Kendi Kaynaklarımızdan Azamî Derecede İstifade

Kendi Kaynaklarımızdan Azamî Derecede İstifade
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hakiki Kur’an talebesinin iç kaynaklardan doğrudan doğruya, dış kaynaklardan ise süzerek istifade etmesi gerektiği belirtiliyor. İç kaynaklardan azamî derecede istifade adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: İnsanları temel kaynaklara yönlendirmeden önce, onlarda merak duygusu ve öğrenme aşkı uyarılması gerekir. Bir başka ifadeyle, toplum vicdanında evvela hakikat aşkı ve o hakikate ulaşmak için de ilim ve araştırma iştiyakı tetiklenmelidir. Öyle ki insanlar, dur-durak demeden, yorgunluk nedir bilmeden eşya ve hadiseleri didik didik etmeye ve hakikat-i eşyayı öğrenmeye teşne bulunmalıdır. Böyle bir aşk u heyecan uyarıldığı takdirde, bizi biz yapan temel kaynakları öğrenme arzusu da gönüllerde oluşmaya başlayacaktır. Evet, sineler delice bir öğrenme heyecanına tutulduğunda, işte o zaman insanımız da ciddi bir arzu ve iştiyakla kendi kaynaklarımıza yönelecek; yönelip onlardan kana kana içmek isteyecektir.

Durgun Suyu Hiçbir Yere Yönlendiremezsiniz

Başka bir mevzuyla alakalı ortaya konan bir yaklaşımı, misal olması açısından burada da ifade etmek istiyorum: Kendi düşüncesini ihya veya kendi düşünce çizgisinde bir dirilişi temin etme adına insanlarda öncelikle cinnet derecesinde bir heyecan olmalıdır. İnsanı yerinde durdurmayan, onu deli-divane gibi sağa-sola salacak bir heyecan! Eğer böyle bir heyecan yok ise insanları ülfetten, ünsiyetten, yol yorgunluğundan kurtarıp bir yere tevcih etmek oldukça zordur. Heyecanla dopdolu bir insanın durumuna gelince, bazı aşırılıkları olsa bile bu insanı, saygı duyduğu dininin disiplinleriyle tadil etmek daha kolaydır. Mesela ona “Sen pür heyecansın. Ancak böyle bir heyecan inşadan daha çok yıkmayı netice verir. Bu ise, gönülden bağlı bulunduğun değerlere, dininin esaslarına göre doğru değildir. İyisi mi gel, böyle bir heyecanı biz müspet yolda kullanalım. Gerekirse onu, birkaç yüz sene beklemenin tohumu ve bu yolda sabitkadem olmanın temel sâiki yapalım. Asırlar sürse de öz beynimizi burnumuzdan kusarcasına düşünüp taşınalım, güzel projeler ortaya koyalım.” denilerek onun bu heyecanını doğru yerde kullanması sağlanabilir.

İşte aynı husus ilim öğrenme ve kitap okuma için de geçerlidir. Yani ilim, hakikat ve araştırma aşkı uyarılmadan insanları belli kaynaklara yönlendirmek oldukça zor bir meseledir. Siz, böyle bir heyecandan mahrum insanlara belli kaynakların ne kadar tahşidâtını yaparsanız yapın, onlar belki yine de bir ilmihalle iktifa etmeyi yeterli görecektir. Bu açıdan insanımıza öncelikli olarak böyle bir heyecan kazandırılmalı, sonra da bu heyecana bir yol ve yön belirlenmelidir. Zira durgun ve durağan bir suyu herhangi bir yöne sevketmek mümkün değildir.

Önce Muhkemât Bilinmeli

İkinci olarak dikkat edilecek husus, kendi düşünce dünyamız itibarıyla önceliklerimizi belirlemektir. Yani biz öncelikli olarak neleri bellemeli, hangi ölçüleri esas almalı, hangi kıstaslara sâdık kalmalıyız? Başka bir ifadeyle, öğrendiğimiz malumatı kendisiyle test edeceğimiz muhkemâtımız nelerdir ve bunlar hangi kaynaklarda yer alır? Bu soruların cevabı, yani bizim duygu ve düşüncemizi içinde okuyabileceğimiz kültürümüzün temel kaynakları başta Kur’an, Sünnet, icma ve kıyastan oluşan edille-i şer’iyye-i asliyye; sonra da örf, âdet, maslahat, istihsan gibi delillerden oluşan edille-i şer’iyye-i fer’iyyedir. İşte bu kaynakları öğrenmeden, onlardaki muhkemâtı tespit etmeden başka kaynaklara açılmak, çok defa kafa karışıklıklarını da beraberinde getirir. İsterseniz siz, Tanzimat’tan evvel başlayan, meşrutiyet yıllarında devam eden ve daha sonra da sürüp giden kafa karışıklıklarını, metodolojiye sâdık kalamayışımızı, elimize geçen yalan-yanlış her şeyi hemencecik doğru kabul edip peşlerinden sürüklenip gidişimizi ve böylece değişik fantezi ve lükslere takılmamızı bu hususa bağlayabilirsiniz.

