Aksiyon İnsanları ve İlim Ehli

Aksiyon İnsanları ve İlim Ehli
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Tevbe sûre-i celilesinde yer alan, “Mü’minler toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve geri döndüklerinde milletlerini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi ki, böylece, yanlışlıklara düşmekten sakınmış olsunlar.” (Tevbe sûresi, 9/122) âyetinin günümüz mü’minlerine verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Yüce Allah bu âyet-i kerimede ilk olarak, وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَآفَّةً kelâmıyla mü’minlerin hepsinin aynı anda sefere çıkmalarının, cepheye koşmalarının ve savaşa iştirak etmelerinin doğru olmadığını beyan buyurmuştur. Daha sonra, فَلَوْلاَ نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ ifadeleriyle onlardan bir grubun dinin ruhuna nüfuz etmek için arkada kalması gerektiğini ifade buyurmuş ve وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ kavl-i kerimiyle de bu ilim sahiplerinin değişik cephelerden dönen kavimlerini eğri yolun encamından sakındırmaları, din adına onları beslemeleri ve bilmeleri gerekli olan ilimleri onlara talim etmeleri gerektiğini beyan etmiştir. Çünkü harıl harıl bir cepheden diğerine koşan ve düşmanla yaka paça olan mücahitler bu konudaki ihtiyaçlarını tam karşılayamamış, çok önemli bir vazife yaparken ilim adına eksik kalmış, dinlerini öğrenememiş olabilirler.

İlmî Kıvam ve Başarı

İslâm’ın ilk intişar ettiği dönemde, müminler, hak ve hakikati anlattıklarından, adaleti temsil ve ifade ettiklerinden dolayı din ve diyanet düşmanları tarafından hücum ve saldırıya maruz kalıyorlardı. Böyle bir durumda mü’minler, işlerini bitirmek için üzerlerine gelen düşmanlara, “Gelin hele bir camide oturup konuşalım.” diyemezlerdi. Deseler bile kin ve tahribe kilitli o düşmanlar gelir o camiyi mü’minlerin başlarına yıkmaya çalışırlardı. İşte inananlar böyle bir yıkıma fırsat vermemek için, yani ırzlarını, namuslarını, din ve diyanetlerini, vatanlarını, bayraklarını korumak için, saldırıya geçen düşmanlara karşı koymuş ve kendilerini müdafaa etmişlerdi.

Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra Hulefa-i Raşidin döneminde de benzer problemlerle karşılaşılmış ve Müslümanlar değişik yerlerde düşmanlarla yaka paça olmak zorunda kalmışlardı. Mesela Hazreti Ebu Bekir döneminde, ortaya çıkan irtidat hâdiselerini bastırmak için tam sekiz farklı cephede mücadele edilmişti. Bunların yanı sıra o dönemin süper güçleri olan Sasaniler ile Roma İmparatorluğu’nun gözleri de Müslümanların üzerindeydi. Bunlar da her fırsatta bir problem halinde Müslümanların karşısına çıktığından Müslümanlar dünyanın değişik yerlerinde müdafaa savaşı yapmak zorunda kalmışlardı.

Şimdi böyle bir durumda eğer herkes savaşa iştirak edecek olursa, eğitim alanında ciddî bir boşluk ortaya çıkacaktı. İşte yukarıda geçen âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, bir zümrenin geride kalarak ilimle meşgul olmasını ve savaşlardan dönen insanlardaki bu boşluğu doldurmalarını emretmiş ve böylece Müslümanların mutlaka ilmî kıvamlarını korumaları ve yaşadıkları çağın şartlarına göre ulaşılması lazım olan ufka ulaşmaları gerektiğine işaret etmiştir. Zaten böyle bir kıvam ve ufuk yakalanamadığı takdirde, farklı cephelerde hücumlara karşı koyup başarılı olmak da mümkün değildir.

