Kendi Değerlerimiz ve Bizim Yuvamız

Kendi Değerlerimiz ve Bizim Yuvamız
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Geçmişten süzülüp gelen millî, mânevî değerler
üzerine bina ettiğimiz geleneksel aile müessesemizin Tanzimat’la birlikte
sarsılmaya başladığını görüyoruz. Toplum için hayatî önemi haiz olan aile
kurumunun bugün yeniden ihyası adına dikkat edilmesi gereken hususlar
nelerdir?


Cevap: Tanzimat Fermanı, daha çok Fransız
kültürüyle yetişen ve o kültüre göre hayatı, eşya ve hâdiseleri okuyan
elitimizin, ülkemizde yenilik adına her şeyi yeniden nizama koymaya
çalışmasıydı. Mustafa Reşit Paşa tarafından Batı kriterleri esas alınarak
akdedilen bu fermanda ne yazık ki, bizim ruh ve mânâ köklerimizden süzülüp gelen
değerler hesaba katılmamıştı. Evet, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda belki Devlet-i
Âliye’yi kurtarma cehdi vardı fakat bizim değerlerimiz yoktu. İşin içinde
bulunan Mustafa Reşit Paşa samimi miydi, değil miydi, bilemiyorum. Onu ancak
Allah bilir. Ancak işin içinde samimi insanların olduğunu söyleyebiliriz. Ne var
ki, takip ettikleri yol-yöntem doğru değildi. Bir şey hedeflenmişti, bir yere
ulaşılmak isteniyordu; belki yeniden bir Kanuni veya bir Fatih dönemi tahayyül
ediliyordu, ancak alkışlanmaya layık böyle mukaddes bir mefkûre yanlış yollarla
elde edilemezdi. Zira Batı’nın terbiye sistemi, sosyolojik kuralları ve
pedagojik anlayışıyla, bize ait hedeflenen o düşünce ve projeler hayata
geçirilemezdi. İşte Tanzimat ricali bu noktada yanılıyordu. Çünkü gaye, mefkûre
ve ufkun hakkaniyeti ölçüsünde, ona götürecek yolların da doğru olması iktiza
eder. Eğer sizin hedefiniz emniyetli ve sağlıklı bir şekilde İstanbul’a
ulaşmaksa, oraya patikalardan değil ancak otobanlar üzerinden ulaşabilirsiniz.
Yol olarak patikayı tutarsanız, o yollar sarpa sarıp önünüze sıra dağlar
çıkabilir; çıkabilir ve siz hedefinize ulaşamadan takılıp yollarda
kalabilirsiniz.


Bu arada şunu da ifade etmeliyim ki, aslında bizde çözülme Tanzimat’tan çok
daha erken bir dönemde başlamıştı. Tanzimat, işin artık dışa vurduğu dönemin
adıdır. Meseleyi sadece Mustafa Reşit’e bağlamak, on dokuzuncu asrın ilk
yıllarıyla irtibatlandırmak yanlıştır. Belki o mesele, Yeniçeri’nin
başkaldırdığı, saray baskınlarının, o baskınlarla hükümdar indirip hünkâr
çıkarma gayretlerinin olduğu dönemlere; Genç Osman ve 4. Murad dönemlerine kadar
uzanır. Ta o zamandan itibaren fitne, ihtilaf ve iftiraklar bizi içten içe
kemiriyor ve karbonlaştırıyordu. Bu sebeple denilebilir ki, Tanzimat Fermanı’nın
ilan edildiği yıllarda, bizim zaten kendimize ait devlet ve idare felsefemiz,
adalet ve hakkaniyet telakkimiz yerle bir olmuştu. Merhum Mehmet Âkif’in şu
enfes ifadeleri sanki o dönemi tasvir etmektedir:

“Harap iller;
serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler;
paslı vicdanlar;
Emek mahrumu günler fikr-i ferda bilmez
akşamlar,
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok,
ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”


Sonraki yıllarda ise yara daha bir derinleşti, acılar daha bir arttı. Temel
değerlerimiz bütünüyle -Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle- künde künde üstüne
devrildi. Bu arada yuva da yıkıldı; yuvadaki eşler arasında sağlam temeller
üzerine kurulu hayat felsefemiz de, anne-baba evlat arasındaki sıcak ve samimi
münasebet anlayışımız da.


