O Size Küsmedi, Darılmadı!..

O Size Küsmedi, Darılmadı!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

SORU : Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ya da Üstadımız gibi büyüklerin, fert planında, bize darılıp küsmeleri söz konusu mudur? “Mâ veddeake Rabbüke ve mâ kalâ – Rabbin seni kat’iyen terk etmedi ve sana darılmadı” ilahî beyanı gibi, “Mâ veddeake Nebiyyuke…”, “Mâ veddeake Üstazuke…”yi vicdanımızda duymamız mümkün müdür?


CEVAP : Rivâyetlere göre; Peygamber Efendimize gelen vahiy bir müddet kesilmiş, Cibrîl (aleyhisselam) bu süre zarfında görünmemiş, bunun üzerine müşriklerden bazıları, “Rabbi Muhammed’e küstü, O’nu terk etti” iddiasında bulunmuşlardır. Allah Rasûlü’nü üzmek, güya O’nu ye’se düşürmek ve davasından vazgeçirmek için müşriklerin “Rabbi O’nu terketti.” demelerine mukabil Cenâb-ı Allah; “Ey Rasûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da.” (Duha, 93/3) mealindeki ayeti indirmiştir.


Allah Teâlâ’nın, Peygamber Efendimiz’e (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) darılması ve O’nu terk etmesi vâki değildir ve bir süre vahiy gelmeyişi de asla öyle bir darılmadan kaynaklanmamıştır. Allahu a’lem, Efendimizin gönlünde, vahye karşı daha derin heyecanlar uyarmak ve öteleri gözlemesi, semanın dilinin çözülmesini beklemesi mevzuundaki iştiyakını tetiklemek için bir inkıtâ olmuştur. Bir haylûlet (araya girip perde olma) şeklindeki bu inkıtâda, O’nu geleceğe hazırlama gibi bizim bilemediğimiz başka hikmetler de vardır. Dolayısıyla, bu meseleyi, kendi düşünce tarzımız, kendi anlayışımız ve kendi ufkumuz itibariyle yorumlamaya kalkarsak, o Zât-ı âlişânı kendi seviyemize indirmiş oluruz; öyleyse, onu, Allah Rasûlü’nün şahsî mülahazası ve engin ufku itibariyle ele almak lazım. Evet, değişik rivayetlerde üç, beş, dokuz hatta kırk günlük bir süre zarfında vahyin kesintiye uğradığından bahsedilmektedir. Fakat, bu mevzuyu, bir dargınlığın neticesiymiş gibi göstermek kat’iyen doğru değildir. Ayrıca, Vâkıdî ve Kelbî gibi kimseler, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) vahyin kesilmesi karşısında duyduğu teessürden dolayı dağda, bayırda gezdiğini ifade etseler, onun bazı davranışlarını kendilerince farklı değerlendirseler ve bazı modern yorumcular da onların düşüncelerini aynen günümüze taşıyarak yeniden seslendirseler bile, ben bunların hiçbirine ihtimal vermiyorum. Onlara iştirak etmediğim gibi o türlü iddiaları Efendimizi hiç tanıyamamış olmalarına delil sayıyorum. Kendisine vahiy gelmeden evvel hayatında zerre kadar dengesizlik müşahade edilmeyen bir insanın, semalarla irtibata geçtikten ve uluhiyet hakikatına o kadar aşina olduktan sonra, öyle bir ruh haleti içine girmesi kat’iyen mümkün değildir. Evet, mutlaka O da bir beşerdi, muktezâ-yı beşeriyet olarak bizde bulunan bazı şeyler O’na da ârız olurdu, fakat, O’nda asıl olarak meydana gelen şeylerin bizde yalnızca gölgeleri hasıl olduğu gibi, bizde asıl olarak bulunan şeylerin de O’nda sadece gölgesi bulunurdu.


Allah Rasûlü’nün bakışları hep ulvî alemlerdeydi; O’nun ötelere karşı tarifi imkansız bir iştiyakı vardı. Bazı insanların dünyaya bağlılığının ve dünyevîliklere tiryakiliğinin çok ötesinde O öteki alemlere bağlıydı ve bir ibadet ü taat tiryakisiydi. Cenab-ı Hakk’ın rızasına vesile olacak hususları öğrenmek ve Cebrail’le (aleyhisselam) bir kere daha sohbet-i Canan’da bulunmak için adeta can atıyordu. Nitekim, bir gün “Ey Cibrîl! Bizi (şimdiki mutad) ziyaretinden daha çok ziyaret etmene engel nedir?” demiş ve onunla daha sık bir araya gelme isteğini ifade buyurmuştu; Cibrîl-i Emin de, “Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz” (Meryem, 19/64) mealindeki ayetle ona cevap vermişti. İşte, kısa bir süreliğine de olsa vahyin kesilmesini, ötelere müteveccih ve vahiy tiryakisi bir insanın duygu, düşünce ve iştiyak enginliği açısından değerlendirmek gerekir.