Kültür Elçileri

İlim ve beyan gücünün öne çıktığı günümüz şartlarına gelince; bugün kendimiz olarak mevcudiyetimizi devam ettirebilmemiz ilmin, kalemin, beyanın gücüyle mümkün olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin yaklaşımıyla günümüzde medenilere galebe ikna iledir. Dolayısıyla günümüzün kültür elçileri olan adanmış ruhlar, kendi değerlerini maddî kılıçla, tankla, topla, tüfekle, silahla ve kaba kuvvetle değil; ilimle, irfanla, sevgiyle, hoşgörüyle, esenlikle dünyanın değişik coğrafyalarına götürmelidirler. Çünkü sevgi ve sulh yolu gönüllere giden yolu açar; kaba kuvvet ise, kin ve nefretlerin hortlamasına sebebiyet verir. Bunun için, başka devletler gelip tepenize binmedikçe, mecbur kalınmadıkça maddi kuvvetle meseleleri çözme yoluna başvurulmamalıdır. Maddi gücün kullanımına gelince o, müdafaada bulunma veya vukuu muhakkak olan bir tehlikeyi bertaraf etme noktasında ele alınmalıdır.

Bu itibarladır ki hem dinimiz, hem insanlık adına günümüzde yapılması gereken en önemli vazife, dünyanın dört bir yanına açılarak kendi kültür değerlerimizi oralara götürmek ve bu arada temel disiplinlerimize aykırı olmaması kaydıyla gidilen yerlerdeki farklı desen ve renkleri almaktır. Evet, adanmış ruhlar gittikleri yerlerde farklı insanlarla temasa geçerek hem kendi kültür değerlerimizin fahrî temsilciliğini yapacak, hem de alınması gereken güzellikleri alıp kendi insanının istifadesine sunacak. Fakat onlar bu önemli vazifeyi yerine getirirken daha çok aksiyon ağırlıklı bir meşguliyet içinde olacaklarından ilmî ve manevî açıdan gerektiği ölçüde beslenemeyebilirler. Öyleyse mânâ köklerimizden süzülüp gelen değerlerimize vâkıf bulunan, temel kaynaklarımızı daha iyi bilen fertler yetiştirilmeli ve böylece onların eliyle aksiyon sahasında koşturup duran insanların gerektiği ölçüde beslenmesi sağlanmalıdır. İlim ve fıkıhta derinleşme için omuzları üzerine sorumluluk yüklenenler tıpkı bir “menhelü’l-azbi’l-mevrud” (tatlı su kaynağı) gibi sürekli akmalı, sahada koşturan fedakâr ruhları beslemeli; onlar da o kaynaktan alacağını almalı, ilmî donanımlarını tamamlamalı ve böylece kendilerini sürekli yenileyebilmelidirler.

Hem Maddi Hem Manevi İlimlere Açık Fakihler

Âyet-i kerime, لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ ifadesiyle Allah yolunda seferden geride kalacak kişilerin ilk olarak imana, İslâm’a ve bir yönüyle bunların tabiata mâl edilmesinin bir ünvanı olan ihsana müteallik meseleleri öğrenmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Bununla birlikte bu değerlerin sağlam işlemesi, bir toplum tarafından rahat kabul edilmesi, dünyadaki farklı kültür ortamlarında yetişen insanların bunlara alâka göstermesi, sempati duyması ve değer atfetmesi şer’î ilimlerin yanında tekvinî emirlerin de doğru okunmasına bağlıdır. Dolayısıyla dinin yanında, fünûn-u medeniyenin menbaı, laboratuvarı ve aynı zamanda araştırma merkezi sayılabilecek olan tabiat ilimlerinin çok iyi öğrenilmesi, bu konuda araştırmaların yapılması, tabiat meşherinde teşhir edilen varlığın temaşa edilmesi çok önem arz etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle bir taraftan ulum-u diniye öğrenilirken diğer yandan fünûn-u medeniye ihmal edilmemelidir. O, talebenin himmetinin ancak bu ikisinin bir araya gelmesiyle pervaz edeceğini ifade etmiştir. Bunlardan birisini dışladığınız zaman, diğerini kolsuz ve kanatsız bırakmış olursunuz. Evet, ne kalbin ziyası olan dinî ilimlerden fedakârlıkta bulunmalı, ne de akıl, mantık ve muhakemenin ziyası olan müspet ilimler ihmal edilmelidir.

