Keşke Toprak Olsaydım!..

Keşke Toprak Olsaydım!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Bedîuzzaman Hazretleri ikindi vakti
için “o vakit hem güz mevsim-i hazînânesini ve ihtiyarlık
hâlet-i mahzunânesini ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini
andırır ve hatırlattırır… hem o koca güneşin ufûle
meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve
herşey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır.”
der. İşte, sonbaharı, ihtiyarlığı, ölümü ve topyekün
kainatın ölümü olan kıyameti hatırlatan bu vakitte
biz namazdan sonra Nebe Sûresini okuruz.

Bu sûre, adını ikinci ayetinde geçen ve “Mühim
Haber
” manasına gelen “En-Nebe’ul-Azîm”den
almıştır. Ayette mealen, “Onlar birbirine neyi sorup
duruyorlar? Hakkında ihtilafa düştükleri o “mühim
haberi” mi?” denmektedir. Bu haberden maksad, ölümden
sonra diriliş ve âhiret hayatıdır. İnsanların merak
ettiği, sorup durduğu başları döndürecek, insanın
aklını başından alacak hadise öyle müthiştir ki,
iman kalbine oturmamış kimseler bu hadise neticesinde
cehennem azabının dehşetini görüp tadınca şaşıracak,
dengesini yitirecek ve bu azab şoku karşısında toprak
olmak isteyecektir.

İnsana dünyada bir şans tanınmış; o, bir turnikeye
bir kere itilmiş, yayına ok konmuş ve ona “Ancak
bir ok atma hakkın var; hedefe isabet ettirirsen
kurtulacaksın, yoksa mahvolacaksın..” denmiştir.
İşte o gün pek çokları hedefi yakalayamamışlığın
ve “mahvolacaksın” kaziyesine mahkum olmuşluğun
perişaniyet ve dehşeti içinde “Yâ leytenî küntü
türâbâ – Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım!” diyecek;
ayaklar altında, rüzgarla sağa-sola savrulan toz-toprak
olmayı temenni edecektir.

Toprak, muhteva ve zenginliğine rağmen, hep tevâzu
ve mahviyetin remzi olmuştur. Kalbi iman nuruyla
aydınlatabilmek ve gönlü gül bahçesine çevirmek
için toprak gibi olmak gerektiği; zira topraktan
başkasının gül bitiremeyeceği hep söylenegelmiştir.
Bundan dolayı bazı müfessirler “keşke toprak olsaydım!..”
temennisini “Keşke dünyada gurur ve kibirden uzak
yaşasaydım; alçakgönüllü olup Allah’a iman ve itaat
etseydim.” manasında mecâzî olarak anlamışlardır.

Fakat ayette geçen “toprak” kelimesini hakikî manasında
kullanılmış olarak kabul edenler daha çoktur. Şöyle
ki; ahirette hayvanlar, nev’ halinde toprak olacaklarından
dolayı dünyada insan olmanın hakkını veremeyenler,
mesuliyetinin gereğini yerine getiremeyenler de
o gün hayvanlar gibi toprak olmak isteyeceklerdir.
Bir hadis-i şerife göre, Yüce Allah, o gün hayvanları
da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp
ödeştirecek ve sonra onlara, "toprak olun"
buyuracak, hepsi toprak olacaktır. İşte bunu gören
kafirler de onlar gibi toprak olmayı isteyecektir.

İnsanî mevhibelerle donatılmış olarak dünyaya gelen,
fakat insanca tavır ve davranışları yakalayamayanlar
orada tabiatlarını seslendirecekler. Zaten bir tabiat
deformasyonuna maruz kaldıklarından dolayı, tekrar
“keşke hayvan olsaydım” demeyecekler de, belağatta
“mâ yeûlü ileyh” şeklinde ifade edilen “doğrudan
neticeyi söyleme” üslûbuyla hayvan olmanın hasıl
edeceği sonucu, yani toprak olmayı isteyecekler.
Bu açıdan, onların bu temennisini dünya hayatı itibarıyla
hayvan ya da toprak olmayı arzulama değil de, dünyadaki
sû-i istimalleri sebebiyle maruz kaldıkları cezadan
kurtulma ve hiç olmazsa hayvanlara tatbik edilen
muameleyi isteme şeklinde anlamak gerekir.

