Lağviyat Karşısında Mü’mince Duruş

Lağviyat Karşısında Mü’mince Duruş
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Kur’ân-ı Kerim’de değişik yerlerde “lağv” ifadesine dikkat çekilerek mü’minlerin ondan yüz çevirmeleri, uzak durmaları isteniyor. Lağv ne demektir, hangi söz ve fiiller lağviyata girer?


Cevap: Lağv kelimesi; insana dünyevî-uhrevî, maddî-mânevî herhangi bir faydası dokunmayan, gereksiz, boş, malayani, fuzulî söz ve fiillere denir. Ayrıca o, herhangi bir bilgi ve tefekküre dayanmaksızın, sırf dine ve dindarlara karşı hakaret ve istihzada bulunma maksadıyla ortaya konan incitici, çirkin söz ve davranışlar mânâsına da gelmektedir. Şimdi isterseniz âyet-i kerimelerden misaller vermek suretiyle bu mevzuu bir nebze açmaya çalışalım.


Bir Kelimeyle Batma


Mü’minûn sûre-i celilesinde, hakiki ve kamil mü’minlerin vasıfları anlatılırken

وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

(O mü’minler), her türlü boş, faydasız ve mânâsız söz ve davranışlardan yüz çevirir ve uzak dururlar.” buyurulmaktadır. Evet, mü’min maddî-mânevî herhangi bir kazancı olmayan söz, fiil ve davranışlardan uzak durur. Çünkü o, âhireti peyleme mevzuunda zamanı öyle kullanmalıdır ki, yaşadığı zaman dilimi, ahirette ona Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdalu’t-tahiyyât ve ekmelü’t-teslîmât)’la bir sofranın başında oturma ve Allah’ın (celle celâluhu) rızasına erip cemali ba kemalini müşâhede etme lütfu şeklinde kendine geri dönsün. Bundan dolayı o, vaktini ya kitap okuyarak, dua ederek, sohbet-i cânan eksenli müzakere ve musâhabelerde bulunarak veya hak ve hakikat yolunda hizmet ederek, hizmete engel teşkil eden problem ve açmazları ortadan kaldırmak için çözümler üreterek geçirir ki, bunların hepsi birer ibadet sayılır. Çünkü doğrudan hizmet etmenin yanı başında, hizmeti kolaylaştıracak ameliyelerde bulunma da bir hizmettir. Böylece mü’min, bu türlü hayırlı işlerle vaktini geçirmek suretiyle boş yere konuşmamış, zamanını israf etmemiş, faydasız iş ve meşguliyetlerle kalb ve ruhunda yaralar açacak bir duruma sebebiyet vermemiş olur.


Zira insan laubalice konuşmalar, boş lakırdılar, düşünülüp taşınılmaksızın ağızdan çıkan söz ve lafızlarla hiç farkına varmaksızın kalb ve ruhunda yaralar açıp latîfelerini öldürebilir. Bu noktada, çok tekerrür etse de önemine binaen ve mevzuumuzla alâkalı kısmına dikkat çekerek Hazreti Pir’in bu konudaki o veciz ifadesini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. O diyor ki: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” Demek ki, yerinde, fuzuli bir konuşma, tek bir kelime dahi insanın helakine, kayıp gitmesine sebebiyet verebilir. O halde bize düşen “Leylî sözü söyle yoksa hâmûş! – Sevgiliden söz et, aksi halde sus!” ifadeleriyle dile getirilen hakikati hayatımıza hayat kılmak yani ya sürekli Sevgili deyip inlemek veya sükût etmek olmalıdır. Zaten İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), Efendimiz de kendisine atfedilen mübarek bir sözde mü’minin sözünün hikmet, sükûtunun da tefekkür olması gerektiği tavsiyesinde bulunmuyor mu? O hâlde ağzımızı açıp bir şey konuştuğumuzda ya din-diyanet adına, ülke ve ülkümüz hesabına bir fayda sağlayacak, bir mânâ ifade edecek şeyler konuşmalı veya bu faydaları temin edecek meseleleri tefekküre dalarak sükûtumuzu bir tefekkür zemini hâline getirmeliyiz. Zaten insanın konuşmadan önce konuşacaklarını düşünmeye ihtiyacı vardır. Evet, yutmadan önce çiğnemek ne ise konuşmadan evvel düşünmek de odur. İnsan, ağzındaki lokmayı çiğnemeden yutmaya kalkışırsa vücudunda değişik komplikasyonlara sebebiyet verebilir ve hatta bu sebeple hayatını kaybedebilir. Aynen öyle de düşünülüp taşınılmaksızın ağızdan çıkan bir söz, yerine göre insana öyle bir zarar verir ki, insan o tek bir sözle latîfelerini soldurup öldürebilir.


Hilm u Silm Kahramanları


Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız hususlar lağvın ilk mânâsıyla ilgiliydi. Lağvın ikinci mânâsıyla alâkalı ise Kasas Sûresi’ndeki şu âyet-i kerimeyi zikredebiliriz. Âyette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “

وَإِذَا سَمِعُوا اللَّغْوَ أَعْرَضُوا عَنْهُ وَقَالُوا لَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ لاَ نَبْتَغِي الْجَاهِلِينَ

(Mü’minler) boş, mânâsız, çirkin sözlere maruz kaldıklarında (aynıyla mukabeleden uzak durup) yüzlerini çevirir ve o sözleri sarf edenlere şöyle derler: “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size. Biz, sizin için de ancak iyilik ve selamet dileriz. Ne var ki biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz.” (Kasas Sûresi, 28/55). Âyet-i kerimede açıkça ifade edildiği üzere, mü’minler, sevimsiz, nahoş söz ve tavırlara maruz kaldıklarında hemen karşılık vermek yerine o çirkinliklere karşı kulak kapatır, göz yumar, söylenenlere aldırış etmeksizin, “Bizim işimiz bize, sizinki de size.” der, yüksek ahlâk ve seciyelerinin gereğini ortaya korlar. Sonra da; “Biz cahillerle arkadaşlık etmeyi arzulamayız!” diyerek cehalete karşı belli bir tavır içerisinde olduklarını ifade edip âlicenâbâne bir tavırla oradan geçip giderler.


Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan bu ilâhî emriyle inanan insanları muhtemel tehlikelerden korumuş olmaktadır. Şöyle ki, Müslümanlar karşı tarafın sergilediği cahilane tavırlara karşı aynıyla mukabelede bulunacak olurlarsa, hiç istemeseler de, onların dengesiz ve ölçüsüz sözleri karşısında günümüz ifadesiyle provoke olunabilecek bir zemine kayabilirler. Tahrik söz konusu olunca da onların seviyesine düşme gibi bir irtifa kaybı yaşayabilirler. Hâlbuki değişik vesilelerle ifade edildiği üzere, edep ve hürmetten mahrum nadanlar ne derlerse desinler, biz her zaman karakterimizin gereğini sergilemeli, üslûbumuzu namusumuz bilmeli ve bu mevzuda asla fedakârlıkta bulunamayacağımız, taviz veremeyeceğiz ortaya konulmalıdır.


Bundan dolayı hilm u silmin temsilcisi bir mü’minin, bu tür naseza, nabeca sözlerle karşılaştığında, onlara cevap vermek yerine o kem sözleri sahibiyle baş başa bırakıp orayı hemen terk etmesi daha muvafıktır. Çünkü bile bile gerçeği inkâr edip seviyesiz bir üslûpla mugalâtalara giren bir kişiye olumlu herhangi bir şey anlatabilmeniz mümkün değildir. Orada durmak hak ve hakikate fayda getirmekten ziyade zarar verir. Çünkü biraz önce de ifade edildiği üzere çirkin ve incitici bir üslûpla hissiyatınıza hitap eder ve siz hiç istemeseniz de, o tür bir seviyesizliğin içine çekilmiş olursunuz. Hâlbuki mekân değişikliği yapmak, o gergin ve sıkıntılı ruh haletinden sıyrılma adına önemli bir faktördür. Siz o tür bir durumla karşı karşıya kaldığınızda onları Allah’a havale edip yüz çevirir ve o mekândan ayrılırsanız iradenizin hakkını vermiş ve hissiyatınızı baskı altına almış olursunuz. Başka bir âyet-i kerimede bu husus nazara verilip inanan gönüller şöyle ikaz edilir:

وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي آيَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ

Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırla münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir konuya dalıp gidinceye kadar kendilerinden yüz çevirip uzak dur!” (En’am Sûresi, 6/68) Evet, dinle, diyanetle, dindarla alay edip durulan bir yer gazab-ı ilâhiye müstehak bir mekândır ve bundan dolayı mü’min bu durum karşısında onlarla aynı mekânı paylaşmamalıdır; paylaşmamalı ve kendine yakışır bir üslûpla, rahmet-i ilahîden mahrum o mekânı terk etmelidir.


Omuzlarımızda Yılların İhmali


Böyle bir ortamda bulunmayı sürdürme ancak şu şartla kabul edilebilir: İnanan bir fert olarak eğer biz, kendi renk ve kendi desenimizi işleyebilme imkânı bulabilecek veya bize o fırsat verilecekse ancak o takdirde böyle bir mekânda kalmaya katlanabiliriz. Hatta farklı bir açıdan şunu da söyleyebiliriz: Şayet biz kendi iç dünyamıza ait güzellikleri sergileyip bir sevgi ortamı oluşturma fırsatı yakalayabileceksek gerektiğinde insanların eğlenmek ve vakit geçirmek için bir araya geldiği platformları dahi değerlendirir, insanî derinlik ve mânevî güzelliklerimizi o mekânlarda da seslendirmeye çalışırız. Burada önemli olan niyetin sağlam ve sıhhatli olmasıdır. Evet, niyetimizin safvet ve duruluğunu muhafaza şartıyla farklı kültür, farklı anlayış ve farklı dünya görüşüne sahip insanlarla bir araya gelir, onlarla aynı mekânı paylaşır ve iç dünyamızın güzelliklerini, ruhumuzun ilhamlarını muhataplarımıza duyurmaya çalışırız.


