî vesveseler)
olarak iletirken; melekler Allah’tan doğrudan doğruya
haber alıyor, kendilerine bahşedilen meşru haklarını
kullanıyor, nimet olarak verilen şifreyi işletiyor,
o kapıyı açıyor ve o kapıdan marziyat-ı İlahiyeye
yürüyorlar.. Bu da yine sadık elçiler vesilesiyle
vahiy ya da ilham olarak sadık insanlara ulaştırılıyor.
İkisine de aynı kapıdan giriliyor gibi oluyor; fakat
birinde hedef Allah’ın rızası olduğundan ve Malik-i
Hakikî’nin izni dairesinde gerçekleştiğinden dolayı
o makbul; diğeri de mezmum kabul ediliyor.

İşte ruha kendi gücünü kazandırmaya, kalbî ve ruhî
hayat seviyesine ulaşmaya, mesela seyr u sülûk-i ruhâniyle
kat-ı meratib etmeye çalışan samimi bir mümin (samimi
diyorum; zira ubûdiyetiyle başka neticeleri beklemeyenleri
kastediyorum) ubudiyet mülahazası içinde Allah’ın
rızasını hedefleyerek bu yolda yürür. Sadece O’nun
hoşnutluğuna kilitlenir. O razı olduğu için de bu
gayretiyle bir sır kapısını aralar. Bu konuda ona
müdahale de edilmez. İstirak-ı sem’de bulunmadığından
dolayı Ervâh-ı tayyibe onun önünü almaz.. üzerine
şahablar yağdırmaz.. başına dert açmaz. Çünkü, o sadece
içeriye girmede serbest bırakıldığı bir kapıyı açmaya
çalışıyordur. Bir kapıyı, bir çantayı, bir kasayı
açmada kullanılan anahtar ya da şifre gibi bir vesileyle
o sır kapısını açmaya gayret ediyordur. Diğerleri
ise, tıpkı şeytanların istirak-ı sem’i gibi, bankaları
boşaltıp insanların paralarını soyan hırsızlara benzer;
gayrimeşru bir iş yaptıklarından dolayı her an başlarına
şahaplar yağabilir, yakalanıp derdest edilebilirler.
Çünkü yürüdükleri yol gayrimeşrudur ve o şekilde yürüme
izinleri de yoktur.

İşte, ruha kendi gücünü kazandırma derken, Allah’ın
rızasını gözetmeyenler ve kendilerine müsade edildiği
yolda ve izin verildiği şekilde yürümeyenler, yolda
kalır ve ruhlarından da olurlar. G. A. gibiler bu
konuda acı ve ibret dolu birer örnektir. Bunlar metafizikle
alakalı güçlerini ortaya koymak için ruhî tecrübelere
girerler. Fakat başlangıç noktaları, yürüdükleri yol
ve hedefleri Cenab-ı Allah’ın rıza ve iznine uygun
olmadığından zamanla şirazeden çıkarlar. Şeytanlar
onlara bir kaç tane doğru haber söyler: mesela “Bu
gün Türkiye’den şunlar gelecek.” der. Sonra bir haber
daha.. bir tane daha.. “Ganj Nehri’nin suyu bir metre
kadar çekilecek, gidin bakın.” derler. Bakarlar ki,
gerçekten nehrin suyu çekiliyor. “Bu gün orada şu
kadar insan yakılıp külü savrulacak.” derler, doğru
çıkar. Beş-on defa böyle yapınca bir gün de gelir
derler ki, “Biliyor musun, sen müceddidsin!..” Aradan
bir miktar geçer, bir-kaç tane daha doğru haber söylerler
ve sonra “Sen öyle normal, sıradan bir müceddid değilsin,
mehdîsin.” derler. Bir zaman sonra da “Sen Mesîh-i
mev’udsun.” sözüyle onu beklenilen kurtarıcı olduğuna
inandırır ve hulûl sapıklığına kadar uzanan bu çirkin
yolda başaşağı getirirler.

Görüldüğü gibi onlar da aynı anahtarı, aynı şifreyi
bulup kullanıyorlar. Aynı şifreli kapıyı açıp giriyorlar..
giriyorlar ama mülk sahibinin iznini almadıkları ve
ancak onun müsaade ettiği şekilde davranmadıkları
için bir hırsız muamelesi görüyorlar. Ve istirak-ı
sem’in cezası olarak maksadın aksiyle tokat yiyor,
ebedî hasarete düşüyorlar. Tarih ve günümüz, İslam’ın
ubudiyet anlayışından mahrum kaldığından istidraclara
aldanmış, değişik sistemlerin kurbanı olmuş ve şirazeden
çıkmış binlerce insana şahitlik etmiştir, etmektedir.

Beklentisizler

Evet, ubûdiyetin sırrını kavramış bir mümin bütün
amellerini sadece Allah’ın hoşnutluğuna bağlar. Sadece
Allah Teâlâ’nın rızasına giden kapıyı açmaya, koridoru
kullanmaya çalışır. Cenâb-ı Hak, onun ruhuna da kendi
gücünü kazandırırsa ve aynı zamanda onu kalbî hayat
seviyesine çıkarırsa, bunu Rahman u Rahîm’in ayrı
bir lütfu olarak görür. Böyle bir neticeyi hasıl etse
de etmese de, o Yüce Yaratıcı’ya tahsîs-i nazar ederek
kullukta direnir. Hatta bazı harikulâdeliklere halisane
bir tavırla, ehlullahın baktığı gibi bakar; “Değildir
bu bana layık bu bende, Bana bu lûtf ile ihsan nedendir.

Ben istenmesi gerekli olan şeylerin en büyüğünü istemiştim.
Ben Sen’i istemiştim. Sen benim ol, başka hiç birşeyim
olmasa da olur. Çünkü ancak Seni bulursam herşeyi
bulmuş, fakirlikten kurtulmuş olurum.” mülahazasını
seslendirir ve tam bir ubudiyet şuuruyla yaşar.

Bu çetin yolda yalnızca beklentisiz olanlar takılıp
yollarda kalmaz, diğerleri her zaman aldanabilirler.
Beklentisiz insanın kalbi hep şu mülahazalarla atar:
“Ya Rabbî, Sen bana meccanen sonsuz nimetler vermişsin.
Ben herşeyi zaten peşinen almışım. Bana hayat nimetini
vermişsin; insan olmakla şereflendirmişsin, İslamiyet
nuruyla gönlümü aydınlatmışsın, mârifet ve muhabbet
koridorunda yürüme imkanı lütuf buyurmuşşsun. Dine,
vatan ve millete hizmet etme imkanları bahşetmişsin.
Ben alacağımı zaten almışım. Ve bütün bu nimetlere
karşı ubûdiyet gibi lezzetli, rahat ve hafif bir hizmetle
mükellef kılmışsın. İşte şimdi bana düşen, Senin o
ihsanlarını iyi değerlendirmek suretiyle hoşnutluğunu
kazanmak. Gücümün yettiğince Sana kul olmak, sonra
da Senin rahmet ve keremine iltica etmek.” İşte bu
mülahazalardan dolayı hak dostları dualarında çok
defa “ Ya Rabbi! Benim var olmaya, şuna buna hiç ihtiyacım
yokken, Sen bana ihtiyacım olmayan şeyleri bile nimet
olarak verdin. Şimdiyse hâlisâne kulluğa ihtiyacım
var. Senin lütf u keremine muhtacım. Ben yoktum, ben
düşünemezdim, var olmayı da, insan olmayı da hiç mülahazaya
almamıştım. Bunlar benim ihtiyacım değildi. Ama Sen
kereminle lütfettin. Oysa ki bundan sonra ayakta durabilmek
için Sana çok muhtacım.. doğru yürümem için Sana çok
muhtacım.. Cennet yolunda kalabilmem için Sana çok
muhtacım; ihtiyacım olmayan şeyleri bana veren Allahım!
İhtiyacım olan şeyleri de Sen’den dileniyorum..”

Evet, Cenab-ı Hakk’ı nasıl bilmemiz lazım geliyorsa
o ölçüde bilmemiz çok önemlidir. Bize baktığı gibi
O’na bakmamız; bize teveccüh ettiği gibi teveccühte
bulunmamız çok önemlidir. Daha ne diyeyim, bunu da
yine O’nun kapısında arıyor, “Ya Rabbi! Bize Kendini
tanıt, marifetini gönüllerimize duyur, muhabbetinle
ruhlarımızı doyur. Kalblerimiz hiç inhiraf etmesin.
Bize şeytan ve nefs-i emmârenin üstesinden gelme irade
gücü ver!” diyorum.