Ah zavallı insanlar!.. gözleri var ama görmüyorlar..
kulakları var ama işitmiyorlar.. sinelerinde “kalb”
adını verdikleri bir et parçası taşıyor ama onu
işletmiyor, hissetmeleri lazım geleni hissetmiyor,
duymaları gerekeni duymuyorlar. Yani, donanım olarak
insana verilen her şey kendilerine verilmiş; fakat
onlar, o potansiyel gücü pratiğe dökememiş, kullanamamış,
inkişaf ettirememişler. Sanki insanca donanımları
yok gibi. Mâ kâne (hal) itibarıyle yok, mâ yekûn
(gelecek) itibarıyla da acı bir temenni var: keşke
toprak olsaydım…

Maalesef, çokları bu müthiş haberi duymamış gibi
yaşıyor; istikbalde onları bekleyen ve karşılaşmaları
muhakkak olan o korkunç güne karşı kayıtsız ve kaygısız
bir hal sergiliyorlar. Bazen hayret ediyorum; öyle
büyük hadiseler silsilesine karşı böyle lâkayd kalınır
mı? Bir insan -eğer ahirete inanıyorsa- kalbi durmalı,
en azından biricik okunu hedefine isabet ettirememe
endişesiyle ürpermeli ve kontrollü bir hayat yaşamalı
değil mi?..

Milletimizin İhyâsı

Daha on-onbeş yaşımdayken, babam iki şeyin hayranlığını
ruhuma işledi; biri Sahabe Efendilerimiz; diğeri
de, Osmanlı. “Yıldırım, Yavuz…” dediği zaman babamın
gözleri dolar, bakışları buğu buğu olurdu. O günden
bu güne, hiç hazmedemedim bu milleti ayaklar altına
düşürenleri.. hiç hazmedemedim milletimizin büzüşüp,
sıkışıp küçük, muhtaç, başkalarının eline bakan
bir topluluk haline gelmesini. Koskocaman, cihanlara
sığmayan bir millet nasıl oldu da, böyle iki gölün
arasına sıkıştı kaldı? Nasıl bu halle övünüyor insanlar?..
Küçüklüğü nasıl öyle allı-pullu gösteriyorlar? Hiç
hazmedemedim…

Evet, insanımızın dilenci durumuna düşmesi ve başkasının
kapısında el açması; malî, içtimaî ve ahlakî bir
buhran yaşaması sinemde girdaplar meydana getiriyor.
Ama ne yapabilirim ki, çaresizlikten dolayı iki
büklüm, sabretmeye çalışıyorum. Fakat diğer taraftan
da, gönüllerde üzüntü girdapları meydana getiren
bütün hadiselerin milleti ihya etme istikametinde
bizde metafizik gerilim hasıl etmesi gerektiğine
inanıyorum. Yeis, atalet, bezginlik ve sürekli şikayet
değil, ümit, sa’y ve Allah’ın inayetine sarılmak
lazım geldiğine inanıyorum.

Üstad Hazretleri bir reçete veriyor: “Din hayatın
hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı dinle olur
şu milletin ihyâsı.
” diyor. Demek ki bizim dirilişimiz
dine bağlılık içinde gerçekleşebilir. Diriliş destanları
yazmakla değil, doğrudan doğruya halkın içinde olmak,
onun nabzını tutmak, tıpkı bir çocuğu hayata taşıma,
götürme, yükseltme gibi elinden tutup onun ayaklarıyla
yürümek, yolun her dönemecine ait adab u erkanı
öğretmek.. ve yine aktif bir sabırla büyümesini
beklemekle gerçekleşebilir.