Mesela günümüzde insan kaynakları ve kişisel gelişimle ilgili bir hayli malumatın konuşulup durduğu bir gerçektir. Ne var ki, biz insan yetiştirme gibi önemli bir mevzuda, Resul-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) lal u güher beyanlarına müracaat etmiyor ve sadece metafizikten mahrum kişisel gelişim teorilerini okumakla iktifa ediyorsak çok şeyi eksik bırakıyoruz demektir. Zira biz talim ve terbiye gibi temel bir meselede, Rehber-i Ekmel’imizin vaz ettiği esaslar çerçevesinde insanları insan-ı kâmil olmaya sevk edemiyorsak, o zaman sanki -hâşâ ve kellâ- “O’nun getirdiği sistemde bir eksiklik ve noksanlık var, Kur’ân çok şeyi eksik bırakmış ve bin dört yüz yıl boyunca selef-i salihîn de bazı mevzuları hiç anlayamamış” gibi bir anlayışı kabulleniyoruz demektir ki, bu da apaçık bir dalâlettir. O halde, biz, körü körüne niye başkalarının arkasından sürüklenip gidelim ki! Onların yazıp söylediklerinin, kendi terminolojileri ve kendi sistemleri içinde belli bir mantığı olabilir. Fakat biz aynı meseleleri öncelikle kendi değerlerimiz ve kendi temel kaynaklarımız açısından ele almalıyız; almalıyız ki, kendi kendimizle çelişmeyelim, pedagojiye, psikolojiye dair bir şey söylerken iman esaslarımızla tenakuz arz edecek bir çarpıklık ve inhirafın içine düşmeyelim. Evet, eğer başta kıbleyi tayin etmeden yola çıkmışsak, şurada burada şaşkın şaşkın dolaşır durur da bir türlü yolumuzu/yönümüzü bulamayız.

Bu yapılabildiği takdirde, yani bir insan, kendi kaynaklarını okuyup öğrendikten ve onlardaki muhkemâtı özümseyip bir kriter olarak eline aldıktan sonra, istediği kitabı okuyabilir. Ben size, düşüncelerine değersiz nazarıyla baktığım ve hatta hususiyle gençler için çok tehlikeli bulduğum Sartre ve Marcus’u bile okumayın demem. Çünkü bunlardan bile alacağınız bazı güzel şeyler olabilir. Fakat bunları okurken sizin almanız gerekenleri doğru bir şekilde alabilmeniz için mutlaka elde bir kıstasınızın olması gerekir. Evet, öncelikle bir kanaviçeniz olmalı ki, örgüleyeceğiniz şeyleri ona göre örgüleyebilesiniz. Eğer sizin oturmuş bir değer yapınız yoksa bugün şu akım, yarın başka bir akım derken değişik akımlar arkasından sürüklenir gidersiniz de neticede hiçbir şey elde edemezsiniz. Maalesef bizim aydınlarımızın birkaç asırdan beri hal-i pür melali işte budur.

Üçlü Sacayağı

Temel kaynaklarını çok iyi bilen bir insanın diğer kaynaklardan elde ettiği bilgilere gelince, onlar insanı ayrı bir zenginliğe ulaştırır. Mesela hicrî 5. asra, bir yönüyle de 11. ve 12. asra kadar atalarımız dıştan alacakları şeyleri almış, onlardan istifade etmiş ve bu mevzuda ciddi bir problemle de karşılaşmamışlardır. Çünkü onlar aldıkları şeyleri filtreden geçirmiş, revize etmiş ve neyi alıp neyi dışarıda bırakacaklarını çok iyi tespit etmişlerdir. Eğer biz de bugün bunu gerçekleştirebilirsek işte o zaman çok ciddi bir zenginliğe ulaşabiliriz.