Allah Rasûlü kendi ufku itibariyle, onu önemli bir inkıtâ sayabilir, bir haylûlet vâki olmuş gibi algılayabilir, yani ötelerle kendisi arasına bir perde konulduğunu ve adeta bir husûf (perdelenme, ay tutulması) yaşadığını düşünerek ciddi bir heyecan içine girebilir. Fakat, kısa süreli böyle bir kesinti, belki de O’nun iştiyakını arttırmaya matuftur ve bir rahmettir. Geçici bir kabz tattırmak suretiyle, Allah (celle celâluhü) her zaman bast halinde yaşayan Habibi’nin teyakkuzunu tetiklemeyi ve tevecühünü güçlendirmeyi murad buyurmuştur. Nitekim, Kur’an-ı Kerim, “Rabbinin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil, 73/8) mealindeki ayetlerle böyle bir teyakkuz ve teveccühe davet etmektedir. Evet, bir süreliğine vahyin kesilmesi adeta daha derin bir yöneliş çağrısıdır; fakat, kat’iyen bir küskünlük ve dargınlığın neticesi değildir. Bunun en önemli delili de, Duha Suresinin tamamı ve bilhassa “Ey Rasûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da.” (Duha, 93/3) mealindeki ayet-i kerimedir. Bu ayetler, Allah Rasûlü için birer müjdedir; bulunduğu her hâlin önüne nazaran sonunun, mesela nübüvvetinin başlangıcına nazaran sonrasının, dünyaya nazaran ahiretinin daha hayırlı olacağını, Efendimizin daimi bir yükselişte bulunacağını; dünyada, ilahî feyizlerle ve tebliğ vazifesinde muvaffakiyetle, âhirette ise şefaat-ı uzmâ ve makam-ı mahmudla mükafatlandırılacağını haber veren ve O’nun mutlaka razı edileceğini bildiren bir müjdedir. Selef-i salihinden bazıları, “Kur’ân’da en ümit verici ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimizin razı olması düşünülemez.” demişlerdir.


Vazifeni Yap, Allah’ın Vazifesine Karışma!


Diğer taraftan, “Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı” ifadesini mukabele olarak değerlendirmek lazım. Mesela, Arapça’dan Türkçe’ye çevirirken kabaca “Kim Allah’a tevbe ederse Allah da ona tevbe eder” şeklinde dile getirilen hakikat, aslında “Bir insan günahından tevbe eder ve bir kere daha kulluk şuuru içinde Cenab-ı Hakk’a yönelirse, Allah o kulun tevbesini karşılıksız bırakmaz ve ona rahmetinin genişliğiyle, mağfiretinin enginliğiyle muamelede bulunur.” demektir. Belâgat ilminde, aralarında tezat ve tekabül bulunan şeyleri bir ibarede bulundurmaya ve aynı kelimeyi birbirine mukabil iki ayrı manada beraberce zikretme ye “mukabele” denmektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla “Herkes beni dinlesin?” diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.” şeklindeki ifadelerinde geçen “vazife” kelimesi de böyle bir mukabele düşüncesiyle kullanılmıştır. Yoksa, -hâşâ- Allah için vazife ve sorumluluk söz konusu olamaz. “O yaptıklarından sorumlu değildir. O’nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka sorgulanacaklardır.” (Enbiya, 21/23) mealindeki ayet de bu hakikati ifade etmektedir. Demek ki, Bediüzzaman’ın bu sözlerindeki “vazife” kelimesi de belâgat ilmindeki mukabeleye misaldir.


