Münafık

Münafık
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: “Mü’minlerle beraber olalım ganimet alırsak ne âlâ;
yoksa döner geliriz.” diyen iki kişi hakkında nazil olduğu rivayet edilen

“ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ
أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلَى
وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ

–Öyle insanlar vardır ki Allah’a, sırf bir
hesaba binaen, kıyıdan-köşeden bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde
ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa
yüzüstü dönüverir. O dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık
ziyanın ta kendisidir.” (Hac sûresi, 22/11) ilâhî beyanındaki

“ عَلَى حَرْفٍ ”

kaydı ne ifade
etmektedir?


Cevap: Sözlük anlamı itibarıyla “حَرْف
harf” bir şeyin kıyısı, keskin yüzü, yan tarafı; uç, sınır, kenar, hudût gibi
mânâlara gelmektedir. Mesela “harfü’l-cebel” denildiğinde “dağın kenarı, uç
kısmı, uçuruma bakan yanı” kastedilir.


Şimdi isterseniz etimolojik teferruata girmeden kelimenin bu sözlük
anlamından hareketle umumî çerçevede âyetin mânâ ve muhtevası üzerinde durmaya
çalışalım:


Bazı kimseler vardır ki, bir kısım avantaj ve imkân elde edebileceklerini
düşünerek inanmadıkları hâlde inanıyor görünür, kalben inkâr ettikleri hâlde
dilleriyle “inandık” der ve ikiyüzlü davranırlar. Bu sebeple onlar, işin
merkezinde değil de, kıyısında-köşesinde durur; menfaat ve çıkarın söz konusu
olduğu dönemlerde âdeta dini diyaneti bir ucundan tutar, “bir kenarından da olsa
İslâm’a sahip çıkıyor” şeklinde bir görüntü vermeye çalışırlar.


Bundan dolayı onların yeri Müslümanlarla müşriklerin tam ortasıdır.

“فَإِنْ
أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ

– Şayet umduğu
faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir.”,
o iki zümreden hangisine
mal mülk, maddî menfaat, makam mansıp gibi bir “hayır” isabet ederse hemen
onlara iltihak eder ve onların yanında yerini almasını bilirler. Çünkü
bulundukları nokta, gerektiğinde her iki zümrenin yanında da yer kapmalarına
müsaittir. Meselâ Müslümanlara bir ganimet isabet ettiğinde hemen koşar, onlarla
beraber olduklarını söylerler. Hatta ağızlarından çıkan laflara bakıldığında
onlar sanki “sâbikun u evvelûn”dan yani saff-ı evveli teşkil eden o ilk hasbî
kahramanlardanmış gibi bir intiba dahi bırakabilirler. Ancak


وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ

Eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü
dönüverir.”,
“Hayır, kesinlikle biz Müslümanlarla beraber değildik.”
diyerek anında onlardan uzaklaşırlar. Duruma göre farklı konuşabilmek için öyle
bir yer seçer, öyle bir noktada bulunurlar ki renklerini tespit mümkün değildir.
Renkten renge giren hâlleriyle onlar, daha çok flu ve gri bir manzara arz
ederler.


Evet, bulundukları konum itibarıyla onları ne oraya ne de buraya koyabilmek
mümkün değildir. Bir yandan bakınca işin içinde gibi görünürler. Fakat öyle bir
yerde duruyorlardır ki, başlarına bir gâile geliverse içinde görünüyor oldukları
o işten hemen sıyrılabilecek bir konumdadırlar. Zaten bir ibtila, bir imtihan
söz konusu olduğunda fırsatını bulur bulmaz iç yüzlerini ortaya kor ve “Biz bu
işin içinde yoktuk, hiç olmadık; sadece, ‘Bu Müslümanlar ne yapar ne eder neler
düşünürler, şöyle bir bakalım!’ demiştik.” türünden laflar ederler. Hatta bazen
“Onlara o kadar yakın durmamızın sebebi çevirdikleri oyunları tespit etmek
içindi.” deyip mü’minlere iftira atmak suretiyle vaziyeti kurtarmaya çalışırlar.