Daha sözlerime başlarken şu hususu hatırlatmak
isterim. Nazarlarını ahirete çevirmiş, hizmet diyarı
olan bu dünyadan terhisini alıp sevgililer diyarına
gitmeyi bekleyen bir insan olarak bütün samimiyetimle
söylüyorum ki; insanımızın dirilmesi ve milletimizin
ihyası derken, bazılarının müslümanlara yakıştırdığı
“dine dayalı devlet kurma arzusu”, parti ve hizipçilik
gibi milleti birbirine düşüren bütün unsurlardan
uzak, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî garazlardan sıyrılmış
bir duyguyu ifade etmeye çalışıyor ve bu necip milletin
layık olduğu konuma yükselmesini kastediyorum..
milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep
ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu,
makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi
his ve duyguları atıp, manevi hayatın özü ve hakikati
olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergamlık, rûhânîlik,
rabbânilik ruhu ve hak duygusuyla bir kere daha
fert fert fazilet abideleri haline gelmemizi kastediyorum..

İfade etmek istiyorum ki, millet hayatına dair
yaptığımız planlar, ne kadar yararlı da olsa, bu
uğurda millî ruh katiyen fedâ edilmemeli; aksine,
millet modernize edildikçe o daha da hassasiyetle
korunmalıdır.. tâ beşikten başlayarak; anneler,
yavrularına, millî rûhu terennüm eden ninniler söylemeli;
nineler masallarını ve masal kahramanlarını şanlı
geçmişimizin destanlarında aramalı; irfan yuvalarımız
her vesileyle, şu muhteşem fakat tâlihsiz, şevketli
fakat gadre uğramış milletimizin alabildiğine parlak
ve fevvâreler gibi bulutlar arasında kendine yer
aradığı dönemleri en heyecanlandırıcı üslûplarla
dile getirmeli; edebiyatımız millî ruh ve millî
düşünceyi işlemeli.. vaizler kürsülerde, hatipler
minberlerde, konferansçılar geniş halk kitleleri
karşısında bu millet gibi düşünmeli, bu millet gibi
heyecanlanmalı, bu millet gibi konuşmalı, bu millet
gibi sevinmeli ve bu millet gibi tasalanmalıdırlar..
tasalanmalıdırlar ki, bir zamanlar tabiî bilimlerden
dinî ilimlere, tasavvuftan mantığa, şehircilikten
estetiğe hemen her sahada varlığı didik didik eden
dehâlarla; fıkıh ve hukuk üstatlarıyla; hayatlarını
vicdan endeksli yaşamış, insânî normları aşan istidatlarla;
muhakeme ve fetânet kahramanlarıyla ve sanat dâhileriyle
her zaman çağının çok çok önünde yürümüş bu dünya,
geçici bir aradan sonra yeniden bütün aydınlık ruh
ve dimağlarını harekete geçirerek, bir ikinci veya
üçüncü Rönesansı gerçekleştirsin.

İşte millet olarak bu manada bir diriliş için gayret
göstermek, dinimizin bize yüklediği bir sorumluluk
ve vazifedir.. “Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker
– iyiliği emretmek, kötülükten menetmek” sözleriyle
ifade ettiğimiz bir vazifedir. Lügat itibarıyle,
“herkesçe bilinen, meşhur” manasına gelen maruf
kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği, uygun bulduğu
ve akl-ı selimin de hoş ve güzel gördüğü şey demektir.
Reddedilen ve kabul görmeyen, nahoş, sevimsiz, çirkin,
insan tabiatına yabancı, tabiattaki dengeye muhalif
ve teşriî emirler içerisinde kendisine açık kapı
bulunmayan şeylere de “münker” denir.

“Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” vazifesi
varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur.
Zira, Peygember Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan
Serveri’dir. O’nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir.
Tebliğin özü de, “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker”dir.
Demek ki, bir manada varlık, bu iş için yaratılmıştır.
Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bu iş, işlerin
en önemlisidir ve her
Müslüman’ın yapması gerekli olan bir vazifedir.