İşte, “Mâ veddeake Rabbüke ve mâ kalâ” ifadesini de mukabele açısından değerlendirmek icap eder. Yani, sizin birbirinizi terk etmeniz, birbirinize küsüp darılmanız kendi acz, zaaf, fakr ve hiçliğiniz içinde ne ifade ediyorsa, birine küsüp darılınca siz ne yapıyorsanız, Hazreti Zât-ı zülcelal de kendi münezzehiyet, mukaddesiyet ve mübecceliyeti zaviyesinden öyle bir mukabelede bulunur. Küsme ve darılma gibi kelimeler Zat-ı Uluhiyet’e nisbet edilince, o kelimelerin lazımı, Cenabı Allah’ın münezzehiyeti içinde anlaşılmalıdır. Yoksa, bu sözler insanların küsüp darılmaları cinsinden beşerî bir manayı hatırlatmamalıdır. Öyleyse ayet-i kerime, “Allah, seni hiçbir zaman kimsesizliğe terk etmedi ve yalnız bırakmadı.” anlamına gelmektedir.


Çoğumuz itibariyle, biz de bu âyeti her okuyuşumuzda, aynı mânâyı kendi adımıza duymaya çalışır ve sanki Rabbimiz bize hitap ediyormuş gibi bir hisse kapılırız. Aslında, bu hitap, evvelen ve bizzat, hakiki ve kamil manasıyla Peygamber Efendimiz’e mahsus olsa bile, saniyen ve izâfî olarak, zıllî keyfiyetiyle ve izdüşümü itibariyle O’nun yolunda olan insanlara da bakmaktadır. Öyle inanıyorum ki, Allah Teala, bir adımla dahi olsa Kendisine yaklaşanı hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. Çünkü O “Erhamü’r-râhimîn = Yegâne merhametli”dir. “Çok rahim, çok merhametli” denince herkesten önce O akla gelir.


Cenabı Hak, Duha Suresi’nde ayrıca “ Elbette Rabbin sana ileride çok ihsanda bulunacak, tâ ki sen de O’ndan ve verdiğinden razı olacaksın.” (Duha, 93/3) buyurmaktadır. İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayette, “O’nun rızası, ümmetinin hepsinin Cennete girmesindedir.” denilmektedir. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. İnsanlık târihinde O’nun kadar ümmetine “düşkün” bir başkasını göstermek mümkün değildir. Bu hakikati ifade sadedinde Kur’ân-ı Kerim’de, “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) diye anlatılan Rahmet Peygamberi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) ümmetine karşı alâkası fevkalâde ve had safhadadır. Bundan dolayı, Peygamber Efendimizin, ümmetine küsüp darılacağına hiç ihtimal vermiyorum. O’nun genel tabiatının ve yüksek karakterinin küsüp darılmaya müsait olmadığına inanıyorum.


Ashabımı Bana Bırakın!..


O, ümmetine karşı o denli merhamet ve şefkatle doluydu ki, bir gece sabaha kadar, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allahım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala Hazretleri: “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: “Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu.


Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde haşrin dehşetini anlatırken de, “O gün ümmetimden bazıları sol taraflarından yakalanmış olarak getirilir. Ben, “Ya Rabbi, bunlar da benim ashabım! Bunlar da benim ümmetimden!” derim. Cenâb-ı Hakk bana hitaben, “Ya Muhammed! Bilmiyorsun onlar senden sonra neler işlediler.” der. Ben de artık salih kul Hazreti İsa gibi derim: “Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/117-118) buyurarak ötede de ümmetini düşünüp onları kurtarmak için çırpınacağını söylemişti.


İşte böyle bir zatın ümmetine küsmesi ve darılması söz konusu olamaz. O’nun kendi hakları açısından hiç kimseye küsüp darılmayacağından emin olabilirsiniz. Fakat, Allah Rasûlü’ne karşı yapılan bazı hatalar ve cinayetler vardır ki, doğrudan doğruya O’na karşı yapılmış olsa da, belki umumun hukukuna bir tecavüz ya da hukukullah adına bir saygısızlık sayılır. Dolayısıyla, -Efendimize karşı saygım çerçevesinde herhangi bir şeyin O’nu aştığını söylemek istemesem de, dîk-i elfazdan (lafızların darlığı ve ifade eksikliğinden) dolayı mecbur kalarak demeliyim ki- o türlü meselelerde affetmek ve bağışlamak O’nu da aşar. Siz kalkıp deseniz ki, “Ben şu kötülük yapanı da bağışladım, bu kötülük yapanı da affettim…” Fakat, yapılan o kötülükler içinde, Kur’an’a hakaret yer alıyorsa, Efendimiz’e saygısızlık bulunuyorsa, dine-diyanete karşı bir tecavüz söz konusu ise, bir asırdan beri insanlığın hayrına ortaya konan bir hizmet çizgisine ve o eşiğe baş koyan insanların sa’yine ihanet varsa, bunlar öyle büyük cinayetlerdir ki, bu konuda affetme ve bağışlama hakkı hiç kimseye verilmemiştir. O cinayetleri işleyenler, Kâbe’yi tavaf etmiş ve beş vakit namazlarını aksatmamış olsalar bile, yaptıkları kötülüklerin hesabını ötede mutlaka verecek ve cezalarını çekeceklerdir. Hatta siz onları affedip her gün dualarınızda yâd etseniz de, onlar bu hesaptan ve cezadan kurtulamayacaklardır. Ümmet-i Muhammed’e ihanet, Hazreti Üstad’ın davasına ihanet, bugün dünyanın dörtbir yanına yayılan hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeye ihanet affedilir türden değildir. Âdet-i İlahiye açısında Allah affetmez o türlü kötülükleri; âdet-i İlahiyeye inkıyad ve saygı zaviyesinden de Hazreti Muhammed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) sahip çıkmaz o kötülükleri işleyenlere… Bu açıdan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine darılmaz; fakat, Allah’a ve âdet-i ilahiyeye saygı ve edebinin gereği, O’nun da ses ve soluklarını tutup temkin içinde bir tavır alması gereken yerler vardır. Öyleyse O’nun, bize küsmemesi, darılmaması, kırılmaması ve bizi terk etmemesini istiyorsak, riayet etmemiz gerekli olan hususlarda, özellikle de âmme hakkı diyeceğimiz ve içinde Allah hakkı da bulunan meselelerde çok hassas olmamız, çok titiz davranmamız gerekmektedir. O’na ümmet olma nisbetimizi koruduğumuz sürece, O bize küsmeyecek ve bizi kimsesizliğe terk etmeyecektir.


Bu hususla alakalı bir hadiseyi hatırlatmakta da fayda mülahaza ediyorum: Yeni müslüman olmuş birisi, Efendimizin yanına gelerek O’ndan yardım talep ediyor. Allah Rasûlü adama bazı şeyler vermesine rağmen adam hoşnutsuzluk izhar edip edep sınırlarını zorlayınca, Sahabe Efendilerimiz o şahsın üzerine yürüyor ve saygısızlığını cezalandırmak istiyorlar. Fakat, Peygamber Efendimiz onlara mani oluyor ve başka şeyler de verip o adamı memnun ediyor. Sonra da ashabına dönüp şöyle buyuruyor: Benimle bu köylünün durumu kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinde koşmuş, hep beraber onu yakalamaya çalışmışlardır ama deve kalabalıktan daha çok ürkmüştür. Sonunda deve sahibi, “Devemi benimle başbaşa bırakın.” diye seslenmiş; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna zimamı vuruvermiştir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın.”


Bu hadisede de görüleceği üzere, Rahmet Peygamberi, kendisinden kaçanlara bile fevkalâde bir şefkat, bir mülayemet ve bir merhametle yaklaşıyor ve gönlünü herkese açık tutuyordu. Bugün de siz, O’na olan nisbetinizi korursanız, Allah Rasûlü o nisbeti kendi eliyle koparmayacaktır. Fakat nisbeti siz koparırsanız, bu defa O da kopan o halkayı bağlayamaz. Çünkü, bu ilahî bir kanundur. Allah (celle celâluhu), “Evfû bi ahdî ûfi bi ahdiküm – Siz, Bana verdiğiniz sözünüzde durun; Ben de ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) buyurmaktadır. “Adımını sen at; Ben onu karşılıksız bırakmam; sen hidayet üzere ol, Ben seni o yolda kimsesizliğe terk etmem.” demektedir. Şayet bu, bir yönüyle Jean-Jacques Rousseau’nun içtimai mukavele üslubuyla ifade edeceğimiz, bir anlaşma, ilahi bir kural ve bir disiplin ise, bize o mukavelenin şartlarına riayet etmek düşer. Biz, bize düşen yanıyla o mukaveleyi bozmazsak, Allah Teâlâ onu kat’iyen nakz etmez, Rasûlullah da o anlaşmayı asla bozmaz..


