İmanın Yenilmez Gücü

İmanın Yenilmez Gücü
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Ruhlarının ilhamlarını, inandığı değerlerin güzelliklerini başka gönüllere de duyurmak isteyen insanların karşılaşacağı en büyük engeller nelerdir?

Cevap: Dünyevî istek ve arzular beşer için en büyük imtihan unsurlarıdır. Bu unsurların, fertlerin duygu ve düşüncelerini sarıp sarmaladığı, çepeçevre kuşattığı toplumlarda nice zulümler işlenmiş, nice sıkıntılar yaşanmış, peygamberler başta olmak üzere nice hak ve hakikat eri amansız ve imansız saldırılara, çeşit çeşit hakaret ve iftiralara, hatta suikast ve katliamlara maruz kalmıştır. Nitekim ciğerleri dağlayan ilk hâdise, sağanak sağanak vahyin yağdığı Seyyidina Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) evinde cereyan etmiş; böyle bir atmosferde neş’et etmiş olmasına rağmen Kabil, dünyalık isteklerine ulaşma adına kardeşi Habil’in kanına girerek onu öldürmüştür. (Bkz.: Mâide sûresi, 5/27-32) Şeytanın aldatmasıyla ilk macera böylece başlamış bir daha da aldanışların sonu gelmemiştir.

Kitab-ı Mukaddes’te anlatıldığına göre -Allah’ın izni ve inayetiyle- ezilmekten kurtarıp yeniden ikbale yürüttüğü kavmi tarafından Hazreti Davut (aleyhisselâm), -haşa ve kella- zina ve adam öldürtme gibi sıradan insanlara bile isnat edilmeyecek iftiralara maruz kalmıştı. O, kavmi tarafından Tâbut’a (sandık)  el basıp yemin etmeye zorlanmış, iki ayağı bir papuca sokulmak istenmiştir. İnsanlığın İftihar Tablosu da (sallallâhu aleyhi ve sellem), düşmanları tarafından -hâşâ, yüz bin kere hâşâ- sihirbaz (Bkz.: Yûnus sûresi, 10/2; Sâd sûresi, 38/4), şâir (Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/5; Sâffât sûresi, 37/36) ve kâhin (Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek 2/550; Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/328) gibi iftiralara maruz kalmış, anlatacağı hakikatlerin gönüllerle buluşması engellenmeye çalışılmıştır.

Ebedî Olanı Burada Yok Etme!

Benzer hâdiseler bugün de olabilir ve bundan sonra da eksik olmayacaktır. Önemli olan, bazı şairlerin yaptığı gibi, dertlere destan kesmemek, onları sonraki nesillere birer şikâyetname olarak aktarmamaktır. Evet önemli olan, başa gelen bütün bu sıkıntıları gönül rızasıyla kabullenmek, halka şikâyette bulunmamak, tenha yer ve zaman dilimlerini kollayıp içini Allah’a dökmek ama feryadından kimseyi haberdar etmemektir. Zaman ve mekânın yegâne sahibi Allah’tır (celle celâluhu). Hüküm de O’na aittir. O hâlde neticeye karışmak bizim işimiz değildir. O’nun hakkımızdaki hükümlerini takdirle karşılamalı;

“Gelse celâlinden cefâ,

Yahut cemâlinden vefa;

İkisi de câna safâ,

Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” (İbrahim Tennûrî)

anlayışıyla hareket edilmelidir.

Bazen celâlden cefa, bazen de cemâlden safa gelebilir; bunların ikisini de bir bilmeli, ne safa ile sevinmeli ne de cefa ile yerinmelidir. İnsan, “Ne yaptım da bunlar başıma geldi? Bu ıztıraplar, sıkıntılar, dedikodular, çekememezlikler, hazımsızlıklar neden hep beni buluyor?” dememelidir. Bu konuda Alvar İmamı’nın inciden daha parlak şu ifadeleri ne kadar güzeldir:

“Âşık der inci tenden,

İncinme incitenden,

Kemâlde noksan imiş,

İncinen incitenden.”

Evet ille de ötede bir kemâl beklentiniz varsa, dünyevî şeyler açısından burada kemâle talip olmak, kemâlsizlik emaresidir; halkın alkış ve takdirini bekleme gibi arzular, ahiret adına birer iflâs ve kayıp yatırımıdır. Kur’ân-ı Kerim, bizleri bu konuda uyarır ve أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَاDünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. (Ahkâf sûresi, 46/20) buyurur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği bütün lütufları öteye bırakmalı, ahiret adına vaat ettiği bütün güzellikleri dünyada yiyip bitirmemelidir.