Çünkü bir dönem böyle bir tavır sergilenemediğinden farklı kesimlere ulaşılamamış ve bunun neticesinde bütün bir toplum olarak dağınık, perişan ve derbeder bir duruma düşmüşüzdür. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “

اذْكُروُا محَاسِنَ مَوْتَاكُمْ، وَكُفُّوا عَنْ مَسَاوِيهِمْ

– Ölmüş gitmişlerinizin iyi ve güzel yanlarını yâd edin, kötülüklerini sayıp dökmekten sakının!” (Ebu Dâvud, Edeb 50) buyurduğundan bu hususla alâkalı daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Fakat hâlihazırda el uzatılmamış ve bundan dolayı imanın, Kur’ân’ın güzelliklerinden mahrum kalmış insanları gördükçe kelam-ı nefsiyle bir iç sorgulamadan kendimi alamadığımı da itiraf etmeliyim. Evet, içten içe, “neden?” deyip inliyorum:


“Neden âfak-ı âlem temâşâ edilerek üzerimize düşen vazife tam olarak belirlenemedi?
Neden bu önemli vazife, olması gereken ölçüde, kamet-i kıymetine göre yerine getirilemedi?
Neden böyle mühim bir mevzuda âhesterevlik edildi?
Neden, neden, neden?…”
Nedenler uzayıp gidiyor ve inanın bütün bu “nedenler” birer zıpkın gibi gelip gelip kalbime saplanıyor.


Bütün bunları huzurunuzda dile getirirken esasında benim asıl maksadım şu derdimi ifade etmekti: Gelin, geçmişimizi sorgulamak yerine bu korkunç vebalin bir kere daha işlenmemesi ve arkadan gelen nesillerin mahvedilmemesi için biz kendimize düşen sorumluluğu yerine getirelim. İslâm’ın ruhunu ikame adına, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye’den ayrılmaksızın, gerektiğinde yarı belimize kadar bataklığa girme pahasına, uzatabildiğimiz herkese ellerimizi uzatıp kurtarma cehd ve gayreti içinde olalım. Evet, bir taraftan Mevlâna ifadesiyle ayağımızın birini sağlam zemine basıp merkezden kopmayalım, diğer yandan da gönüllere diriliş nefhetmek ve kurtarılmayı bekleyen nesillerin imdadına yetişmek için koşabildiğimiz her yere koşup olabildiğimiz her yerde olmaya çalışalım.


Ve Rahman’ın Has Kulları


Elbette ki bu yolda koşarken hiç beklemediğimiz, ummadığımız, hesap etmediğimiz şekilde sert, haşin, cahilce muamele ve tavırlarla karşılaşabiliriz. İşte o zaman Furkan sûre-i celilesinde tavsif edilen Rahman’ın has kullarının sıfatlarını hatırlayacak ve o cahillerin lağviyatına ehemmiyet vermeksizin, aldırış etmeksizin yolumuza devam edeceğiz. Evet, Furkan Sûresi’nde vakar, ciddiyet, mahviyet ve tevazu içinde, yani oturuşları, kalkışları, bakışları, gezişleri kısaca bütün tavır ve davranışlarıyla mü’minliğe yakışır bir tavır ortaya koyan Rahman’ın kulları şöyle anlatılır:

وَعِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الأَرْضِ هَوْنًا وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلاَمًا

Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örne¬ğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler. Cahiller kendilerine sataşınca da ‘selâm’ der geçerler.” (Furkan Sûresi, 25/63) Âdeta gökteki meleklerin yeryüzünde insan şeklinde temessül etmiş bir örneği olan o Rahman’ın has kulları, yürüyüşlerine, ahval ve gidişatına bakıldığında dikkatleri çekecek kadar yumuşak, kibar, nazik ve beyefendi oldukları görülür. Dışa akseden bu tavırlar, onların tabiî hâlleridir. Çünkü onlar, iç dünyalarının balans ayarını zaten bu anlayışa göre kurup, bu anlayışa göre ayarlamışlardır. Evet, iç ve dış dünyaları itibarıyla tam bir bütünlük arzeden o ibadürrahman, Allah’ı bilmeyen veya bildikleriyle amel etmeyen o cahillerle karşılaşıp muhatap olduklarında emniyet, güven ve esenlik insanı olduklarını, kendilerinden onlara bir zarar dokunmayacağını ifade eder ve muhatapları tahrik edebilecek her türlü tavır ve davranıştan uzak dururlar.


Aslında bütün bunlar günümüz insanı için son derece önemli hakikatlerdir. Evet, günümüz Müslümanları olarak bizler, bu düsturları rehber edinerek birer Mevlâna, Yunus Emre ve Hazreti Pir-i Mugan gibi hareket edip karakterimizin gereğini sergilemeliyiz. Bu istikamette kimseyle bir kavga ve hesabımız olmadığını, gizli ajandalarımızın bulunmadığını, herkese bağrımızı açık tuttuğumuzu ihtiyaç tekerrür eden her durumda bıkıp usanmaksızın ifade etmeli ve böylece İslâm’ın bir esenlik dini olduğunu göstermeliyiz.