“Haysiyetime Dokundu” Demeyin…


Aynı hususu, bir manada Hazreti Üstad için de düşünebilirsiniz. “Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyen bir insanın değil talebelerine, dostlarına ve arkadaşlarına, en uzak kimselere bile küsüp darılması mümkün değildir. Biraderi Abdülmecid Efendi ve yeğeni Abdurrahman Abinin ayrılığından dolayı dile getirdiği duygularına bakılınca açıkça görülür ki, o çizgide dostlarıyla beraber yürüme arzusu vardır içinde.. hem çok ciddi bir arzu, öldüresiye bir iştiyak, bir tutku ve bir tiryakilikle bağlanmıştır yol arkadaşlarına. “Aman! Tanışıp kader birliği ettiğimiz hiç kimse uzaklaşıp gitmesin!” der büyük bir heyecanla ve o mevzuda çırpınır adeta. Uzaklaşıp giden birkaç insanın hicran ve hasretini çok derinden yaşamıştır. Hatta, talebelerinden bazılarının küçük içtihad farklılıklarından dolayı birbirlerine küsecek gibi olmaları karşısında yalvarırcasına, başını onların ayaklarının altına koyarcasına sızlanmış, inlemiş, tir tir titremiş ve “Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı ve ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan ya da şuursuzluktan dolayı arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözlerle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.” demiştir. Evet, şefkati bu enginlikte olan ve daire-i kudsiyesine giren herkese bu ölçüde sahip çıkan bir insanın talebelerine, dostlarına ve o daire içine girdiğine inandığı kimselere küsmesi, darılması ve onları terk etmesi söz konusu değildir. O yaşadığı asırda mukaddes bir çığlık olmuş, on üçüncü asrın minaresinin başına çıkmış, sureten medeni, sireten çok geri, dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olan kimseleri bile imana, Kur’an’a ve camiye davet etmiştir. O, sesini herkese duyurabilme ve mesajıyla herkesi tanıştırabilme sevdalısı bir müezzindir, müezzin-i kebirdir. Herkesi çağırmış, millet camiyi doldurmuş ama bazıları namaz kılmadan veya namazı yarıda keserek camiyi terk etmiş, kulluk namazını yarıda bırakarak geriye dönüp gitmişler; Üstad ise, onlar için de ağlamış ve tekrar o kudsî daireye dönmeleri adına inlemiştir. Öyle bir insanın, kimseye darılması ve küsmesi mümkün olamaz. Onun işi, vazifesi ve misyonu davettir, çağrıdır, insanları mübarek bir gâye etrafında toplamadır. Cennete girmekle hissedeceği zevkten daha fazla haz duyar kazandığı her insanla.. uzaklaşıp yolunu yitiren insanlardan dolayı da Cehenneme girmiş gibi azab çeker.


Bu meselede şahsî hesap peşine hiç düşmez, kendisine işkence ve eziyet edenlere hesap sormayı asla düşünmez. Şu sözler, küsmeyen, darılmayan, gönül koymayan, misliyle mukabeleyi hiç hatrına getirmeyen, herkesi bağışlayan ve sadece davasını düşünen bir mefkûre kahramanına ne kadar da çok yakışır: “Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tetkik eden adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip kurtarırlarsa, sonra beni idamla mahkûm etseler bile, şahit olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek, hiçbir tarafgirliğe girmeyerek hizmet-i imaniyeyi yapmaya mükellefiz.” Evet, Hazreti Bediüzzaman gibi dava adamlarının da, insanlara küsmesi ve darılması söz konusu olamaz. Fakat, şayet bir insan sırtını dönüyor, ona ve davasına ihanet ediyor; dine, diyanete söven kefereyle işbirliği yapıyor ve Kur’an hizmetini yıkmaya çalışıyorsa, bu öyle büyük bir cinayettir ki, o cinayeti işleyene karşı affedici olma ve ona şefaat etme Bediuzzaman’ın da elinden gelmez.


