Kur’ân ve Biz

Kur’ân ve Biz
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Ashab-ı kiramın hayatına baktığımızda, onların hemen
her hâdisede Kur’ân-ı Kerim’in yol göstericiliğine mazhar oldukları ve
hayatlarını bütünüyle Kur’ân’ın teşvik ve ikazlarına göre yaşadıkları görülüyor.
Günümüz mü’minlerinin de aynı çizgide hayatlarını sürdürebilmeleri için dikkat
etmeleri gereken hususlar nelerdir?


Cevap: Kur’ân-ı Kerim’in ahir zamanda maruz
kalacağı hali ifade eden;

يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ اَلْقُرْاٰنُ فِي وَادٍ وَهُمْ فِي
وَادٍ غَيْرِه

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Kur’ân
bir vadide, onlar başka bir vadide olacaklar.”
(Ali el-Müttakî,
Kenzü’l-ummâl, 6/348) hadis-i şerifinde de ifadesini bulduğu gibi, asırlar var
ki, Kur’ân bir vadide, biz ise başka bir vadideyiz. Evet, biz belli bir dönemde
Kur’ân’ın, özellikle tekvînî emirlere bakan yanını ihmal ettik, ona karşı
kapıları kapadık ve o kapıların ardına sürgüler sürdük. Âdeta jaluzileri
indirip, onun aydınlık ikliminden dünyamıza sızacak ışıkların önünü kestik.
Hâlbuki o yüce kitap, tekvînî emirlerin kavl-i şarihi, burhan-ı vazıhı ve
delil-i sâtı’ıydı. Kâinat, ilim programına göre Allah’ın kudret ve iradesinden
gelen bir kitap olduğu gibi, Kur’ân da ilim programıyla Allah’ın kelam
sıfatından gelen ayrı bir kitaptı. Fakat biz zihin ve fikir dünyamızda o iki
hakikati birbirinden ayırdık. Tabir caizse, talak-ı selase ile de değil, 3’ten
9’a deyip talak-ı tis’a ile, kalb ve kafayı, tekvînî emirlerle teşriî emirleri
birbirinden kopardık. Bunun yanında İslâm’ın kalbî ve ruhî hayatına karşı da çok
ciddi bir yabancılık içine girdik. Dolayısıyla da izafî ve nisbî fetret devri
diyebileceğimiz uzun bir dönem Kur’ân cemaati, Kur’ân’dan habersiz yaşadı.


Tarih bu ayrılığın daha ileriye götürüldüğüne de şahit olmuştur. Bir gün
gelmiştir ki, Kur’ân’ın lafzının telaffuz edilmesi bile yasaklanmıştır. Kur’ân
ancak dar alanlı bazı yerlerde okunup öğretilebilmiştir. Fakirin Kur’ân
öğrenmeye çalıştığı dönemde de aynı yasaklar mevcuttu. O dönemde köylerde üç-beş
insan bir araya gelip Allah’ın kelamını öğrenmek istediğinde jandarma
baskınlarına maruz kalır, küçük çocuklar tüfeklerin ucunda dışarı atılırdı.
Evet, Kur’ân öğrenmenin bu kadarına bile tahammül edilmiyordu.


