Mefkûre Muhacirleri ve Onlara Sahip Çıkan Civanmert Gönüller

Mefkûre Muhacirleri ve Onlara Sahip Çıkan Civanmert Gönüller
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hazreti Lut’tan sonra peygamberlerin güçlü aileler
arasından gönderilmesi esprisine bağlı olarak, bütün sermayeleri ihlâs ve
samimiyetten ibaret bulunan günümüzün hicret kahramanları için, hizmetin şahs-ı
mânevîsi bir rükn-i şedid sayılır mı? İzah eder misiniz?


Cevap: Hz. İbrahim’in yeğeni olan Hz. Lut
(aleyhisselâm), bugünkü Lut Gölü havzasında yer alan ve içlerinde Sodom ve
Gomore’nin de bulunduğu muhite peygamber olarak gönderilmişti. Çağımızda bazı
ülkelerde tecviz edilen hatta insan haklarını korumanın bir gereği gibi
algılanarak hakkında kanunlar vaz’ edilen bir fiil-i müstehcen o muhitte çok
yaygınca irtikâp ediliyordu. Kur’ân-ı Kerim siyak ve sibak esprisine bağlı
olarak değişik âyet-i kerimelerde farklı versiyonlarıyla bu hususu anlatmıştır.
Cenâb-ı Hak, onların helak edilmesinden önce bir mucize olarak Hz. Lut’a (alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) melekleri göndermiştir. Melekler de bütün
görkem ve çalımlarıyla gökçek yüzlü birer insan şeklinde son bir imtihan unsuru
olmak üzere Hz. Lut’un yanına gelmiştir. Bu duruma şahit olan Lut’un kavmi,
onlara karşı da saldırganlık tavrına girince artık söz ve nasihat bitmiş, o
azgın topluluk bütün bütün imtihanı kaybetmiş ve yerin dibine batırılmışlardır.
Cenâb-ı Hak gök taşlarıyla veya gökten gelen meteorlarla recm ederek onları
cezalandırmıştır.


İşte bu kavim içindeki o tefessüh etmiş fertler, Hz. Lut’un yanına gelen
melekleri görünce, o müstehcen fiili işlemek için ağızlarında salya, harıl harıl
koşarak geldiklerinde Hz. Lut (aleyhisselâm) bu manzara karşısında şöyle
demiştir:

لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ اٰوِۤي إِلٰى رُكْنٍ
شَدِيدٍ

“Ah keşke size karşı yetecek bir gücüm olsaydı veya sağlam bir
rükne dayansaydım.” (Hûd sûresi, 11/80) Her halde o büyük peygamberin yerinde
kim olsa böyle söylerdi. Fakat hiç kimse bir peygamber gibi bu meseleyi bu
ölçüde gayet mevzun bir şekilde vaz edemezdi. Bu münasebetle Resûl-i Ekrem
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Lut’un orada mütecavizlere karşı
acz u fakrının bir dua gibi kabul edildiğini ifade sadedinde şöyle buyurmuştur:

فَمَا بَعَثَ اللّٰهُ تَعَالَى مِنْ بَعْدِهِ نَبِيًّا اِلَّا فِي
ثَرْوَةٍ مِنْ قَوْمِهِ

“Allah ondan sonra her peygamberi kavminden
kalabalık bir cemaat içinde gönderdi.” (Tirmizî, Tefsir 13) Yani Cenâb-ı Hak,
Hz. Lut’tan (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) sonraki peygamberleri bir
kabile ve aşiret içinde göndererek, kavmi kendisine hücum ve saldırıda bulunduğu
zaman, mütecaviz ve saldırganların hemen ona ulaşmasına imkân vermemiş, kabile
ve aşiretiyle o peygamberi koruma altına almıştır.