Ayrıca bu âyet-i kerime mü’minlere ilim ve araştırma aşkının önemini vurgulamaktadır. Dolayısıyla insan gerek dinî ilimleri gerekse pozitif bilimleri elde etme istikametinde ciddî bir gayret sarf etmeli ve bu konuda hayatının sonuna kadar hep talebe kalmalıdır. Çünkü talebe, bir şeyin peşinde olan ve onu talep eden kişi demektir. İnsan, ister şer’î ilimleri talep etsin isterse pozitif bilimleri, eğer o, araştırmalardan süzülüp gelen usareleri Allah’ı bilme ve aynı zamanda sağlam bir muvazene temin etme adına değerlendiriyorsa, talebe muamelesi görecektir. Peki, ne olur talebe muamelesi görünce? Allah Resûlü’nün beyanları içinde Allah (celle celâluhû), ilim talebiyle yola çıkan kimseye Cennet’e giden yolu kolaylaştırır. (Müslim, Zikir, 38)

İlim talep etmek bu kadar önemli ve âlimin topluma sağlayacağı faydalar bu kadar büyük olunca, toplum da ilim talebelerine sahip çıkma ve bakma adına elinden geleni yapmakla mükelleftir. Zira kendisini ilme adayan bir insanın başka bir işle meşgul olması çok zordur. Binaenaleyh fukahadan bazıları, atlastan elbiseler giyse ve kapısının eşiği altından olsa bile yine de talebe-i ulûma zekât ve sadaka düşeceğini ifade etmiştir. Çünkü bir milletin hayatı, böyle bir ilim tahsiline bağlıdır. Bu yapılmadığı takdirde millet de çöker ve dağılır. Nitekim bu konudaki duraklamayla birlikte beşinci asırda çatlamalar olmuş; on üç ve on dördüncü asırlardaki gerilemeyle birlikte ise tam bir kırılma ve çözülme kendini göstermiştir. O günden bugüne bir daha da belimizi doğrultamadık.

İstiğna ve Diyet

Halkın görüp gözetmesi karşısında ilim talebeleri de halkın bu hüsn-ü teveccühünü rantabl olarak değerlendirme adına ellerinden geleni yapmalı, zamanlarının saniyesini zayi etmemeli, çok ciddî bir mesai tanzimi, amel taksimi ve yardımlaşma disipliniyle himmetlerini tamamen bu işe yoğunlaştırmalıdırlar. Onlar milletin kendilerine olan teveccühünü hak etme adına bütün enerjilerini ortaya koymalı, icabında dört saat uyku uyumalı ve günün yirmi saatini çalışmaya tahsis etmelidirler. Kim bilir onlar böyle bir çalışma temposuyla hareket edince, Allah da (celle celaluhu) bir insanın on senede elde edeceği neticeyi, iki senede onlara lütfeder.

Yeri gelmişken bir hissimi ifade edeyim: Ben doktora yapmak üzere yurt dışına çıkıp on senede bunu bitiremeyen insanlara gönül koyuyor ve onlara karşı içimde bir kırılma hissediyorum. Ülkemiz ve milletimizin yetişmiş insana ihtiyacı ortada iken, bunca zamanı israf etmenin hesabını Allah sorar. Zaman insan için en büyük sermayedir. Eğer bir insan böyle bir yola girdiyse, dişini sıkmalı, beynini zonklatmalı, değerlendirebileceği bütün argümanları değerlendirmeli, istifade edebileceği bütün kaynaklardan istifade etmeli ve imkânı varsa süreyi uzatma bir yana, kendisi için takdir edilen süreden önce doktorasını bitirmelidir.

İlim ehli için son bir husus olarak şunu ifade etmek istiyorum: İstiğna, ilim ve ilim ehlinin izzeti için olmazsa olmaz, çok önemli bir disiplindir. Esasında enbiya-i izamın mesleği de buna dayanır. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyet-i kerimesinde onların, “Sizden bu (tebliğ vazifesi)ne karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi’ne aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/127) dedikleri ifade ediliyor. Bu açıdan ilim adamları hayatlarının hiçbir safhasında, ne talebeliklerinde ne hocalıklarında ne de hocalar hocası olduklarında, ellerinden geliyorsa hiç kimseye diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdırlar.

Allah korusun, eğer bir insanda istiğna duygusu yoksa ve o, yaptığı bir kısım işleri müdür, genel müdür, vekil, bakan, başbakan olma gibi bir kısım beklentilere bağlamışsa, böyle birisi diyet ödemekten başını kurtaramaz. Ve maalesef ödediği diyetler sadece kendisine değil, mensup olduğu millete de çok pahalıya mâl olur. Bu açıdan ilim talep eden insanlar, hayatlarını istiğna prensibine göre tanzim etmeli, yeri geldiğinde şayet babalarının imkânları varsa bunu kullanmalı, yapabiliyorsa kendi imkânlarıyla üç beş kuruş kazanarak maişetlerini temin etmeli, kıt kanaat geçinmeli ama asla diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdırlar.