Allah’ı Hakkıyla Tâzim ve Takdir

Allah’ı Hakkıyla Tâzim ve Takdir
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tâzimi göstermediler. Hâlbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (Zümer sûresi, 39/67) âyet-i kerimesinin verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Âyetin başındaki, وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ  ifadesi; “Onlar, celâl ve cemâl sıfatlarıyla Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkıyla bilip tanıyamadı, O’nun her şeye gücü yeten mutlak kudretini, kulları üzerine yağdırdığı lütuf ve nimetlerini, sonsuz merhamet ve şefkatini görmedi, şanına yaraşır şekilde O’na tâzim ve hürmette bulunmadı, dolayısıyla takdirsizlik ve nankörlüğe girdiler” mânâsına gelmektedir. حَقَّ قَدْرِهِ ifadesinden, o insanlar içinde belli ölçüde takdir edenler olsa da onların Zât-ı Ecell u Âlâ’yı şânına yaraşır ve yakışır şekilde takdir edemediğini anlıyoruz. Zira “hakkıyla takdir” ile “takdir” birbirinden farklıdır. Mesela Yüce Rabbimiz, bizi yaratan, ahsen-i takvime mazhar eden, peygamberlerle bizi doğru yola çağırıp hidayet buyuran, bize güzel şeyler vaat etmek suretiyle iştiyakımızı kamçılayan, gözlerimizi öbür âleme açan ve bizi hiç yalnız bırakmayandır. İşte bütün bunları bilmek, bu bilgiye göre O’na hürmet ve şükürde bulunmak birer takdirdir. Aksi ise bir körlük, takdirsizlik ve nankörlüktür.

Âyetin devamında Zât-ı Ulûhiyet, kendi azamet ve ululuğunu ifade adına bir örnek vermekte,  وَاْلأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Kıyamet gününde arz, kabza-ı tasarrufundadır.” buyurmaktadır. Yani sizin gözünüzde hacmi, cesameti ne olursa olsun, dünya, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti açısından küçücük bir nokta, bir zerre gibidir. O’nun arz üzerindeki kudretinin ifade edilmesi, orada yaşayanlara, “O’nun kudret-i kâhire ve irade-i bâhiresi karşısında siz de iki büklüm olun, emir ve itaat dairesi içinde hareket edin!” mesajını vermektedir.

Âyetteki, وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِGökler âlemi de bükülmüş olarak kudret elinin içindedir.” ifadesiyle semâvâtı bir kitap gibi düreceği, onu âdeta rulo hâline getireceği bildirilmektedir.

Âyetin fezlekesini teşkil eden, سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ise “O’nu (celle celâluhu) sebeplerden tenzih ve takdis ederiz. Zira Allah (celle celâluhu), başkalarının şirk koşageldikleri şeylerden münezzeh ve müberradır.” demektir.

Haşyetin Mârifet ve Vicdan Boyutu

Kâinattaki kudret ve azametin, başımızdan aşağı boşalan nimet ve lütufların ya sathî olarak veya derinden derine duyulup hissedilmesine göre Cenâb-ı Hakk’ı takdirin farklı dereceleri vardır.

Burada hemen akla, “Bu takdir, sade bir mârifet midir, yoksa bütün organları, insandaki latîfeleri de içine alır mı?” sorusu gelebilir. Nasıl ki muhabbet, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; sevgi, bilmeye bağlıdır. Aynen öyle de şayet kalbte Allah’a karşı haşyet yani saygı eksenli bir korku duygusu oluşmuşsa böyle bir saygı duygusunun arkasında öncelikle bilme vardır. Sonra bilginin mârifet ve vicdan kültürü hâline dönüşmesi ve neticede tabiata mâl olup insan tabiatının bir derinliği hâline gelmesi söz konusudur. Mü’minin bu mertebeden sonra yapacağı ubûdiyetler, onda bir yönüyle iç sâiklerle meydana gelen hâdiseler hâline gelecektir. Yani onun, سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيمِ، اَللهُ أَكْـبَـرُ كَبِيرًا وَالْحَمْدُ لِلَهِ كَثِيرًا وَسُبْحَانَ اللهِ بُـكْرَةً وَأَصِيلًا “Sübhân’dır Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir. Yüce şanına yaraşır şekilde hamd olsun O’na. Azamet tahtının O yegâne Sultanı, en güzel şekilde tesbihe lâyıktır. Büyük Allah’tır. Bütün hamd ü senalar O’na mahsus ve O’nun hakkıdır. Sabah-akşam tesbihlerle anılmaya lâyık yegâne Zât O’dur.” demesi sadece emredildiği ve tavsiye buyrulduğu için olmayacaktır; bilâkis eşya ve hâdiseleri süzerken, Kudret-i Kâhire’yi, İrade-i Bâhire’yi mütalâa ederken bu takdir ifadeleri, emre itaat duygusunu aşkın bir buudda gönlünün coşmasıyla onun içinden hemen kopup gelecektir.