Esbabın Perdedarlığı ve İnayet-i İlâhî


Meselâ İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) Mekke’de çok güçlü
olan Benî Haşim’dendi. Dedesi, Abdülmuttalib, Mekke’de müşarun bi’l-benan yani
parmakla gösterilen bir insandı. Abdülmuttalib’in vefatından sonra onun yerine
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in amcası Ebu Talib geçmişti. Allah Resûlü (aleyhi
ekmelüttehâyâ) çocukluk ve gençliğini onun vesâyetinde geçirmişti. Dolayısıyla
Efendimiz’e bir fiske vurma meselesi dahi bütün Benî Haşim’i ayaklandırmaya
yeterdi. Bunun için Mekke müşrikleri, Peygamber Efendimiz’e (aleyhi elfü elfi
salâtin ve selâm) saldırmaktan korkuyorlardı. İşte Allah (celle celâluhu)
sebepler âlemi içinde icraat-ı sübhaniyesine esbabı bu şekilde perde kılıyor ve
böylece Habib-i Edib’ini himaye ve sıyanet buyuruyordu.


Yasin Sure-i Celilesi’nin ikinci sayfasında anlatılan hadiseyi de bu mevzu
ile ilgili düşünebiliriz. Burada Cenab-ı Hak, tefsirlerin çoğuna göre Antakya
olduğu ifade edilen şehre iki elçi gönderdiğini ancak belde halkının bu elçileri
yalanladıklarını ifade ettikten sonra şöyle buyuruyor:

فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ

“(Onları) bir üçüncü ile
destekledik.” (Yasin Suresi, 36/13) Cenab-ı Hak üçüncü bir elçi göndermekle,
onların kuvve-i maneviyelerini takviye ediyor ve onlara yalnız olmadıklarını
göstermiş oluyor. Zira ikiye üçüncünün eklenmesi, gerektiğinde bir dördüncüsünün
de gelebileceğini gösterir. Böylece onlar bu taziz sayesinde tebliğ vazifelerini
daha rahat yapma imkânına kavuşmuş olurlar ki, bu da onlar için bir rükn-ü şedid
sayılır. Peygamberler tarihine bakıldığında söylediğimiz bu hususa delil
olabilecek daha başka misaller de zikredilebilir. Biz bu misalleri o sahanın
mütehassıslarına havale edip sorunun ikinci kısmına geçmek istiyoruz.


Evet, günümüzün karasevdalıları, adanmış ruhlar da yüreklerinde insanlık aşk
u muhabbetiyle dünyanın dört bir yanına seferler tertip ediyorlar. Bazen oluyor
ki, bir ülkeye birkaç kişi hatta bazen tek başına bir insan gidiyor. Bunlar
gittikleri ülkelerde çok farklı kültürlerin çocuklarıyla karşı karşıya
kalıyorlar. Muhatapları farklı ortamlarda yetişmiş ve farklı değerleri olan
insanlar. Farklı dili konuşuyor, farklı dinlere inanıyor, farklı değerleri öne
çıkarıyorlar. Dolayısıyla bu insanlar farklı ortam ve farklı coğrafyalarda
değişik zorluk, sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalabilirler. İşte bu noktada
soruda dikkat çekildiği üzere hizmetin şahs-ı mânevîsi onlar için bir rükn-i
şedid yani yıkılmaz, sağlam bir dayanak, güvenilir bir liman olabilir. Zaten bu
harekete destek veren Anadolu insanı, hatta siyasî inisiyatifi elinde bulunduran
bir kısım devlet ricali gittikleri her yerde hizmet etmeye çalışan bu
arkadaşlara sahip çıkmışlardır. Aynı şekilde yatırım için oralara giden,
oralarda iş yapan insanlar da bu arkadaşların yalnız olmadıklarını gösterecek
ölçüde onlara destek olmuştur. Böylece bu arkadaşlar, bize sahip çıkılıyor duygu
ve düşüncesi içerisinde, gittikleri yerlerde kendilerini yalnız hissetmemiş, bu
durum da muhatap oldukları insanlar üzerinde çok olumlu tesirler meydana
getirmiştir.