Kur’ân’a Gönülden Teveccüh


Şimdi Kur’ân’dan bu kadar uzaklaştıktan ve ona yabancılaştıktan sonra,
yeniden onu derinlemesine duyma ve bizim ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî,
psikolojik, pedagojik ve kültürel hayatımızda onun nurdan mesajlarını hayatımıza
tatbik meselesi birdenbire olacak bir iş değildir. Ve hele birileri bizim güzel
ve güzide müesseselerimizin içine sızarak bir şekilde bu tahribatı devam
ettiriyorlarsa, yani Kur’ân hâlâ değişik şekillerde sorgulanıyor, hâlâ o sahib-i
Kur’ân olan Resûl-i Zîşan’ın (aleyhissalâtü vesselâm) hadis-i şeriflerine dil
uzatılıyor, hâlâ O’nun mucizeleri yerden yere vuruluyor ve hâlâ Kur’ân’a ait
meseleler bir tarihsellik mülâhazasıyla ele alınıyorsa meselenin zorluğu daha
iyi anlaşılır. Kaldı ki, bizim şu an bile Kur’ân’a yürekten yöneldiğimiz
söylenemez. Gerek dil, gerek terminoloji ve gerekse kalbî hayat açısından
Kur’ân’a öyle bir yabancılaşmışız ki, bütün bu yabancılıkları aşarak Kur’ân’la
yeniden irtibata geçmemiz çok ciddi bir gayrete vabestedir. İnsanların bir kere
daha dinin hakkaniyetine ve Resûl-i Zîşan, Sahib-i Kur’ân’ın hak bir peygamber
olduğuna yürekten inanmaları lazımdır. Öyle ki çok rahatlıkla, “Allah’ım, O’nun
getirdiği mesajı hayata hayat kılmayacaksam yaşamanın bir mânâsı yoktur. Eğer
ruhumuzun âbidesini ikame etmeyeceksem, dinin ruhunu yeniden ruhlara
duyurmayacaksam, bir sayha ile canımı alsan değer.” diyebilmeliyiz.


Evet, asıl mesele, Allah’ı yürekten duymak ve O’nun marifetini varlığımızın
asıl gayesi bilmektir. Zira Kur’ân-ı Kerim’e göre bizim yaratılışımızın gayesi,
iman-ı billah, mârifetullah, muhabbetullah ve bir de Cenâb-ı Hakk’ın değişik
tecelli dalga boyunda bir lütuf olarak ihsan buyurduğu zevk-i ruhanîdir. Eğer
Allah yaratılışın gayesi olarak bunu ifade etmişse ve biz de bunu
değiştirmişsek, evvela kendimizle yüzleşmemiz ve ihmallerimizi gözden geçirmemiz
gerekir. Asırlarca yapılmış tahribatı göz önüne alarak tamir edilmesi gerekli
olan hususları tamir etmeye çalışmalıyız. Ancak unutulmaması gerekir ki, iç içe
yaşanan bu korkunç deformasyonları formuna koyma ve kendi şekline irca etme
meselesi hemen, birdenbire olacak bir iş değildir. Hz. Pîr, asırlardan beri
rehnedâr olan bir kalenin tamir edilmeye çalışıldığını ifade ediyor. Siz,
Allah’a iman meselesinin sarsılmasından alın da, anne babaya karşı saygısızlığa,
anne-babaların bakım yuvalarına atılmasına, ailenin içindeki genel nizam ve
ahengin bozulmasına kadar o kadar çok değerleri ayaklarımızın altına almışız ki,
bütün bunların tamir edilmesi belki bir asır ister. Cenâb-ı Hak daha kısa bir
dönem içinde bu neticeyi lütfedebilir. Bu, O’nun ekstra bir lütfu olur. Biz
O’nun rahmetinin enginliğinden böyle bir lütfu bekleriz. Fakat realite planında
işin tabiatının böyle bir zamana vâbeste olduğu unutulmamalıdır.


Yeni Bir Dip Dalga ile Kur’ân’ı Anlama


Evet, öncelikle meselenin eksik ve gediğinin bize ait zikzaklardan
kaynaklandığını, tâ İmam Gazzâlî veya Fatih döneminden bu yana meydana gelen bir
kısım eksiklerin zamanla teraküm ettiğini bilmeliyiz. Yani bizler zamanla, eksik
düşünceli, eksik heyecanlı ve kalbî hayatı itibarıyla da eksik olan insanların
temsilcileri hâline gelmişiz. Bu açıdan dipten bir dalga ile vira bismillah
deyip işe yeniden başlamalıyız. Nasıl ki çocuğa yaşına göre bir beslenme
programı uygulanıyorsa, aynen öyle de kalbî ve ruhî hayatımız adına öyle bir
beslenme vetiresi ve stratejisi oluşturmalıyız. Herkes kendi çapında bunu
gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ancak bundan sonra Kur’ân’ı doğru anlama imkânı
doğacaktır.


Devr-i risalet-penahide içtihat, istinbat ve istihraca açık o kadar çok
malzeme var ki, bunları bugün yapacağımız içtihat ve istinbatlara menat yaparak
günümüzü aydınlatabilir ve günümüz insanının problemleri adına çok farklı
çözümler ortaya koyabiliriz. Fakat evvela bizde güçlü bir heyecanın
canlandırılması ve imanı hayata gaye yapma duygusunun oluşturulması gerekir.
Ancak bundan sonra insanlar her bir Kur’ân âyetini kendilerine hitap ediyor gibi
okuyacaklardır. Meselâ Nûr sûresindeki:

إِنَّ الَّذِينَ جَۤاءُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لَا
تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا
اكْتَسَبَ مِنَ الْإِثْمِ


“O iftirayı atanlar, içinizden bir gruptur. Bu hâdiseyi hakkınızda şer
sanmayın; belki sizin için hayırlıdır o. Onlardan her biri için kazandığı günah
vardır.”
(Nûr sûresi, 24/11) âyet-i kerimesi, Âişe Validemiz’e yapılan
çirkin iftirayı ele alıyor. Fakat Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan kıyamete kadar
gelecek bütün insanlara hitap ettiğinden biz kendimize şu soruları sorabiliriz:
“Acaba gözümüzün nuru, başımızın tacı, hane-i saadetteki kadınlık âleminin en
büyük muallime-i kübrası mübarek annemize ve aynı zamanda dinin kaynağına
yapılan böyle bir iftira karşısında Resûl-i Ekrem Efendimiz’in genel tavrı bize
ne anlatıyor? Acaba Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in her meselede durduğu gibi böyle
bir mesele karşısındaki o dik duruşundan çıkarmamız gereken dersler nelerdir?
Ümmü Ruman validemizin bu mevzu karşısındaki duruşu bize nasıl bir mesaj
veriyor? Hâsılı bu âyet bize ne anlatıyor, ne ifade ediyor?” İşte “vira
bismillah” deyip bütün Kur’ân’ı baştan sona bu bakış açısıyla okuyup anlamaya
çalışmalıyız.


Yine bir misal olması açısından arz edeyim: Bakara sûre-i celîlesinin
başında, Cenâb-ı Hak:

الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى
لِلْمُتَّقِينَ

“Elif, Lâm, Mîm. İşte (o eşsiz, mucize) Kitap: Onun
(Allah tarafından indirildiği ve baştan sona hakikatler mecmuası olduğu)
hakkında hiçbir şüphe yoktur. O, muttakiler için ayn-ı hidayet bir yol
göstericidir.”
(Bakara sûresi, 2/1-2) âyet-i kerimeleriyle Kur’ân-ı
Kerim’in müttakilere hidayet kaynağı olduğunu ifade buyuruyor. Sarf ve nahiv
âlimleri buradaki hidayetin mânâ-yı mastari olduğunu söylerler. Dolayısıyla
burada anlaşılması gereken Kur’ân’ın potansiyel olarak bir hidayet kaynağı
olduğudur. Hâsılün bi’l-mastar diyebileceğimiz, bu meselenin pratik hâline
gelmesi meselesi ise daha sonraki âyetlerde anlatılır. Şöyle ki; bir sonraki
âyet-i kerimede:

اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ

buyurarak gaybî hakaike
yani esmasıyla malum, sıfâtıyla muhat, Zât’ıyla Mevcud u Meçhul O Zât-ı Baht’a
iman etme, evsaf-ı celîlesiyle O’nu tanıma ve esma-i sübhaniyesiyle O’nu tebcil
ve takdir etme üzerinde durulmaktadır. Âyet-i kerimenin devamında ise:

وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ

“Namazı ikame ederler.”
buyrulmaktadır. Burada يَجْعَلُونَ الصَّلَاةَ veya يُصَلُّونَ الصَّلَاةَ denilmeyip, “ikame” lafzının
kullanılması ile, namazın mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun; âdeta ilm-i
ilâhîdeki şekil, şart ve rükünlerine muvafık bir şekilde ve aynı zamanda hudû ve
huşû içinde, kişinin kendinden sıyrılıp maiyyet şuuru ve Allah karşısında derin
bir konsantrasyon duygusu içinde namazın âbidesinin ikame edilmesi gerektiği
anlatılıyor.


Daha sonra ise:

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Kendilerine rızık
olarak verdiğimiz nimetlerden hayır yolunda infak ederler.”
buyruluyor.
Buna göre Allah’ın ihsan buyurduğu nimetlerin hakkını vermek gerekiyor. Eğer
Cenâb-ı Hak bize mal ihsan ettiyse, muhtaçlara onun hakkı verilmelidir. İlim
lütfettiyse ettiyse, verilen o nimet ilim yolunda harcanmalıdır. Fikir ve
düşünce kabiliyeti vermişse, fikir sancısı çekerek, öz beynimizi burnumuzdan
kusarak düşüncenin hakkı verilmelidir. Şefkat duygusu ihsan etmişse, insanlığı
kazanma adına son kertesine kadar onun da hakkı verilmelidir.


Bütün bunlardan sonra şöyle buyruluyor:

وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ
قَبْلِكَ

“Hem sana indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen
kitapları tasdik edip iman ederler.”
Yani inzal zamanı itibarıyla onu
temsil eden insanların veya ümmetlerin bu kitapları tam temsil ettikleri
dönemler itibarıyla sizden evvel inen o kitapların da inme hakkaniyetlerine iman
ederler, diyor. Müttakilerin bir diğer özelliği olarak ise:

وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

“Ahirete de kesin
olarak inanırlar.”
buyruluyor. Burada, يُؤْمِنُونَ denilmeyip يُوقِنُونَ buyrulması, müttakilerin ahiret hakkında tam bir
yakîn sahibi olmaları gerektiğine işaret içindir. İcmalî olarak arz ettiğim
bütün bunlar nazarî Müslümanlığın, potansiyel hidayetin realize edilmesi adına
önümüze serilen hususlardır.


Cenâb-ı Hak bu şekilde müttakilerin vasıflarını anlattıktan sonra şöyle
buyurur: أُولٰۤئِكَ İşte ey habibim! Nereden bakılırsa bakılsın her
yönleriyle müstesna olan bu simalar, dırahşan çehreler, âbide şahsiyetler, iman
ve İslâmiyetle serfiraz olan şu kamet-i bâlâlar var ya, “işte bunlar”:

عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ

“Rabbilerinden dosdoğru bir
yol üzerindedirler.”
Bunlar, nazarînin ifade ettiği hakikatleri diyanetle
güçlendirmiş, derinleştirmiş ve hayatlarının bir buudu hâline getirmişlerdir.
Onlardaki iman hakikati, pratiğe dönüşmüştür:

وَأُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“İlle de bir
kurtuluştan bahis söz konusuysa, işte kurtulanlar da bunlardır.”


Dar bir meâl çerçevesinde, basit ve kısaca yukarıdaki âyetlerin mealini arz
etmeye çalışmamın sebebi şudur: Kur’ân’ı, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ’den مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ ’e kadar, mânâ tabakalarına
inerek, derinlemesine üzerinde düşünerek yeni bir dip dalga ile baştan sona
müzakere ve mütalaa etmeliyiz. Öyle ki, “Allah’ım, Senin müstesna ve muhtevası
engin olan o mükemmel kitabına uymaya çalışıyor; bu istikamette cehd ve gayrette
bulunuyor ve bu işi yaparken de ins ü cin şeytanlarından Sana sığınıyoruz.”
mülâhazasıyla dinin bize tahmil ettiği esasların neden ibaret olduğunu baştan
sona ele almamız gerekiyor.