Ne var ki, bu acı ve hazin tablo karşısında ümitsizliğe düşmek yerine, her
birimiz, aile müessesinin yeniden ihyası adına elimizden gelen gayreti ortaya
koymamız gerekir. Fakat şu husus da unutulmamalı ki, aile bütün bir toplumla
irtibat hâlinde olduğundan, onun tam mânâsıyla ıslah ve ihyası toplumun bütün
müesseseleriyle ıslah ve ihyasına bağlıdır. Mesela siz belli bir dönem kendi
evinizde melekleri imrendirecek bir huzur atmosferi yakalayabilirsiniz. Fakat
eğer sokak, o mânâ ve ruhu vermiyorsa sizin evde belli bir düzene koyduğunuz,
çözüme kavuşturduğunuz meseleleri sokak alır ve yeniden kendine benzetir. Aynı
şekilde mâbed o mevzuda yuvaya destek olmuyor, mektep onun yanında değilse,
sizin evde kazandırdığınız iyi ve güzel hasletler yeniden berhava olup gider. Bu
sebeple hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, aile müessesesinin ihyası bütün bir
toplumun ihyasıyla irtibatlıdır.


Ciddi Duruşla Birlikte İnkılâpçı Ruh


Asıl konumuza dönecek olursak, her şey künde künde üstüne yıkılıp gittikten
sonra zannediyorum yeniden kendi değerlerimize dönme zamanı gelmiştir. Bu
noktada dikkat edilmesi gereken husus, kendi değerlerimize sahip çıkma mevzuunda
ciddilerden daha ciddi bir duruş ortaya koymak olmalıdır. Bunun ismi ne ricat,
ne irtica, ne de gericiliktir. Zira biz kendi değerlerimize sahip çıkmanın
yanında dünyayı içinde bulunduğumuz zamana göre doğru okumamız, bu mevzuda
inkılâpçı bir ruha sahip olmamız gerektiğine de inanıyoruz. Aslında mü’min için
bu durum, bir mânâda bir ikilem ve altından zor kalkılır bir çelişkidir; ama o,
bunu mutlaka gerçekleştirme azminde olmalıdır. Yani bir taraftan kendi
değerlerini dünyalara feda etmeyecek kadar onlara sahip çıkacak, “bin canım olsa
o değerlere feda olsun” diyecek; fakat diğer taraftan da, en büyük bir müfessir
olan zamanın tefsirini, o tefsirin rüzgârını arkasına almada asla ihmalde
bulunmayacak. Yoksa zamanı ve tekvînî emirleri daha iyi yorumlayan insanlar
gelir; gelir ve üzerinizde baskı kurup size hükmetmeye başlar. Ardından siz,
günümüzde olduğu gibi, onların vesayetine girmeye mecbur kalır ve ezilmeye
mahkûm olursunuz. İşte bu yönüyle her birimiz sürekli inkılâpçı ve doyma
bilmeyen bir mârifet eri olmaya çalışmalıyız. Düşüncede, tefekkürde,
araştırmada, zamanı doğru okumada durağanlık bizi esir hâle getireceği için eşya
ve hâdiseleri, pamuk veya yün atıyor gibi sürekli hallaç etmeliyiz.


Bir dönem, bir mesele hakkında siz en mükemmeli yakalamış olabilirsiniz.
Nedir o en mükemmel olan? Mesela Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’yı çok iyi okuyarak
bir mesele hakkında ortaya koyduğunuz en isabetli içtihad ve istinbat. Fakat bir
yönüyle ona bile bağlanıp kalmakla yetinmemeli ve içinde bulunduğunuz zaman ve
şartlara göre onu bir kez daha okumalı, en isabetli olanın, o olup olmadığını
yeniden gözden geçirmelisiniz. Yanlış anlaşılmasın, bunun mânâsı, -hâşâ- zamana
göre ibadet ü taatte reform ve değişikliğe gitme demek değildir. Bilakis
kastımız, tekvînî emirlerin doğru okunması, hayat-ı içtimaiye ve terbiyeye o
zaviyeden bakılması ve başkalarına vereceğimiz şeyleri vermenin yanında,
kalibreden geçirmek suretiyle, temel değerlerimize aykırı olmadığı sürece
başkalarından da alacaklarımızı almaktır. Bütün bunlar bizim, içinde
bulunduğumuz zamanın çocuğu olmamızın bir gereğidir.