İşte Kur’ân-ı Kerim, çerçevesini ortaya koymaya çalıştığımız bu tipteki
karakterleri

“وَمِنَ
النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ


İnsanlardan kimi Allah’a, sırf bir hesaba binaen, bir yönden, bir kıyıdan kulluk
eder.”
sözleriyle ifade buyuruyor. Âyetin sonunda da hayatını bu şekilde
düal olarak sürdürmeye çalışan kişinin,


خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ ”

hem dünya, hem de ahirette
hüsrana uğrayacağı, bunun da


ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ

” apaçık bir ziyanın ta
kendisi olduğu haber veriliyor.


Nüzul Sebebi Hususî, Hüküm ise Umumîdir


Soruda bu âyet-i kerimenin “Mü’minlerle beraber olalım ganimet alırsak ne
âlâ; yoksa döner geliriz.”
diyen iki kişi hakkında nazil olduğu ifade
ediliyordu. Tefsir usûlünde “esbâb-ı nüzul” diye isimlendirilen bu konu hakkında
değişik zaman ve vesilelerle ifade etmeye çalıştığım bir hususu müsaadenizle bir
kez daha dile getirmek istiyorum. Bazı âyetlerin, belli şahıs ve belli
hâdiselere iktiran ederek nazil olduğu bir gerçektir. Ancak bu durum o âyetin
sadece o şahıs ve o hâdiselere has ve münhasır olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır.
Yani esbâb-ı nüzulün zikredildiği birçok yerde olduğu gibi, burada da sebeb-i
nüzulün hususî, hükmün ise umumî olduğu görülmektedir. Bundan dolayı bahsi geçen
âyet-i celîlenin, mezkûr iki münafık hakkında nazil olduğu söylense de, onun
ifade ettiği mânânın aynı kategoride mülâhaza edilebilecek, aynı durum ve
şartları paylaşan herkesi ilgilendirdiği ve onlar hakkında da hükümler ihtiva
ettiği dikkat edilmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur.


Âyetin Çağımıza Bakan Yönü


Şimdi konuya bu perspektiften bakılacak olursa, günümüzde de nifak düşüncesi
ve nifak hâkimiyetini temsil eden bu tür kişilerin bulunduğu rahatlıkla
söylenebilir. Meselâ, birtakım insanlar vardır ki, buldukları her fırsatta,
dinini tam ve kâmil bir şekilde yaşamak isteyen mü’minleri “dinci, İslâmcı” gibi
nesepsiz lafızlarla yaftalar, Müslümanlara hakaretler yağdırır; “irtica,
gericilik” der İslâm’a saldırır ve din, diyanet aleyhinde söylenmedik söz
bırakmazlar ama bu arada değişik maksat ve maslahatları temin için dil ucuyla
imana dair bir kısım şeyler de ağızlarında geveler; geveler de içlerindeki ilhad
ve inkâr düşüncesini, din ve diyanet düşmanlığını gizlemeye çalışırlar. Bir
bakarsınız, “Benim dedem de Yasin okumadan hiç yatmazdı.”, “Rahmetlik ninem de
Kur’ân’a karşı çok saygılıydı. Bir yerde mevlit okununca hiç kaçırmazdı. Hele o
ses sanatkârlarını dinlemeye bayılırdı.” türünden laflar eder ve böylece
kendilerini bütün bütün inananlardan dışlamaz ve onlara yakın durduklarını
gösterme gayretinde bulunurlar. Hâlbuki bahsettikleri mevzulardan kendilerinin
zerre kadar nasipleri yoktur, olamaz da. Çünkü bir kısım nifak ehlinin bu tür
lafları, tam da dine, dindara hakaretler yağdıran cümlelerinin hemen öncesinde
sarf ettikleri ve böylece saldırı ve hücumlarını daha inandırıcı hâle getirmek
için onları bir ön yatırım vasıtası, bir kılıf olarak kullandıkları
görülmektedir.