Bu açıdan denilebilir ki, bir mü’min, nazarî planda Kudret-i Kâhire’yi, İrade-i Bâhire’yi, Meşiet-i Sübhâniye’yi takdir hisleriyle ifade edebilir. Fakat asıl mesele, onun, bu takdiri bir iç meselesine dönüştürmesi, onu benliğine mâl etmesidir. Aksi takdirde o, sadece emredildiği için veya kendisine bir hatırlatma yapıldığı yer ve zamanlarda tazim ve takdir hislerini ifade edecektir. Tefekkürle vicdanında mârifet peteği oluşturmuş inanan gönüllerdir ki, hayatlarının her safhasında, hatta onların bazıları hayatlarının hemen her ân-ı seyyalesinde tâzim ve takdir hisleriyle dolar dolar boşalırlar. Mesela ilâhî kudret ve azametin tecellîsini müşahede ettiği bir hâdiseyle karşı karşıya geldiği zaman, o hâdise, ona hemen, سُبْحَانَ اللهِ “Allah’ı (celle celâluhu) her türlü eksiklik ve noksanlıklardan tesbîh u takdis ediyorum.” dedirtir. Yerinde âdeta tepeden tırnağa nimetlerle serfiraz olduğunu görür gibi olur; olur da o zaman hemen, اَلْحَمْدُ لِلهِ حَمْدًا كَثِيرًا “Hadsiz hamd u senalar Allah içindir.” hamd u senasıyla gürler. Yerinde de Allah’ın (celle celâluhu) azamet ve ululuğuna delâlet eden o icraât-ı azîme-i cesîme, nazarında tüllendiği zaman, اَللهُ أَكْـبَـرُ “Yegâne büyük Allah’tır.” zikriyle soluklanır.

Nitekim Recâizâde Mahmut Ekrem’in dediği gibi, “Bir kitabullâh-ı âzamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.” Yani mü’minin hangi harf karşısına çıkar ve ona Allah’ı nasıl ifade ederse, o da ona göre bir ifade tarzında bulunur. İşte asıl mesele, asıl takdir de budur. Burada önemli olan husus, Allah’a karşı hissedilen takdiri, bir vicdan meselesi hâline getirmektir.

Haşyetin Kişiye ve Çevresine Tesiri

Bu konuya ışık tutacak bir hadiste, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), namaz kılarken sakalı ile oynayan birisini görünce, لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ Şayet bu adamın kalbi huşu duysaydı, organları da huşu duyardı.” (Abdurrezzak, el-Musannef 2/266; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/172) buyurur. Eğer insanın kalbinde Allah’a karşı haşyet duygusu ve derinlemesine bir saygı varsa, bu onun jest ve mimiklerini dahi kapsayacak şekilde tavır ve davranışlarına sirayet eder.

Böyle kalb ehli yüce kâmetlerin jest ve mimiklerine, tavır ve davranışlarına bakıldığında, onlarda haşyetin akis ve alâmetleri görülür ve hissedilir; bu sayede onların huzurunda ciddî bir insibağ banyosu yaşanır, mânevî bir huzura erilir. Nitekim çocukluğumda Alvarlı Efe Hazretleri’nin huzurunda bulunduğum zamanlar, insanın içine inşirah salan o duyguları yaşardım. Bu zâtlar, “Allah (celle celâluhu), Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ)” derken veya değişik konularda hassasiyet izhar ederken sizin içinize kitaplarla ifade edilemeyecek iman ve iz’an ifâzasında bulunurlar. Alvar İmamı’nın bir hâli bu hususa misal teşkil edecek mahiyettedir. Bir gün, Alvar İmamı’nın huzuruna gelen birisi, “Efe Hazretleri! Hacca gitmiştim, Medine-i Münevvere’deki köpekler, bakımsızlıktan mıdır nedendir, uyuz olmuşlar.” der. Bu sözü duyan Hazret, birdenbire gür bir sesle, “Sus! Ben, Medine’nin uyuz köpeklerine de kurban olayım!” der. Bu sözleri o Hazrete söylettiren, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) duyduğu derin sevgi ve saygının kalbinde otağ kurmasıdır. Ânında o Hazret bu hassasiyetini ortaya koyar. İşte asıl mesele, insanın mukaddes değerler karşısında, derin bir hassasiyetle kendisini hemen bir huşu ve haşyet çağlayanına salması, o çağlayan, onu nereye götürürse oraya gitmesidir.

Yitirdiğimiz Önemli Bir Değer

Maalesef bizim yitirdiğimiz en önemli değerlerden birisi, bu hususların vicdanlara mâl edilişidir. Şeklî Müslümanlığın kurbanları olan bizler kalbimizi yitirdik, iç derinliklerimizi unuttuk. Kısmen dine ait bazı meseleler öğretilmiş olsa da -onları öğretenlerden de Allah ebeden razı olsun- kalbî hayata ait hususları öğrenemeden, dolayısıyla yaşayamadan sadece nazarî ve taklidî bilgilerle, nakilcilikle baş başa kaldık. Oysaki “Mal ve evlât fayda vermez, o gün ancak kalb-i selim fayda verir.” (Şuarâ sûresi, 26/89), “İşte bunlar, mükâfatları, içinde devamlı kalacakları altından ırmaklar akan ‘Adn Cennetleri’dir. (Dahası) Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar ve bu rıza makamı da, sadece Rabbi’ne karşı saygılı ve haşyet içinde bulunanlara mahsustur.” (Beyyine sûresi, 98/8) âyetlerinde de ifade edildiği gibi ötede insanı kurtaracak olan “kalb-i selim” sahibi olması, Rabbisi’ne karşı saygılı ve haşyet içinde bulunmasıdır.

Esef duyulası hâlimizin bir ifadesi de minberi titreten âyetin bizim kalbimizi titretmemesidir. Mevzumuza esas teşkil eden sorudaki âyeti bir defasında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) minberde okumuştu da üzerinde bulunduğu minber neredeyse O’nu düşürecek kadar titremişti. (Bkz.: Müslim, sıfâtü’l-münâfıkîn 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/72) Kalbimizi yitirmeseydik şayet, minberi titreten o âyet-i celîle, bizim de kalbimizi titretecek, bizi haşyete sevk edecekti!..

Rabbimiz’den niyaz edelim, bizi şekilden sıyrılıp öze, kalıptan kurtulup mânâya kavuşmaya muvaffak kılsın! Hayatımızın her ânında, her türlü tavır ve davranışımızda hükmünü icra edecek şekilde kalblerimizi haşyet duygusuyla doldursun!..