Bu sebeple biz bu bakış açısıyla bir kez daha kendi değerlerimize yönelmeli
ve onları yeniden gözden geçirdikten sonra efkâr-ı âmmeye arz etmeliyiz. İşte o
zaman Allah’ın izniyle maarif, mâbed, aile yabancılaşmaktan kurtulacak; kurtulup
yeniden kendi değerleri üzerine ruhunun abidesini ikame edebilecektir. Tabiî,
bütün bunlar öyle bir anda, bir hamle ve bir nefhada olacak işler değildir.
Bakın, sohbetlerinde ve huzurunda derin bir insibağ bulunan ve aynı zamanda
çevresinde o insibağı hakkıyla temsil eden mükemmel bir cemaate sahip olan
Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bile her şeyin yerli yerine
oturması ve yeniden İbrahimî ahlakın inkişaf etmesi adına yirmi üç sene ölesiye
bir gayret göstermiştir.


Bu Ne Hakperestliktir Allah Aşkına!


Şimdi isterseniz kıyamete kadar gelecek bütün problemlerin çözüm yolunu
gösteren o Ferid-i Kevn u Zaman’ın hayatından ailevî problemlerin çözümü adına
birkaç kesit sunalım: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)
aile fertlerini arızasız ve kusursuz bir şekilde idare etmesi fetanet-i uzma
sahibi oluşunun bir tezahürüdür. Eğer Allah Resûlü’nün (aleyhisselatü vesselâm)
peygamberliğine delalet eden; parmaklarından su akması, bir parmak işaretiyle
kamerin iki parçaya ayrılması, bir oğlakla üç yüz insanı doyurması vb. herhangi
bir mucizesi olmasaydı bir dönem aynı anda dokuz tane mübarek anamızı kavgasız,
gürültüsüz idare etmesi, bir arada tutması peygamberliğine delil olarak yeterdi.
Ayrıca ezvac-ı tahirat, cahiliyeden yeni çıkmış kadınlardı. Üzerlerinde hâlâ o
döneme ait bazı hususiyetler taşıyan o mübarek validelerimiz, saadet hanesine
girince birdenbire değişiyorlardı. Beşeriyetten çıkıp âdeta melekleşiyorlardı.
İnsan olmaları itibarıyla elbette ki onların da kendilerine göre bir kısım
hissiyatları vardı; fakat onlar o Kudsi Cazibe etrafında hissiyatlarını aşmış ve
bir huzur atmosferi oluşturmuşlardır. Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü
vesselâm) ciddi herhangi bir problem çıkmasına fırsat vermeden onları idare
etmişti. Evet, tekrar edecek olursak, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in hiçbir mucizesi
olmasaydı, nikâhı altındaki dokuz zevcesini bir arada idare etmesi bir mucize-i
kâmile, bir delil-i vazıh ve bir burhan-ı sâtı’ olarak O’nun peygamberliğine
yeterdi. O’na da, O’nun ezvac-ı tahiratına da canlarımız feda olsun. Onların her
biri bizim başımızın tacıdır.


Şimdi Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) bunu
nasıl başardığı, nasıl bir yol izlediği önemle üzerinde durulması gereken mühim
bir meseledir. En başta ifade edilmesi gerekir ki, O, mübarek eşleri arasında
her zaman hakkaniyeti gözetti ve adaleti temsil etti. Öyle ki Âişe Validemiz’in
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, bir ay, bir ay daha, bir ay daha geçiyordu
da hücre-i saadetlerinde ocak yanmıyordu. (Buhârî, rikâk 17; Müslim, zühd
20-36). Bu çok zor bir meseledir. Çünkü O, peygamberlik misyonunun bir gereği
olarak, hayatını fakr u zaruret içinde geçiriyor ve insanların zihninde
peygamberlik misyonuna ait en küçük bir lekenin bulaşmasına fırsat vermiyordu.
Evet, O,

فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى
اللّٰهِ

“Ben sizden ücret beklemiyorum ki! Benim mükâfâtım ancak Allah
nezdindedir.”
(Yûnus sûresi, 10/72) hakikatine sımsıkı bağlı
yaşıyordu.