Evet, cahiliye döneminde olduğu gibi, günümüzde de Ebû Cehil, Utbe, Şeybe,
İbn Ebi Muayt gibi bir mânâda “mert kâfirler” vardır. Ancak günümüzde
aynı zamanda, yukarıda zikri geçen âyet-i kerimede bahsedilen şekliyle zıp
orada, zıp burada görünmeye çalışan “namert şahıslar” da söz konusudur
ve bunlar sabah akşam dine, dindara hücum edip dururken “Dindarlık sadece size
ait bir şey değil, biz de Müslümanız, bizim evimizde de dine ait şu şu işler
yapılırdı.” gibi laflar eder ve böylece büyük çoğunluğu dindar olan geniş halk
kesimini açıkça karşılarına almamayı, onlar üzerindeki itibar ve
inandırıcılıklarını bütün bütün kaybetmemeyi düşünürler.


Aslında gelgitler ağında ömürlerini tüketen bu kişiler bir orada, bir burada
bulunma telaşıyla çok defa falsolarla sarsılır, sezilme endişesiyle korkular
yaşar ve sürekli yalpa yapar dururlar. Çünkü onlar durdukları yere yakışmaz,
içinde bulundukları topluluğu kendilerinin sadık olduğuna inandıramaz ve güven
telkin edemezler. Mevcut konumlarından ayrılıp da diğer tarafa geçmek
istediklerinde, kendilerini tekrar ber tekrar ifade etme lüzumunu hisseder;
zillet içinde dil döker, mazeret beyanında bulunurlar. Dolayısıyla bunların
ahireti bütün bütün heba olup gittiği/gideceği gibi çoğu zaman dünyada da tokat
yer, haysiyetli bir insanın hiçbir zaman düşmek istemeyeceği çetin ve zor
durumlarda kalırlar.


–İnsanların teveccühünü kazanmış bir hareketin itibar
ve kredisini, şahsî çıkar ve menfaati hesabına kullanma peşinde olan kişiler de
bu âyetin şümûlüne dâhil midir?


– Sadece bu kötü niyet ve davranışlarından dolayı o tür kişilere mutlak ve
hakikî mânâda “münafık” denilemez, “halis münafık” nazarıyla onlara bakılamaz.
Çünkü bizim, yukarıda ruh portresi adına bazı yönlerine işaret etmeye
çalıştığımız nifak ehli,


وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ


İnsanlardan bazıları vardır ki, Allah’a kulluk etse de bunu sırf bir hesaba
binaen yapar.”
âyet-i kerimesinde resmi çizilip prototipi ortaya konulan
münafıklardır. Yani bir kısım avantajlar elde edebilmek için kalben
inanmadıkları halde inanıyor görünen kişilerdir.


Mevzuun daha iyi anlaşılması için münafık sıfatlarıyla alâkalı meşhur bir
hadis-i şerifi burada hatırlayabiliriz. Sahih kaynaklarda geçen o hadis-i şerife
göre İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) şöyle
buyurur:


أرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فيهِ كَانَ مُنَافِقاً خَالِصاً. وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ
مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتّى يَدَعَهَا: إذَا
أُؤْتِمِنَ خَانَ، وَإذَا حَدّثَ كَذَبَ، وإذَا عَاهَدَ غَدَرَ، وَإذَا خَاصَمَ
فَجَرَ

– Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler
bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu
bırakıncaya kadar kendisinde nifaktan bir haslet var demektir. O dört haslet
şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. Konuşunca yalan
söyler. Söz verince sözünde durmaz. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar,
haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.” (Buharî, İman 24; Müslim, İman
106)


Şimdi bu hadis-i şerif açısından meseleye bakacak olursak diyebiliriz ki,
durumu idare edecek şekilde kenarda köşede duran, vaziyete göre tavır alıp
avantaj ve çıkar peşinde koşan bu kişiler, her ne kadar çıkar ve menfaat
mülâhazaları hizmet düşüncelerinin önünde gidiyor olsa da, eğer Allah’a ve
Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanıyorlarsa bunlara kelimenin hakikî
mânâsıyla halis ve tam münafık demek doğru değildir. Ancak bu kişilerde bir
nifak sıfatının bulunduğu da bir gerçektir. Hem öyle bir gerçek ki o nifak
hasletlerinden sadece biri dahi olsa onun ağırlığını omuzlarında taşıyan böyle
bir insan her zaman kayıp sürçme veya baş aşağı yuvarlanıp esfel-i sâfilîni
boylama tehlikesiyle karşı karşıya demektir.