Bu büyük vazife pek çok ayet ve hadisle te’yid
edilmiştir. Mesela; “Sizden hayra çağıran, iyiliği
emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun.”
(Âl-i İmran, 3/104) “Siz, insanların iyiliği için
ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği
emreder kötülükten men edersiniz ve Allah’a imanınız
tamdır.” (Âl-i İmran, 3/110) ayetleriyle, “Ya marufu
emredip münkerden nehyedersiniz ya da Allah sizin
başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da
ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize
merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder
de kabul edilmez; istiğfar edersiniz, mağfiret olunmazsınız;
yardım istersiniz de yardım gelmez.” ve “Ademoğlunun
bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir; ancak marufu
emir, münkeri nehiy ve Allah’ı zikir müstesna..”
hadisleri bunlardan sadece birkaçıdır.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’in her ayeti vecizdir; fakat,
İbni Mesud Hazretleri’nin “Hayrı ve şerri bundan
daha câmî (bir arada zikreden) bir ayet yoktur.”
diyerek işaret ettiği, Nahl Sûresi’nin 90. ayeti,
maruf ve münkeri hülasa eden, tek başına mücelletlere
sığmayacak bir muhtevayı haizdir. Bu ayet-i kerimenin
meali şöyledir: “Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı,
muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder;
hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar.
Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”

Bu ayet-i kerimede, umum maslahatları hasıl edecek
üç emir sayıldıktan sonra, negatif planda esas alınan
şeylerden ilk olarak fuhşiyat zikredilmiş. İhtimal,
hem ferdî planda hem de toplum planında bütün münkeratın
başlangıcını fuhşiyat teşkil ettiği için ona öncelik
verilmiş.. insanın hayvani yanlarının öne çıkmasını,
basın-yayın yoluyla, roman, hikaye ve şiir vasıtasıyla
ortaya konan her türlü müstehcenliği ve bohemce
hayatı da ihtiva eden fuhşiyattan sonra marufun
karşılığı olan “münker”; yani, İslam’ın ve selim
aklın gayri meşrû, kötü saydığı şeyler yasaklanmış..
üçüncü olarak da “bağy”; yani, insanın kendine zulmetmesinden,
ana-babasına isyanına, devlete başkaldırıp toplum
huzurunu bozmadan, Allah’ı inkara kadar geniş bir
taalluk sahası olan azgınlık ve taşkınlık nehyedilmiş..
ve böylece, dini hayatın ancak bu şekilde gerçekleşeceği;
bir millet dirilecekse ancak bu esaslarla dirileceği
anlatılmıştır.

Bir başka ayet-i kerimede "Ey iman edenler,
Peygamber sizi, din ve dünyanız itibarıyla dirileceğiniz
şeylere dâvet ettiğinde, Allah ve Rasûlü’nün bu
çağrısına icâbet ediniz!" (Enfâl, 8/24) buyrulmaktadır.
Beşerin gerçek hayata ulaşması, hayatı bütünüyle
duyup tatması için Allah ve Rasulü’nden gelen çağrıya
hemen uyulması emredilmiştir. Bu emir öyle hassas
ve önemlidir ki; bir gün, sahabe efendilerimizden
Said b. Muallâ namaz kılıyorken Allah Rasulü (sallallahu
aleyhi vesellem) onu çağırır. O da namazda olduğu
için bu çağrıya icabet etmez. Rasul-ü Ekrem (sallallahu
aleyhi vesellem) “Seni çağırdım, niye koşup gelmedin?”
buyurunca sahabi efendimiz “Ya Rasulallah, namaz
kılıyordum.” der. Peygamber Efendimiz “Sen Cenâb-ı
Allah’ın ‘İstecîbû lillâhi ve li’r-Rasûli izâ daâküm
– Sizi çağırdığında Allah ve Rasûlü’nün bu çağrısına
hemen icâbet ediniz.’ emrini duymadın mı? Çağrıldığında
namazı dahi kesip peygambere icabet etmelisin.”
der. İşte, marufa sahip çıkmak ve nehye karşı cephe
almak da peygamber çağrısına icabetin ifadesidir
ve hem fert, hem de cemiyet planında çok önemli
bir mesele, farzlar ötesi bir farzdır.