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ
مُهْتَدُونَ

“Kendileri hidayette olan ve sizden, yaptıkları tebliğ
karşılığında ücret ve mükâfat istemeyenlere tâbi olun!”
(Yâsîn sûresi,
36/21) hakikatinin canlı timsaliydi. Ruhunun ufkuna yürüdüğü dönemde, zırhının
bir Yahudi nezdinde rehin olarak bulunduğunu hepiniz bilirsiniz. Ailesinin
maişetini temin etmek üzere para bulamamıştı da, alacağı borç para karşılığında
zırhını bir Yahudi’ye rehin olarak vermişti. Kendisi sert, kuru bir zeminde
yatıyordu. Hatta i’la hâdisesi münasebetiyle O’nun yanına giren bir sahabi
gördüğü manzarayı anlatırken, cumbasında bir hasır üzerinde yattığını ve o
hasırın da yüzünde iz bıraktığını bize haber veriyor. Şimdi O, hayatını bu kadar
bir sadelik içinde götürünce, mübarek eşleri de dahil olmak üzere insanların bu
mevzuda O’na bir şey demeleri mümkün değildi. İşte o hanenin içinde böylesine
bir adalet ve hakkaniyet vardı ki, kimsenin ona itiraz etmeye hakkı
olamazdı.


Diğer taraftan ailesinin hukukunu görüp gözetmede de kılı kırk yararcasına
bir hassasiyete sahipti. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ibadet ve ubûdiyete
karşı nasıl bir iştiyak içinde olduğunu biliyoruz. Meselâ bir hadis-i
şeriflerinde O:

حُبِّبَ إِلَيَّ مِنَ الدُّنْيَا اَلنِّسَاءُ، وَالطِّيبُ،
وَجُعِلَ قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ

“Bana (üç şey) sevdirildi: Kadın,
güzel koku; namaz ise benim gerçek göz aydınlığım.”
(Nesâî, işretü’n-nisâ
1) buyururken, başka bir yerde ise şöyle der:

إِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ
اللَّيْلِ

“Benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.” (Taberânî,
el-Mu’cemü’l-kebîr, 12/84) Bunun mânâsı şu demektir: Sizin yeme, içme ve daha
başka cismanî arzularınızı tatminde aradığınız lezzeti ben ibadetten alıyorum.
İşte durum böyle olmasına rağmen Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem), gece ibadeti için yatağından ayrılırken, Hz. Âişe’den müsaade
istediğini görüyoruz. Evet, O, gece ibadeti için dahi yatağından ayrılırken;
“Yâ Âişe! Müsaade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim.”
buyuruyordu. Bunun üzerine Hz. Âişe Validemiz: “Seninle olmayı severim,
fakat senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim.”
cevabını veriyor.
(İbn Hibbân, Sahih, 2/386) Bu ne hakperestliktir Allah aşkına! Çünkü o esnada,
mübarek zevcelerinin hakkı söz konusu; o vakit orada onunla beraber bulunması
gerekiyor. Ancak diğer taraftan da Rabbine ibadet etme adına öylesine derin bir
aşk u iştiyakı var. Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem) eşinden müsaade istemek suretiyle bu çelişkiyi aşıyor.


İncelik, Zarafet ve Vefa


İşte eşler arasındaki münasebet adına böyle bir incelik, zarafet ve nezaket
çok önemlidir. Hanımefendiye karşı bu ölçüde bir bağlılık izhar etme meselesi…
Aslında bizim toplumumuz böyleydi. Müsaade ederseniz dar çerçevede ailem içinde
gördüğüm bazı şeyleri anlatmak istiyorum. Onlar belli ölçüde bozulmuş, dejenere
olmuş bir toplumun kalıntısı olmasına rağmen, Osmanlı’dan bulaşan şeyleri hâlâ
yaşayan bir aileydi. Rahmetlik dedem öyle sert bir adamdı ki, evden çıkıp camiye
giderken geçtiği sokakta toparlanmadık adam kalmazdı. Şamil Ağa geliyor diye
ağızları yüreklerine gelirdi. Munise ninem ise tamamen farklı fıtratta bir
insandı. Bir kere yanında Allah dediğinizde yirmi dört saat ağlayan, yumuşak
kalbli bir kadındı. Ben on bir, on iki yaşına girene kadar onlar hayattaydı.
İşte o sert ve heybetli adamın bir gün bile eşine kaşlarını çatıp baktığına
şahit olmadım.