Bundan dolayı hizmet ederken şahsî menfaat ve çıkar mülâhazalarından her
zaman fersah fersah uzak kalma gayreti içinde olunmalıdır. Evet, asla
unutulmaması gerekir ki, eğer Cenâb-ı Hak bizi hizmet adına istihdam
buyuruyorsa, O’nun bizi istihdam buyurması, bizim için zaten en büyük şeref, en
büyük mükâfattır. Bunu böyle bilip böyle görmeli ve o şuur içinde Rabbimize
şöyle yalvarmalıyız: “Ya Rabbi! Sana binlerce hamd ü senâ olsun ki, Sen bizi
insan ve aynı zamanda mü’min yarattın. Şu anda da başımızdan aşağı sağanak
sağanak yağdırdığın lütuf ve ihsanlarınla bizi din-i mübîn-i İslâm’a hizmet etme
ortamında tutuyor, bu yolda bizi istihdam buyuruyorsun. Bizimle iyi şeyler
yapıyor, Murad-ı Sübhanin istikametinde bizi perdedar olarak kullanıyorsun. Sana
binlerce hamd ve senâ olsun. Bu bizim için en büyük bir mükâfattır.”


Beğenilme Arzusu – Alkışlanma İsteği


Bu noktada durup önemli gördüğüm bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
Hizmet ederken şahsî menfaat ve şahsî mükâfat beklentisi içinde olmayı sadece
maddî menfaat ve maddî mükâfat temini şeklinde anlamamalıyız. Alkışlanma arzusu,
iltifat beklentisi, mü’minler tarafından iyi bir mü’min olarak algılanma isteği
dahi insanın başını döndürecek, bakışını bulandıracak ve ona kazanma kuşağında
kayıplar yaşatacak hususlardır. Bu açıdan herhangi bir talep ve arzunuz olmadığı
halde gıyabınızda sizi takdir edip alkışladıkları durumlarda dahi, vicdanınızın
derinlik ve hassasiyetine göre bu takdir ve alkışlara farklı tavırlar
alabilmelisiniz. Meselâ alkışlanmadan nefret edip tiksinti duyuyor ve bundan
dolayı adınızdan-namınızdan bahsedilip alkışlanacağınız yerlere gitmiyorsanız
iradeli hareket ediyorsunuz demektir. Ancak böyle davranmayıp, ektiğiniz
tohumların başında duruyor, onları biçen, döven konumunda olduğunuzu
hissettiriyor ve bir yönüyle onlardan bir şeyler elde eden bir insan görünümünü
sergiliyorsanız, bir menfaatin peşinde sayılırsınız ki bu da bir nifak
alametidir ve bundan yılandan çıyandan kaçar gibi kaçınıp sakınmak gerekir.


Evet, insan hizmetini yapmalı, tohum atıp gitmelidir. Arkadan onu kim hasat
ederse etsin, kim biçerse biçsin, kim döverse dövsün, kim ambara koyarsa koysun
buna önem vermemelidir. Çünkü yapılan hizmetler karşılığında azıcık dahi olsa
bir alkış beklentisine girer veya elde edilen başarılar neticesinde azıcık dahi
olsa, heva ü heves kaynaklı, duygularınızı okşayan bir sevinç yaşarsanız
münafıklığa doğru bir adım atmışsınız demektir. Eğer sevinilecekse bu, tahdis-i
nimete vesile olacak bir sevinç olmalıdır. Ortaya çıkan güzel hizmetler
sonucunda, “Allah’ım Sana binlerce hamd ü senâ olsun ki, benim gibi, üzerinde
tek bir başağın dahi neşv ü neması mümkün görünmeyen böyle çorak bir araziye Sen
insanları teveccüh ettiriyor ve bu güzelliklerin meydana gelmesine beni vesile
kılıyorsun. ‘Değildir bu bana layık bu bende’, başımdan aşağı boşalan bütün bu
lütuf ve ihsanlar Sendendir Allah’ım!” demesini bilmeliyiz.