İhanetin Mazereti Olmaz


Mevzuyla alakalı son bir hususu daha hatırlatmak istiyorum: Şeytanın önemli hilelerinden biri de, insana hatalarını kabul ettirmemesi, onu hata ve kusurlarına mazeret aramaya itmesi ve yaptığı yanlışları içtihâdî bir kısım görüş farkılılıklarının neticesiymiş gibi göstermek suretiyle, meseleye bir mazeret bulma yoluna sevketmesidir. Eğer bir insan, yaptığı hataların kendi hatası olduğunu kabul etmiyor, onlara dışarıdan sebepler arıyor, “şundan dolayı yaptım, bundan dolayı yaptım” diyerek mazeretler arkasına sığınmaya çalışıyorsa, o hiçbir zaman hatalarını telafi edemez, günahtan uzaklaşma ve u kûbet endişe­siyle Hakk’a sığınma kurnası olan “tevbe” ile temizlenemez, makam ve derecâtı muhafaza arzu­suyla O’nda fâni olma manasına gelen “inabe” kapısına kat’iyen yönelemez ve O’ndan başka her şeye ka­panma da diyebileceğimiz “evbe” serasına asla giremez. İşlediği kabahat küfür çerçevesinde ise, küfür karanlığındaki karalığı devam eder; suçu bir dalâlet çerçevesinde ise, yolunu yitirmişliği sürer gider; büyük bir günah işlemişse, o kebire arkasına başka büyük günahları da katar ve o insanı sonunda küfür bataklığına kadar iter. Dolayısıyla, bir kabahata mazeret aramak, daha büyük bir kabahattır. Hata bir hatadır; o haliyle kalsa ve telafi yolları aransa basit bir hata sayılır. Fakat, o hataya bahaneler ileri sürmek ve başkaları nezdinde onu mazur göstermeye çalışmak mürekkep ve katlanmış bir hatadır. Hatayı hata olarak görmeme, onu bir kabahat kabul etmeme ve onun bir suç olduğuna inanmamaya gelince, o da mük’ab bir hatadır. “Bana şunu ettiler, şöyle yaptılar; beni anlamadılar” türünden sözler şeytanın ve nefsin hırıltılarından başka birşey değildir. Allah Rasûlü’nden kopup giden kim olursa olsun, onun mazeret adına bir şey söylemeye hakkı yoktur. Ne sebeple olursa olsun, iman ve Kur’an yolundan sapan bir kimsenin bahaneleri geçersizdir. Düşmanca tavırlara girenlerin “Bunlar, dünyanın dörtbir yanına Pan-Türkizmi, Pan-İslamizmi götürüyorlar. Ayrıca, bunlar hiç kimsenin kontrolünde de değiller, bağımsız hareket ediyorlar; öyleyse endişe duymak lazım” diyerek; insaflı insanların da, “Bunlar, milli ve manevi değerlerimizin temsilciliğini yapıyorlar, dünyanın her yerinde bizim eşsiz kültür mirasımızı tanıtıyorlar; öyleyse hiç olmazsa kalben destek vermeliyiz” şeklinde duygularını seslendirerek hakkaniyetine şehadet ettikleri bir gönüllüler hareketine karşı yıkıcı ve tahrip edici davranışlarda bulunan kimsenin “Kıymetimi bilemediler, sözlerimi dinlemediler, yüksek fikirlerimden istifade etmediler” türünden sözleri de sadece nefsin mırmırları ve şeytanın hırıltılarıdır ama bunlar kat’iyen işlenen büyük hatayı mazur kılamaz.