Az önce de hatırlattığım ayette Allah (celle celâlühu),
Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış
en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten
menedersiniz ve Allah’a inanırsınız.
” (Âl-i
İmran, 3/110) buyurmakta ve hayırlı bir toplum olmanın
yolunu göstermektedir. Ayette “Küntüm hayra ümmetin
– Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet
oldunuz.
” denmiş ve bir sonraki cümle mukadder
suale cevap veren bir isti’nafî (başlı başına) cümle
olarak söylenmiştir. İki cümle arasında tam bir
münasebet (irtibat-ı kâmile) olduğu için cümleler
arasına atıf edatı (bağlaç) konulmamış ve hemen
ayetin “iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz
ve Allah’a inanırsınız.
” kısmı getirilmiştir.

Bu ayette kullanılan fiiller de süreklilik ve geniş
zamana delalet eden bir kiple ifade edilmiştir.
Yani, siz hem bugün, hem de yarın kendinizi marufu
emretme ve münkerden nehyetmeye adamışsınız; onun
için hayırlısınız, denilmiş ve bu şekilde hayırlı
olmanın yolu da gösterilmiştir. İlmî keşifler, icadlar,
sosyal ya da ekonomik sahadaki buluşlar.. bunlar
çok önemli olabilir. Fakat hiçbir şey bu vazife
kadar önemli değildir. Eğer onlar da bunun kadar
önemli olsaydı, Allah (celle celâlühu) ilim ve teknolojiyle
alakalı bazı peygamberler görderir; “teknoloji peygamberi,
rönesans peygamberi, ilim peygamberi” filan derdi.
Oysa ki, peygamberlerin vazife-i asliyesi, emr-i
bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l-münker olmuş; onlar, insanları
tabiatlarında mündemiç bulunan duyguların tesirinden
kurtarıp, ilahi tesir alanına yükseltmeye ve kalblerle
Allah arasındaki cismaniyete ait, cismaniyetten
kaynaklanan mania ve engelleri berteraf ederek Allah
ile insan buluşmasını sağlama gibi mukaddes bir
gayeyi gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

Şimdi gelin tekrar kendimize dönelim. Evet, hicran
duyma, içimizde burukluklar yaşama, milletimizin
şu anki muhtaç ve düşkün halini hazmedememe.. bütün
bu mülahazalar bizi, milletimizi doğrultup, onun
ruhunun heykelini yeniden dikerek, onu tekrar özüne
döndürmek için azim ve gayrete sevkediyorsa kıymetlidir.
Kur’an’ın, emredilmesi gereken “maruf” ve kaçınılması
icab eden “münker” olarak anlattığı hususlara riayet
etmek suretiyle evvela asıl profili ikame etmek,
milletimizin ruh heykelini dikmek ve sonra da bu
mukaddes vazife ne kadar zaman, ne kadar cehd ve
ne kadar gayret istiyorsa onu ortaya koymak gereklidir.
İçimizdeki hüzün girdabı bizi bu uğurda müçtehidâne
ve müceddidâne bir gayretle, hatta bazen peygamberâne
bir azimle milletimize hizmete sürüklüyorsa o hüznün
bir kıymeti vardır.

Bir milletin ruhunun heykeli ikame edilirken dikkat
edilmesi gereken en önemli husus, o milletin özü,
tabiatı ve millî karakterinin gözetilmesi ve korunmasıdır.
O diğer bütün milletlerden farklı olabilir; fakat
bu farklılığı, onun herkesle uyum içinde olmasına
mani değildir. Bir ferdin herkesle iyi geçinmesi,
onun kendi olarak kaldığı zaman bir kıymet ifade
eder. Eğer o, kendine ait değerler açısından asimile
olmuş, başkalarına karışıp tamamen onlara benzemişse,
o zaman o şahsın iyiliği ve kötülüğünden, hoşgörü
ve başkasını kabulünden bahsedilemez. Neyi hoş görecek,
neyi olduğu gibi kabul edecek ki? O zaten diğerlerine
iltihak etmiş, erimiştir onlar arasında. İnsan ancak
kendisi olarak kalır, kendine ait hususiyetlerin
hiç birinden taviz vermez ve fakat, herkese de sadrını-sinesini
açabildiği kadar açarsa, yeryüzünde diyaloğa geçemeyeceği
hiç bir fert kalmayacak kadar insanlığa açık yaşarsa,
işte o zaman hoşgörüden ve başkasını kendi konumunda
kabulden bahsedilebilir. Fert için geçerli olan
bu husus millet için de geçerlidir. İşte gerçek
ihya da budur. Ve Üstad, onu bir cümleyle ifade
etmiştir: “Milletin ihyası ancak dinin ihyası
ile olur.