Diğer yandan bir hazine değerinde bulunan temel kaynaklarımızdan hakkıyla istifade edebilmek için, hem kalb ve ruh ufkunda seyahat edebilecek, o ufka dair bilmesi gerekli olan şeyleri bilecek vicdan enginliğine; hem de kâinat kitabının mânâlarına açık duran, onlardan istifade eden ve onları yorumlayabilen bir bakış açısına ihtiyacımız vardır. Fakat günümüzde böyle bir ufka sahip kaç insan gösterebiliriz bilemiyorum. Çünkü insan yetiştirirken onun maddî-manevî, kalbî-ruhî, aklî-fikrî… her yönünü ele alıp bütününe hitap eden müesseselerden bir hayli zamandır mahrum bulunuyoruz. Evet, belli bir dönemde, nice büyük zatları yetiştiren ilim ve irfan yuvası medreselerimiz -istifade edilecek bazı yönleri bulunsa da- ne yazık ki, veludiyetini kaybetmişti. Eskinin tekrarını yapıp duruyordu. Çağını yaşamadığı için toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan da uzaklaşmıştı. İslamî bünyede gelişen tekke ve zaviye de aynı şekilde veludiyetini yitirmişti. Usulüddinin ilke ve prensipleriyle fıkıh metodolojisi esas alınmadığı için din, hislere, duyuşlara, sezişlere ve şahsî bir kısım mevahib-i ilahiyeye göre yorumlanıyor, bir kısım sübjektif mülahazalara bina ediliyor ve böylece o, mistisizm çerçevesinde bir kalıp içine sokuluyordu. Durum böyle olunca beri tarafta ona karşı oluşan tepki hareketleri de meseleyi tamamen natüralizm ve materyalizme götürüyordu. Dolayısıyla iç içe bulunması ve birbirinin destekçisi olması gereken bu iki kurum arasında çok ciddi bir ayrışma baş göstermişti. Hatta bazıları Batı’yı taklit ederek hiç farkına varmaksızın meseleyi din ve ilim alanını birbirinden tamamen ayırmaya kadar götürmüşlerdi. Neticede olan yine bize oldu. Dünyaya kapandığımız, İslam’ın ruh ve kalb hayatıyla ilim hayatını birbirinden ayırdığımız ve zaman gibi önemli bir müfessirin tevil ve tefsirini arkamıza almadığımız için kendimizi belli bir darlığa hapsettik ve neticede din parçalanıp tanınmaz bir hale geldi. Bu itibarla denilebilir ki, mektep medreseyle, medrese tekke ve zaviye ile bunların bütünü de kışla terbiye ve disipliniyle birleşip bir sacayağı oluşturmadan bizim yeniden kendimiz olmamız, kendimiz gibi düşünmemiz ve meseleleri kendimiz gibi tahlil etmemiz mümkün değildir.

Burada son bir hususa daha değinmek istiyorum. Eğer bizde ciddi bir hakikat ve ilim aşkı olur ve bu da temsile aksederse zannediyorum biz gönüllere sunacağımız mesajı hakiki çerçevede sunmuş oluruz. Zira en müessir, en kalıcı ve en tutarlı ders insanın tavır ve davranışlarıdır. Evet, gönüllere bir gerçeği duyurmanın en önemli dinamiği, inanılan ve arkasından koşulan hakikatlerin yaşanan bir örnek halinde canlı olarak ortaya konulmasıdır. Kitapların ve beyanın esas vazifesi, temsilde muğlâk ve kapalı kalan noktaları gidermek olmalıdır. Ne var ki biz, sanki onlar her şeyi ifade edecekmiş gibi sadece kitap ve beyanla yetiniyoruz. Hâlbuki kitapların en mukaddesi olan Kur’ân-ı Kerim, üç asırdan beri kadife kılıflar içinde evlerimizin en mutena köşelerinde bulunmasına rağmen, kendini ifade edememe ve bize bir yol gösterememe ızdırabı içindedir. Eğer Kur’ân-ı Hakîm, ihtiva ettiği mânâ ve muhtevasıyla yaşanmaya başlanır ve hayata hayat yapılırsa işte o zaman o, kitaplar kitabı olur. Evet, işte o zaman, siz onda mavera-i tabiatın ses ve soluğunu dinlemeye başlayabilir, meleklerin ses ve soluğunu duyabilirsiniz. Hatta biraz daha azmetseniz onu Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) fem-i güher-i nebevisinden dökülüyor gibi dinleyebilirsiniz. Ama yaşanmayan ve dili bilinmeyen bir kitap, yüceler yücesi bir kitap da olsa, size çok fazla bir şey anlatmayacaktır. Bu itibarla dil-dudak, söz-beyan, kalem-kelam her zaman kalble irtibatlı ve kalbin emrinde olmalıdır.