O yumuşak kalbli, gözü yaşlı ağlayan kadın, ahir ömründe mefluç bir hâlde
yatağa düşmüştü. Annem her gün başında ona teyemmüm aldırıp namaz kıldırırdı.
Annem demişti ki: “Vefatından önceki son cuma gecesi, benden abdest aldırmamı
istedi. Ben de aldırdım. Ondan sonra da bir kahkaha attı ve şöyle dedi:
‘Dünyadan murad almamışız. İkimizin cenazesi de bu gece evde kalacak.’ Aslında
Şamil dedenin hiçbir şeyi yoktu. Buna rağmen ninen vefat edip bir tüy gibi
yastığa düştüğü esnada, ben onun gözlerini kapatırken, öbür odadan da dedenin
feryadı koptu ve o da vefat etti.” İşte onların aralarında böyle bir bağlılık
söz konusuydu.


Rahmetlik pederim 1974’te vefat etmişti. Ben o zaman otuz beş, otuz altı
yaşındaydım. Rahmetlik pederimin de, hayatım boyunca sadece bir kere anneme
kaşlarını çattığını hatırlıyorum. Ancak o esnada büyük annem hemen araya girdi
ve “Ramiz! Eğer ona bir şey yaparsan sana sütümü, emeğimi haram
ederim.”
dedi. İşte, bozulmuş Osmanlı’dan kalma aile yapımız hâlâ böyleydi.


Bir başka misal de büyük amcamdan vermek istiyorum. Eşiyle nasıl bir
hayatları vardı, çok bilemiyorum. Ancak eşi vefat ettikten sonra her hafta
Erzurum’dan arabaya binip köye onun mezarını ziyarete gelir, mezarın başında da
yarım saat ağlardı. Sonra tekrar arabaya binip Erzurum’a geri dönerdi. Hatta bir
gün ablam bana gelip: “Şu amcana bir nasihat etsen. Ölmüş bir insanın arkasından
bu kadar ağlaması doğru mu?” diye ricada bulunmuştu. Benim dar dairede bildiğim
belki bütün aileler böyleydi. Evet, bizim, bozulmuş, şöyle böyle deformasyona
maruz kalmış aile yapımız bile böyleydi.


Benim derdim burada, ne Şamil Ağa’yı ne Munise Hanımı, ne de bir başkasını
anlatmak değil. Bu misallerle bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Vefaya vefa
ile cevap verilir. Siz o ölçüde vefalı olmazsanız size de vefalı davranmazlar.
İşte toplumumuzda meydana gelen onca darbeden sonra hâlâ eşler arasında o kadar
vefanın olması bana çok önemli geliyor.


Hâsılı, siz karşı tarafa emniyet ve güven telkin etmeli ve inandırmalısınız
ki, o da size inansın. Vefalı davranmalısınız ki, vefalı davransın. Onu görüp
gözetmelisiniz ki, o da sizi görüp gözetsin. Bu durum molekül yapımız
diyebileceğimiz aile hayatında bu çerçevede olduğu gibi, köy, kent ve devlet
çapında da aynı şekildedir. Vefaya vefa ile, teveccühe teveccühle, nazara
nazarla, sadakate de sadakatle mukabele olur. Aslında Efendimiz’in (sallallâhu
aleyhi ve sellem) yaptığı da buydu. O (aleyhissalâtü vesselam) Veda Hutbesi’nde
“Onlar sizin nezdinizde size emanet, siz de onlara emanetsiniz.”
buyurmuştu. Meseleye O’nun tavsiyeleri zaviyesinden bakarsanız, günümüzde kadın
haklarını savunanların gerilerin gerilerin gerisinde kaldığını görürsünüz.
Allah’ın binlerce salât u selâmı O’nun üzerine olsun. O’na dosdoğru inanan, O’nu
dosdoğru kabullenip arkasından yürüyenlerden de Allah ebediyen razı
olsun!