Evet, biz bütün himmet ve gayretimizi, negatif
şeylerden rahatsızlık duyup ona-buna kızma, insanlara
kin besleme ve bağırıp çağırma; böylece azmimizi
ve dolayısıyla kendimizi tüketme istikametinde değil,
problemleri tüketme yönünde kullanmalıyız. Biz,
bir taraftan rahatsızlık duyduğumuz negatif şeylerden,
bir taraftan da ümit emarelerini aldığımız bütün
pozitif mülahazalardan beslenerek, iki kanaldan
azmimize su taşıyarak bütün güç ve gayretimizi toparlayıp
peygamberâne bir kararlılık içinde milleti ihyaya
sarfetmeliyiz.

Bir hesabı olmalı milletimizin her ferdinin. Ülkesini
ve milletini seven her şahıs “Ben şu kadar yatırım
yaparsam, ortaya şu kadar enerji koyarsam, içinde
bulunduğum çağda cereyan eden hadiselerin rüzgarını
şu kadar arkama alırsam, hızımı şu kadar artırırsam,
bu yolu şu kadar bir zamanda katedebilirim..” demeli
ve bulunduğu konumda millî kalkınmanın bir yanını
teşkil etmeli.. Mesela; bir öğretmen, bir öğrenciyi
yetiştirmek, yani potansiyel insanı realite planında
insanlığa yükseltmek için ne kadar zamana ihtiyaç
varsa onu düşünmeli.. sadece öğretim açısından düşünecek
olursanız: ilk ve ortaokul, lise, üniversite ve
günümüzde önemli görülen bir master, doktora eğitimi..
öğretmen bütün bu süreci düşünmeli ve bir hayat
boyu talebesinin önüne çıkacak hadiseleri daha en
baştan hesap ederek onu hazırlamalı.. böylece milletinin
istikbale yürümesinde onun da katkısı olmalı.

Bu meselede çok önemli bir husus da şudur: Milletimizin
ihyası, diğer cankeş milletlerin de o halden sıyrılıp
hayata yürümesi demektir. Türk milletinin dirilişi,
geleceğin dünyasının yeniden şekillenmesi adına
çok önemlidir. Hep arzettiğim bir hususa bağlayarak
ifade edeyim müsaadenizle; Türk milletinin şuuraltı
kredisi çok zengindir. Bu millet, dokuz asır İslam
dünyasının hâmîsi olma gibi bir misyon eda etmiş
ve bütün milletlerin şuuraltında öyle yer almıştır.
Bazıları bunu kıskançlıktan ve hazımsızlıktan dolayı
red ve inkar ediyor olabilir. Bazıları “Niye onlar,
biz değiliz” diyebilirler. Sahabe-i Kiram Efendilerimiz
Arap milleti olarak çok hızlı semere vermişler.
Fakat bildiğiniz gibi o ihtişamlı dönemin hepsi
otuz senedir. Emevi-Abbasi dönemini işin içine kattığınız
zaman bu sürenin tamamı üç asır olur. Ondan sonra
da Türkler devreye giriyor. Bize şeref olarak Efendimiz
ve O’nun mesajına mazhar olmamız da yeter. Fakat
içinden çıktığı millet olarak Araplar, “Biz dünyalara
değer bir kıymete malik, şerefli bir milletiz.”
deseler; bu söz doğrudur. İnsanlığın İftihar Tablosu
onların içinden çıkmıştır. Fakat bu millet de diyebilir
ki, “Evet o bizim Peygamberimiz, canlarımız O’na
feda olsun, fakat Cenab-ı Hak bize de öyle mükemmel
bir millet kökü vermiş ki, o tam dokuz asır Efendisinin
bayrağını en yüksek burçlarda dalgalandırmış, İslam
dünyasının hâmîsi olmuş.. sağdan-soldan, alttan-üstetten,
Çin’den-Maçin’den, Hind’den-Yemen’den gelen saldırılara
karşı dini siyanet etmiş.” İşte bu, bu gün olmuyorsa
bile, gerçekleştiği dönemler itibarıyle şuuraltlarına
inmiş, o milletlerin şuuraltı beslenme dönemlerinde
zihinlerine adeta kazınmıştır ve zaten insaflı olanlar
da bunu kabul ediyorlar.