Kur’an’ın Aydınlık İkliminde Yeni Ufuklara


Hz. Pîr, Kur’ân’ı, Allah’tan dinliyor gibi veya Cibril-i Emîn’den dinliyor
gibi ya da Hazreti Sadık u Masduk’tan dinliyor gibi okumak gerektiğinden
bahsediyor. Şayet bir insan Kur’ân’ı, Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibiyse,
bu çok ciddi bir meseledir. Kur’ân’ı böyle okuyan bir insan, onun bir kelimesini
duyduğunda, onu on defa aklında evirip çevirir, sonra da o kelimeyi aklının
bütün nöronlarına emanet eder. Kortekse, “sen biraz bekle, ben yeniden sana
müracaat edeceğim” der. Bir dosyayı karıştırıyor veya kurcalıyor gibi onu alıp
bir kere daha baştan sona kadar gözden geçirir. Kur’ân’a bu nazarla
bakıldığında, hayatın ferdî, ailevî, içtimaî ve kültürel bütün alanlarıyla
alâkalı problemlerimizi ve onların çözüm yollarını onun içinde bulmak mümkündür.


Selef-i salihîn –Allah ebeden onlardan razı olsun– kendi dönemlerinde mevcut
ilimleri ve tekvînî ilimlerin inkişafını çok iyi değerlendirmiş ve şartların
müsaade ettiği ölçüde Kur’ân’ı anlamaya çalışmışlardır. O gün itibarıyla ne
teleskop ne mikroskop ne de x ışınları vardı. Ama Cenâb-ı Hak bugün bize bu
imkânları bahşetmiştir. Bunun yanında size duyup hissettiğiniz ve içinize
sindirdiğiniz bu meseleleri dünyanın dört bir yanına da duyurmak için
televizyon, internet gibi nice imkânlar lütfetmiştir. Bence, bütün bu imkânları
değerlendirerek sahabeye yetişmek için canla başla çalışmak gerekir. Onlar
hicret-i seniyyenin 40. senesinde Sindabat’a ulaşıyor, 80. senesinde Horasan’a
hâkim oluyorlar. Ahnef İbn Kays’ın karşısında bozguna uğrayan Moğol orduları
“Bunlarla savaş olmaz!” diyorlar.


Elbette ki bugün biz, kılıç, kama, ok ve yayla değil; Kur’ân’ın elmas
düsturlarıyla, tabiatımıza mâl olmuş insanî değerlerimizle, inkıtaa uğramayan
temsildeki gücümüzle, her zaman aynı istikameti sergileyen müstakim tavır ve
davranışlarımızla böyle bir seviyeyi yakalayabilmek için uğraşmalı ve Kur’ân’a
ait güzellikleri bütün dünyaya duyurmaya çalışmalıyız. Fakat daha öncesinde,
mânâ ve muhteva noktasından meseleyi kendi aramızda çözüp halletmemiz gerekiyor.
Yoksa camilerde sadece bir mukabele okumakla böyle bir hedefe ulaşılamaz. Bu
ifadelerimle camilerde mukabele okunmasını hafife alıyor değilim. Bu çok güzel
bir âdettir. Ama asıl, “Okunan bu âyetlerdeki murad-ı ilâhî ve maksad-ı sübhani
nedir?” deyip işin özüne, mânâ ve muhtevasına ehemmiyet verilmesi gerektiği
kanaatindeyim.


İşte bütün bunların müzakere meclislerinde uzun boylu ele alınması, müşterek
akılla tahlile tâbi tutulup ortaya konulması gerekir. Bu yapılabildiği takdirde,
duygu ve düşünce dünyamız itibarıyla bir kez daha yenilenecek, yeni ufuklara
açılacak ve günümüzün bize yüklediği o tarihî sorumluluğu yerine getirmiş
olacağız.