Bildiğiniz gibi; Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselam), Mekke’nin fethi esnasında, “Kim Beytullaha girerse korkudan emin olur.” (Bakara, 3/97) mealindeki ayeti de hatırlatarak, Mescid-i Haram’da bulunanlara, Ebu Süfyan’ın evine sığınanlara ve evlerinden çıkmayanlara dokunulmamasını emir buyurmuşlardı. Mekke’ye girip başındaki miğferini çıkardığı sırada, bir adam gelerek: “İbn-i Hatal, Ka’be’nin örtüsüne sarılmış vaziyette yakalandı, affedelim mi?” deyince o Şefkat Peygamberi “Onu öldürün!” emri vermişti. Karıncanın canına kıyamayan, akreplerin ve yılanların hayat hakkını dahi gözeten öyle merhametli bir peygamber nasıl olmuştu da İbn-i Hatal’ın ölüm fermanını vermişti? İbn-i Hatal, Peygamberimizin huzunda bulunmuş, onun nurefşân beyanlarını dinlemiş, huzurunun insibağını belli ölçüde tatmış, fakat cahiliye hislerinden geriye kalan bir şeyden dolayı rencide olmuş ve biraz uzaklaşmıştı nur halkasından. Başlangıçtaki o hatasını pek küçük bir inhiraf gibi görmüştü. Oysa, merkezdeki çok küçük bir açı muhit hattında kapanamaz bir boşluğa dönüşmüş ve farkına varamadan o kadar uzaklaşmıştı ki, Allah Rasûlü’nün, kanlarını heder kıldığı birkaç kişiden biri de o olmuştu. Çünkü, duymuş, gelmiş, tatmış, harem odasına kadar girmiş ve sonra da o haremgâh-ı nebevîyi telvis etmiş, adeta oraya bevletmişti. Onun Efendimize ve dine karşı tavrı ihanetti. Böyle bir insan affedilemez; sadece kapının dışına konmak suretiyle cezalandırılmış sayılamazdı. Artık o, salona alınmamalı, koridora girdirilmemeli, hatta o saadet dairesine de yaklaştırılmamalı, yedi sokak öteye itilmeliydi. Evet, Efendimiz gibi bir şefkat abidesi daha gelmemişti dünyaya; O kendi hakkıyla alakalı her hususu affederdi. Fakat, İbn-i Hatal’ın günahı hem küfür, hem şirk, hem ihanet ve hem de bütün müslümanların hakkına tecavüzdü. Zaten, Peygamber Efendimizin o kararı da -hâşâ- kendi nefsi için ve kendi içtihadıyla verdiği bir karar değil, vahiy kaynaklı bir hükümdü. Yanlış anlaşılmaması ve su-i istimale açık kapı bırakılmaması için –istidradî olarak- belirtmeliyim ki, bugün şahıslar, hiç kimsenin ölümüne karar veremez ve günahı ne olursa olsun, kimseyi idama mahkum edemez. O bazı ülkeler itibarıyla, devletin yetkili kurumlarına ait bir iştir. Efendimizin konumu ve O’nun yaşadığı devir bugünle ve başka insanlarla kıyaslanamaz.


Hasılı, “Rabbin seni kat’iyen terk etmedi ve sana darılmadı” (Duha, 93/3) hitabı, hakiki manasıyla Peygamber Efendimiz’e mahsus olsa bile, zıllî keyfiyetiyle onun yolunda olan insanlar için de geçerlidir. Allah Teâlâ, bir adımla dahi olsa Kendisine yaklaşanı hiçbir zaman yalnız bırakmadığı gibi, Peygamber Efendimiz de, kendisine “Efendim” diyenlere daima “ümmetim” cevabı verecek ve sahip çıkacaktır. Üstad hazretleri gibi hak dostları, kendi hizmet dairelerinde olan insanlara hiç darılmayacak ve asla küsmeyeceklerdir. Fakat, unutulmamalıdır ki, Kur’an’a ihanet affedilemez; Rasûlullah’ın davasına hıyânet bağışlanamaz; binlerce insanın sa’y u gayretleriyle ortaya konan bir hareket hakkındaki hainlik, mazeret olarak ne denirse densin, mazur görülemez. Siz ve biz o büyük cinayetleri işleyenler hakkında “Allahım onları affet” diye duada da bulunamayız, onlar hakkında af dileme, Allah’a, Efendimize ve dine karşı saygısızlıktır, günahtır. Onlar için söyleyebileceğimiz tek söz; “Allah hidayet eylesin” cümlesidir.


Bu hususta her insan kendi gönlünden fetva istemeli ve vicdanının hükmüne kulak vermelidir. Nitekim, Rasûlullah (aleyhissalatu vesselam), “Müftüler fetva verse de sen kalbine sor.” buyurmuşlardır. Bu konuda, bin tane müftü size rahatlatıcı bazı şeyler söylese de, siz kendi vicdanınıza bakıp onun hükmünü esas saymalısınız. Nerede duruyorsunuz? Durduğunuz yerin hakkını veriyor musunuz? Verdiğiniz söze vefalı ve yaptığınız mukaveleye sâdık mısınız? Vaadlerinizi yerine getirmeye âmâde bulunuyor musunuz? İşte bütün bu soruların cevabı vicdanınızda saklıdır. Terk edilip edilmediğiniz, size küsülüp küsülmediği hususu da onun vereceği cevaplarla netlik kazanacaktır. Öyleyse, kendi vicdanınıza, hâlihâzırdaki tavır, davranış ve faaliyetlerinize bakın; çünkü, Allah’la münasebetinizin seviyesini, İnsanlığın İftihar Tablosu’yla alakanızın derinliğini, Hazreti Bediüzzaman gibi dava adamlarıyla olan bağınızın kuvvetini, iman ve Kur’an hizmetine karşı vefa ve sadakatinizin derecesini belirleyecek olan mercî sizin kendi vicdanınızdır.