Evet, bir gün bu millet silkinir, son metamorfozunu
yaşar, kendisi ve özü neyse ona göre şekillenir
ve ona göre inkişaf ederse, göklerde uçmak hakkıysa
şayet.. bir tırtıl gibi ağaçların kabukları üzerinde
gezme yerine kelebek olup uçarsa.. işte o zaman,
başkasına benzemede ve münkerde onu taklit eden
diğer milletler, iyilikte ve marufta da taklit edecek,
bu milletin arkasına düşecektir. Dolayısıyla bu
milletin dirilmesi, sadece bir milletin değil, aynı
zamanda İslam dünyasının dirilmesi ve sonra bütün
dünyanın dengelenmesi olacaktır. Zira, şu anda problem
bir tane değildir. Bu millet bugün hem kendi yetimliğinin
hüznünü, hem İslam dünyasının birbirine düşman olmasının
ve dağınıklığının hasıl ettiği yetimlik hicranını
ve hem de dünyada dengelerin bozuk olması yetimliğinin
hasretini yaşamaktadır. Bütün bu yetimliklerin hepsinden
birden sıyrılmayınca bu millet yetim kalmaya mahkumdur.
Dolayısıyla bu milletin dirilmesi çok önemlidir.

Bazıları “Niçin meseleyi bu millete bağlıyorsun,
bu ırkçılık değil mi?” diye itiraz edebilir. Oysa
Anadolu öyle bir ırka irca edilecek bir milletten
mürekkep değildir. Anadolu insanının kimi Laz, kimi
Gürcü, kimi Kürt’tür. Bazıları Asya’dan gelmiş,
bazıları Mezopotamya’dan, bazıları da Balkanlardan…
ve bu farklı yerlerden gelen insanlar günümüzde
aranılan millet evsafını haiz bir mozaik meydana
getirmiş. Bugün Türkiye birbirine kenetlenmiş insanların
meydana getirdiği şanlı bir millete beşiklik etmektedir.
Ve ben milletimiz derken ırkçılık mülahazalarından
bütün bütün uzak kalarak, Anadolu insanının tamamını
kastediyorum.

Cenâb-ı Allah milletimizin her ferdinin katkıda
bulunacağı böyle bir dirilişe bizleri muvaffak kılsın.
Bu iş, bir takım işidir. Her fert kendi şahsı itibarıyla
başarılı olamayabilir, düşüp dökülebilir. Fakat
biz “Yâ Rabbi! Bizimkini imece usulü kabul buyur.”
deriz. İçimizden biri cesurdur; diğeri zekidir,
aklını iyi kullanıyordur, bir başkasında adanmışlık
ruhu aşkındır; öbürünün görüntü ve temsili iyidir…
Bir araya gelir, elele verir, nefislerimizi katıp
karıştırırız. Nasıl ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi
vesellem) bazen az bir yiyeceği topluyor, mübarek
ellerini onun üzerinde gezdiriyor ve o azıcık yiyecek
yüzleri-binleri doyuracak bir keyfiyet alıyordu.
Birkaç insana ancak yetebilecek kadarlık bir yemekle
binlerce insan doyuyordu. Biz de elimizde neyimiz
varsa onu samimiyetle ortaya koyar, milletçe elele
verir ve ellerin en güzelinin bizim üzerimizde de
gezmesini bekleriz. Cenâb-ı Hak da murad buyurursa
bizim o beraberliğimize bir kutbiyet, bir gavsiyet
ihsan eder. Dolayısıyla, bizim dirilişimiz bir takım
çalışmasına vâbestedir.