Gönüllere İnşirah Salan Dil Olimpiyatları


Bu açıdan bakıldığında her yıl ülkemizde tertip edilen dil olimpiyatları da
dünyanın dört bir yanında hizmet eden hizmet erleri için bir rükn-i şedid
sayılabilir. Çünkü çok farklı ülkelerden gelen öğrenciler Türkçe konuşuyor,
konuştukları bu dille sevgi, barış ve hoşgörü adına insanlığın özlediği ve
beklediği bir manzara ortaya koyuyorlar. Halkı ve devlet ricaliyle ülkemizin
insanı da bu öğrencilere ve onlara vesile olanlara yürekten sahip çıkıyorlar.
Her sene daha da genişleyen bir daire içinde icra edilen bu aktivitelere eskiden
sadece İstanbul ve Ankara ev sahipliği yaparken, şimdilerde Bursa, Balıkesir,
Edirne, Kayseri, Konya, Van, Sivas, Denizli, Trabzon, Adana, Erzurum, İzmir,
Kırklareli, Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Karaman, Afyon, Samsun, Mersin,
Antalya, Sakarya ve daha başka iller de bu olimpiyatlara sahip çıkıyorlar.
Önümüzdeki yıllarda kim bilir daha kaç vilayet bu aktivitelere kucak açacak ve
böylece dünyanın dört bir yanından gelen öğrenciler, gelecek adına ümit vaad
eden şiir, türkü ve şarkılarıyla içlere inşirah salmaya devam edecek. İşte
içlerinde idarecilerin de bulunduğu bütün bir milletin bu işin arkasında durup
ona alkış tutması dünyanın değişik yerlerinde hizmet veren arkadaşların kuvve-i
mâneviyesini takviye edecek ve onlar için bir moral ve güç kaynağı olacaktır.

Mevzu ile alâkalı ayrı bir husus olarak şunu da ifade etmek istiyorum:
Seyyidina Hz. Lut’un

لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ اٰوِۤي إِلٰى رُكْنٍ
شَدِيدٍ

sözünden hareketle şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: Allah
yolunda mücahede ve mücadelede bulunan herkes mutlaka arkasını sağlam bir
dayanağa dayamalıdır. Zira kuvve-i mâneviyenin takviye edilmesi ve muhatapların
güveninin kazanılması adına bu güveni verebilecek bir kuvvet kaynağının, bir
dinamonun bulunması çok önemlidir. Meselâ dünyanın dört bir yanında hizmet veren
eğitim müesseselerini Türkiye’deki idarecilerin samimi ve gönülden ziyaret ve
destekleri, bu fedakâr insanların her zaman arkalarında olduklarını ifade
etmeleri, aktivitelerine iştirak etmeleri şimdilerde zılliyet planında bir dünya
hâdisesi hâline gelmiş bu hareket için çok önemli bir takviyedir. Hiç şüphesiz
bir mü’min için en büyük dayanak Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvveti, kudret ve
inayeti, riayet ve kilaetidir. Fakat unutulmaması gerekir ki, esbab dairesi
içinde bulunuyoruz ve sebeplere riayetle mükellefiz. Dolayısıyla esbabı
görmezlikten gelemeyiz.


Bu arada şunu ifade edeyim ki, her ne olursa olsun, biz kendi duygu ve
düşüncemizi, ruhumuzun ilhamlarını başka gönüllere duyurmaya çalışırken
kesinlikle iddiadan içtinap etmeli, dayatma arzu ve temayülünden mutlaka
kaçınmalı ve hatta dayatma gibi algılanabilecek tavır ve davranışlardan uzak
durmalıyız. Fevkalâde yumuşak bir üslûpla, duygu ve düşüncelerimizi muhataplar
tarafından hüsnükabul görecek tarzda sunmaya dikkat etmeliyiz. Hatta bizim
onlara vereceğimiz güzel ve faydalı şeyler yanında onlardan da alacağımız,
istifade edeceğimiz bir kısım güzel ve faydalı şeylerin olduğunu/olacağını
unutmamalıyız. Zira günümüzde küreselleşen dünyada değişik coğrafyalarda çok
önemli şeyler inkişaf etmiş ve gelişmiş olabilir. Başkalarından alacağımız
farklı fikir ve değerlendirmeler, duygu ve düşünce dünyamızda bizi yeni
terkiplere götürebilir. O hâlde bize düşen insanlığa faydalı olabilecek her
türlü güzelliği alıp onlardan istifade etmeye çalışmak olmalıdır.