Konuyla ilgili ibretlik şöyle bir kıssa zikredilir: Allah’ın salih kullarından birisinin hanımı, maişet darlığı yüzünden kocasına dert yanar. Ondan, bu hâlden kurtulmaları için dua etmesini ister. Salih zat da hanımını kırmaz, dua eder ve duası kabul olur. Birden yanlarında altından bir kerpiç belirir. Salih zat, hanımına, “İşte,” der. “Bu, bizim Cennet’teki köşkümüzün bir kerpicidir.” Bunun üzerine söylediklerine pişman olan o mübarek hanım, kocasına, “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de inşaallah böyle çok kerpiçlerimiz olacak. Fakat bâkî bir âlem olan âhirette elde edeceğimiz bir mükâfat, bu fânî dünyada zâyi olup gitmesin, Cennet’teki köşkümüzden bir kerpiç noksan olmasın. Onun için sen dua et, bu kerpiç yerine gitsin.” der. Hanımının bu samimî isteği üzerine o salih zat tekrar dua eder, birden o altından kerpiç gözden kaybolup yerine gider.

Evet kendisini hakka adamış, bir mefkûreye gönül bağlamış, milletinin ikbal yıldızını yeniden parlatmayı kendisine hedef hâline getirmiş insanların yenilmez gücü; dünyayla aralarına mesafe koymaları, istiğna ruhuyla hareket etmeleri ve kendilerini tamamen başkalarının mutluluğuna adamalarıdır. Vâkıa, hayatlarını ticaretle sürdüren ve kazandıklarıyla da iman ve Kur’ân hizmetine sahip çıkan bazı insanların, kalben dünyayı terk etmek şartıyla kesben ona talip olmalarında bir mahzur olmasa gerektir. Fakat temsil konumunda bulunup da kendilerini bu işe adamış hizmet erleri, dünyaya karşı net tavır almalı, hep müstağni davranmalıdırlar. Zira onların en büyük kredileri istiğnalarıdır. Onlar müstağni davrandıkça, insanlar onların ağızlarından çıkacak sözlere kulak kesilecek, işaret ettikleri her meseleye gönül rahatlığıyla “evet” diyecek ve zerre kadar şüphe ve tereddüt yaşamadan yapmaları gereken vazifeleri yerine getireceklerdir.

Olması gereken bu iken, maalesef görünen o ki, adanmışlık ruhuyla yola çıktığı hâlde, başlangıçta “biraz istifadeden bir şey olmaz” deyip dünyaya meyletmiş ama sonra derinlemesine dalmış ve belini doğrultamamış, ona yenik düşmüş insan sayısı az değildir. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle “Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar / Nice Hüsrev gibi hanlar / Ve nice tâcdarlar.” bir bir gelmiş ve maalesef bir bir yıkılıp gitmişlerdir. Hak erlerinin bu şeytanî telâkkilere kendilerini kaptırmaları, “Ben de kazanıp onlar gibi yaşayayım; benim de evim, servetim olsun…” demeleri, kendi elleriyle kendi kredilerini bitirmeleri demektir. Kader, onların sahip oldukları nimetlerin de ellerinden alınmasına ve nihayet ayaklarının kayıp devrilmelerine fetva verir. İşte o zaman da Allah (celle celâluhu), pörsümüş, cansız cesetler hâline gelmiş olanları götürür, onların yerine Kur’ân’ın ifadesiyle yepyeni, yıpranmamış, dünya karşısında diş kırmamış bir topluluğu getirir. (Bkz.: Mâide sûresi, 5/54)

Mütekebbirleri Dize Getirmenin Yolu

O hâlde adanmışlığın haysiyet ve şerefi, her hâlükârda korunmalıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), her konuda olduğu gibi bu konuda da zirveyi temsil eden baş adanmıştır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman zırhı, misafirlerini ağırlayabilmek için aldığı bir ölçek arpaya mukabil bir Yahudi’de rehin bulunuyordu. (Buhârî, rikak 17; Müslim, libâs 37)  Ruhunun ufkuna yürüyüp ötelere ulaştığında bu durum öğrenilmiş ve ipotek çözülmüştü. (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/359)

Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) anlayışı Allah Resûlü’nden farklı değildir. Nitekim ruhunun ufkuna yürürken kendisinden sonraki halifeye teslim edilmek üzere bir testi bırakmıştı. Vefatının ardından emanet, İkinci Halife Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) teslim edilmiş, merakla kırılan testinin içinden hilâfet müddetince ihtiyacından artan paralar ve kısa bir mektup çıkmıştı. Mektupta şöyle denilmekteydi: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı haya ettim; zira bu, halkın malıdır, devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) bu hitabı, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh) duygulandırmış ve gözyaşları içinde şöyle demiştir: “Allah, Ebû Bekir’e merhamet etsin! Arkada kalanlara, yaşanması ne kadar da güç bir hayat bırakıp gitti!” (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186)

Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), halifeliğini aynı anlayışla devam ettirir. Hiçbir zaman bir tahtı olmamış; mescitte oturmuş ve işlerini orada yürütmüştür. “Mütekebbire karşı tekebbür; gururlu ve kibirli kişiye karşı mağrurane hareket etmek esastır.” anlayışını, lüks, şatafat ve debdebe içinde yaşamak için bir bahane yapmamış, aksine mütevazi hâliyle o günün dünya devletlerini dize getirmiştir. Nitekim Mescid-i Aksâ’nın anahtarlarını teslim almaya giderken oranın yöneticilerinin onu gösterişli elbiseler içinde karşılamalarına mukabil o, aynı bineğe kölesiyle nöbetleşe binişi, üzerinde yamalı elbiseyle gelişi ve genel duruşu itibarıyla son derecede mütevazi idi. (Bkz.: Mevlânâ Şiblî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi 1/233-238) Bu hâdiseden de açık bir şekilde anlaşılacağı üzere devrin mütekebbirlerini dize getirmenin yolu, mahviyet ve tevazudur. Bu hâl ve bu tavır, kibrin bin bir türünü yerin dibine gömecektir. Evet, Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) ömür boyu anlayışı bu idi. Nitekim hiçbir zaman,  çocuklarıma, torunlarıma bir miras bırakayım düşüncesi içinde olmadı. Çocuklarını sahabe-i kiramın vefalı anlayışlarına emanet etti ve ruhunun ufkuna öyle yürüdü.

Hazreti Osman (radıyallâhu anh), çok zengindi, ticaretle uğraşıyordu. Ancak o, Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kesben değil kalben terk etmişti. (Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.113 (Habbe).) Nitekim Tebûk Seferi’ne gidecek ordunun ihtiyacı söz konusu olduğunda, yüzlerce deveyi yüküyle birlikte, hem de kalbinde en küçük bir pişmanlık hissi duymadan sırf Allah rızası için infak etmişti. (Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 18/231; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 39/63) Eğer Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Senin her şeyini vermen gerekir.” buyursalardı, hiç tereddüt etmeden getirip hepsini verirdi.

Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) hayatı da aynıydı. Bugünkü Türkiye topraklarının belki yirmi katı büyüklüğünde bir ülkeye hâkimdi. Sahip olduğu devletin sınırları, bir kısım siyasî çekişmeler, hır gürler olmasına rağmen, o günkü Pers ve Roma imparatorluklarının bütününü içine alabilecek genişlikteydi. Ne var ki Hazreti Ali, bazen yaz döneminde sadece kışlık elbisesi olduğu için o elbiseyle buram buram terliyor, bazen de kış mevsiminde yazlık eski elbisesi içinde tir tir titriyordu. Neden böyle giyindiği sorulunca da, “Ben, kendi imkânlarımla ancak bu kadarını temin edebiliyorum.” cevabını veriyordu. (Bkz.: İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/99)

Müslümanlık Buysa Biz Neredeyiz?