Gözyaşlarıyla Eritilen İltifat ve Alkışlar


Diğer yandan insanlar bizi tenkit ettiğinde sarsılıp üzüldüğümüz kadar takdir
edilip alkışlandığımızda da sarsılıp üzülmüyor, iltifat ve alkışlar karşısında
bir köşeye çekilip nefis muhasebesine girmiyor, “Aman Allah’ım!” deyip
istiğfarda bulunmuyor, Rabbimizden bağışlanma dilemiyorsak tehlikeli bir noktada
duruyoruz demektir. Bu konuda “Ben beni beğenmiyorum, beni beğenenleri de
beğenmiyorum.” diyecek kadar samimi olmak; yapılan takdirleri gözyaşlarıyla
eritip onları unutmaya çalışmak gerekir. Ellerimizi açıp duaya durduğumuzda
“Allah’ım bize, enbiya-i izamın yaptığı işlere denk büyük işler yaptır, o yolda
bizi istihdam buyur; buyur da Senin rıza ve hoşnutluğunu kazanalım!” isteğinde
bulunmalı fakat sadece bununla yetinmeyip; “Ey Rahmeti Sonsuz Rabbim! Onların
kapıkulu ve halayıkları kadar dahi olsa halk nazarında görünme gibi bir duyguya
bizi maruz bırakma!” diyebilecek kadar ihlâs ve samimiyet arayışı içinde
olmalıyız. Böyle bir cehd ve gayret, Allah’a karşı samimi ve vefalı olmanın
gereği; aksi ise şöyle böyle bir nifak şaibesi taşıyor olmanın ifadesidir. Evet
yaptığımız hizmet karşılığında ne nefsimiz adına “makam, mansıp, takdir, alkış,
unvan” gibi dünyevî istekler; ne de –Cennet’e girme ve Cehennem’den sıyanet
bizim için çok önemli ve hayatî olmasına rağmen– uhrevî talepler peşinde
olunmamalıdır. Bütün bunları Allah’ın lütuf ve fazlından istemeli, kulluk
mükellefiyetlerimizi bedel mülâhazasına bağlamamalı, yapıp ettiklerimizi O’nun
kapısının azad kabul etmez köleleri gibi yerine getirmeli ve neticede yaptığımız
her şeyi “Allah, Allah olduğu” için yapmalıyız.


Bir düşünün, efendisinin yanında bir köle, hükümdarının huzurunda bir
hizmetçi alkış beklentisine girer, o şekilde bir davranış sergilerse bu köle ve
hizmetçiye nasıl bakılır, nasıl muamele edilir? Peki, beşerî bir hükümdarın
yanında edep ve nezaket kıstasları vardır da, Ezel ve Ebed Sultanı’nın huzurunda
terbiye ve edep dairesi içinde bulunmanın ölçü ve kuralları yok mudur? Elbette
ki vardır. İşte alkıştan hoşlanmak, yaptığı hizmetler karşılığında dünyevî
beklentiler peşinde olmak, “Ben tesir ettim.” mülâhazalarına girmek en kibarca
ifadesiyle bir edepsizlik ve terbiyesizliktir. Hâlbuki terbiye ve edep odur ki
kul her şeyi Allah’tan bilir ve Allah için yaptığı şeylerin karşılığını da
sadece O’ndan bekler. Bu mevzuda asla başkalarına teveccüh edip el açmaz,
onlardan istekte bulunmaz. Yalnız Allah’a tevekkül edip O’na dayanır; edaniye
boyun büküp ayak takımına baş eğmez.


Hâsılı Allah’ın atâdaki engin vergileri, vâridât ve mevhibeleri varken,
alacağımız şeyleri ne diye kendi zevk, beklenti ve hazlarımızın darlığına mahkûm
ediyoruz ki! Hem, dünyadaki insanlar bizi alkışlasa ne olur, alkışlamasa ne
olur? Hiç unutmam birisi; “Falan kimse gibi acaba benim cenazemin başında da o
kadar insan toplanır mı?” istikametinde sözler sarf etmişti. Hâlbuki asla
hatırdan çıkarılmaması gerekir ki eğer o işte Allah’ın rıza ve hoşnutluğu söz
konusu değilse yeryüzündeki bütün insanlar o kişinin cenazesine gelip başına
toplansa, bu durumun yine de ona zerre kadar yararı olmaz, faydası dokunmaz.
Çünkü asıl önemli olan kulun Allah’la münasebeti ve onun nezd-i Ulûhiyet’teki
kıymet-i harbiyesidir.