Gül Alınıp Gül Satılan Pazar Yerleri


Kendi güzelliklerimizi gönüllere duyurma meselesine gelince, bu güzellikleri
hâlimizle, eğitim sistemimizle, kültür lokallerimizle ve varsa yayın
organlarımızla arz edip ortaya koymaya çalışırız. Güzellik teatisinde bulunurken
bu durumu âdeta herkesin elindekini teşhir edebileceği bir pazar yeri hâline
getirme gayreti içinde oluruz. Böylece müşterisini bulan kıymet ve değerler,
talebe bağlı olarak insanlara ulaşmış olur. Yoksa geçmişten tevarüs edilen
değerler mecmuasını başkalarına dayatma, dayatıp tepeden bakma mülâhazasıyla
meseleleri sunma kat’iyen doğru değildir. Hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması
gerekir ki, sizin değerleriniz muhataplarınızın çok ciddi ihtiyaç duyduğu bir
keyfiyette olsa da, üslûp hatası yapıldığı takdirde, dıştan gelen her türlü
güzelliğe karşı insanlar tepki verir, tepki gösterir. İşte böyle bir tepkiye
sebebiyet vermemek için karşılıklı alışverişte bulunuyor gibi, bir taraftan
başkalarından alacağımız güzel ve faydalı şeyler olduğunu unutmamalı, diğer
taraftan da teşhir edeceğimiz güzellikleri muhatabın hoşnutluk ve kabulüne bağlı
sunmalıyız.


Aslında küreselleşen bir dünyanın böyle bir etkileşime çok ciddi ihtiyacı
vardır. Zira neticesi gidip kavgaya dönüşebilecek anlaşmazlık ve uzlaşmazlıkları
ancak karşılıklı kültür alışverişinde bulunmak suretiyle engelleyebilir;
engelleyip insanlık çapında bir sulh atmosferi oluşturabiliriz. Farklı kültür ve
medeniyetler arasında bu türlü diyalog köprüleri ve sıcak bir ortam
oluşturulmadığı takdirde, farklılık ve uyuşmazlıklar insanlığı, telafisi mümkün
olmayan kavga ve savaşlara sürükleyebilir. Günümüzde ortaya çıkacak böyle bir
kavga ve vuruşma ise, ne birinci ne de ikinci cihan harbine benzer. Hiç şüphesiz
böyle bir savaş, çok daha öldürücü ve tahrip edici olur. Zira atom bombası veya
hidrojen bombasıyla yapılan bir harbin galibi olmaz. Böyle bir savaş bütün bir
insanlığın sonu demektir.


İşte böyle bir tehlikeye karşı insanlığı korumak için; farklı anlayış ve
kültürler arasında barış köprüleri oluşturmak, bazı şeyleri onlara ulaştırmanın
yanında onlardan da bazı şeyleri almak ve böylece farklı toplum ve kültürlerin
birbirine karşı yabancı ve vahşi olmadıklarını göstermek gerekir. Bu
yapılabildiği takdirde farklı kültür ve anlayışlar arasında kavgaya götürücü ve
ciddi anlaşmazlıklara sebebiyet verici farklılıkların bulunmadığı ortaya konmuş,
yumuşama ve uzlaşmaya çok ciddi ihtiyaç duyulduğu bir dönemde insanlık adına çok
önemli ve hayatî bir hizmet gerçekleştirilmiş olacaktır.