Bugün, “Biz de onların yolundayız.” deyip hayatlarını yazlıklardan kışlıklara seyahatle geçirenlere, “Çoluk çocuğumun, torunlarımın istikbali ne olacak?” diyenlere, “Devletin parası deniz…” anlayışıyla hareket edenlere sormak lazım: Sizin örneğiniz kim? Bir mü’min olarak Karunlara, Ramseslere, Amnofislere ait olan böylesi düşüncelerden bütün bütün uzak durmak ve Allah’tan hicap etmek gerekmez mi? Yüce Allah’tan dileğim odur ki, yüksek bir mefkûreye gönül vermiş insanlar, bu hicap hislerini hep korusunlar; dünyanın çelmesine gelmesin, bir el-enseyle devrilmesin, bir kündeyle yıkılıp gitmesinler. “Biz burada dişimizi sıkar, sabrederiz, yeter ki ötede hiçbir şeyimiz eksik olmasın.” desinler. Evet onlar, “Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada / Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belâda.” (Ziya Paşa) anlayışıyla, kahr u belâlara razı olsunlar ama başkalarının şatafatlı hayatına imrenmesinler. Dünyalık şeyleri, ayaklarının ucuna bulaşmış bir pislik olarak görsünler. Huzura varırken de, kendilerine sorulacak “Ne bıraktın dünyada?” sorusuna; “aklıma bir şey gelmiyor” cevabını verecek kadar ötelere yiğitçe yürüsünler. Zira mesleğimizin esası istiğna, mahviyet ve tevazudur. Kendilerini, yıkılmış bir âbideyi yeniden ikame etmeye adamış mefkûre erlerinin başka türlü davranışları, halk nazarında kendilerine olan güven duygusunu sarsacağı gibi Hak nezdinde de itibar kaybına sebep olacaktır. Tarihte örneklerine çokça rastlandığı üzere haktan haksızlığa, yoldan yolsuzluğa savrulanlar, Hazreti Harun (aleyhisselâm) gibi ortaya çıkmış olsalar da -hafizanallah- Karun gibi yuvarlanır giderler.

Evet adanmışlık düşüncesi, karşılığında İstanbul’un, Viyana’nın hatta Roma’nın fatihi olma gibi bir paye bile teklif edilse o, hiçbir şeye feda edilmemelidir. Dünyaya gelirken nasıl hiçbir şeye sahip değilsek, öbür âleme yürürken de bir “sıfır” olarak yürünmelidir. Tıpkı yukarıda zikredilen örneklerde olduğu gibi. O örnekleri gören görsün ve takdir etsin; zira takdirleri ahirette kendileri adına şefaate dönüşecektir. Takdir edemeyenlerin takdirsizlikleri ise, kendi başlarına bir balyoz gibi inecektir.

“Onlar Kınayanın Kınamasından Korkmazlar!” 

 “Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib,

Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib” (Nâilî-i Kadîm)

beytinde ifade edildiği gibi, bugüne kadar nice güller hâre düştü, nice bülbüller feryad ü figan etti. Bugün de feryad ü figan etmek mefkûre kahramanlarına düştü. Atılan iftiralar, kınanıp yerilmeler, alay ve istihzalar, nice entrika ve komplolar… Bütün bunlara karşı, “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var /  Ne dergâh-ı Huda’dan mâadâ bir ilticamız var.” (Nef’î) anlayışıyla hareket edilmeli ve vakarlı bir duruş sergilenmelidir. Sa’dî’nin ifadeleriyle, “Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse / Ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâse.” Dolayısıyla eğer siz altın kâse iseniz, varsın taşlasınlar; Allah’ın izni ve inayetiyle size kimse zarar veremeyecektir.

Kur’ân-ı Kerim, وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ  “Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar.”  (Mâide sûresi, 5/54) buyurur ve bize böyle durumlarda sergilenecek tavrı işaret eder. Diğer taraftan başa gelen her şeyin Hazreti Mahbub’un kurbetine vesile birer imtihan olduğunun şuuruyla zâhirî sebepleri aşan bir nazarla hâdiselere bakabilmeli. Nitekim bu ufkun kahramanı asrın dertlisi, “Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2 s. 75) diyor. Kendilerini aynı yolun yolcusu bilenler de, Nesimî gibi,

“Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem

Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem

Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar

Başıma koy erre Neccâr Sen’den dönmezem

Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar

Külüm oddan çağırsalar Settâr Sen’den dönmezem.”

demeli ve söylenen kem sözlere takılıp kalmadan ve zihinlerini onlarla meşgul etmeden bütün himmetlerini yapmaları gerekli olan işe yoğunluşturarak hak bildikleri yolda dimdik yürümelidirler.  

Hiç şüpheniz olmasın, adanmış gönüller, “Mevlâ görelim neyler, / Neylerse güzel eyler.” deyip yürüyüşlerine bu anlayışla devam ettikleri müddetçe, Allah’ın izni ve inayetiyle, O’nun sıyanet kanatları altında hizmetlerine devam edecekler ve hiç kimse de onlara engel olamayacaktır.