Olmak veya Görünmek

Olmak veya Görünmek
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

SORU: Adanmış ruhlara, azamî takvâ, azamî zühd, azamî
ihlas ve azamî velâyet ufku gösteriliyor. Diğer taraftan da, düz bir insan ve
sade bir kul olma yolu işaret ediliyor. Gösterilen bu iki hedef arasında bir
zıtlık var mıdır?


CEVAP: Bediüzzaman hazretleri, içinde yaşadığı
dönemin ağır şartları altında, hakiki takvâyı elde etmenin çok zor olduğunu
görmüş; takvâ mülahazasını ortaya koyarken, insanların ümidini bütün bütün
kırmamak ve takvâ dairesinin kapısını tamamen kapalı göstermemek için farzları
yerine getiren ve büyük günahlardan uzak duran kimselerin müttakilerden
sayılacağını ifade etmiştir: “Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek;
amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrât kazanmaktır. Bu zamanda tahribat
ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır.
Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” buyurmuştur. Ne var ki, bu
seviyedeki bir takvâ ile yetinmek, Bediüzzaman düşüncesine göre, dûnhimmetliktir
ve sadece kendi kurtuluşunu düşünenlerin çizgisidir. Dava-yı nübüvvetin
temsilcileri, kendi kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağladıklarından
dolayı, onlar için ilk eşik sayılabilecek böyle bir takvâ ile iktifa etmek söz
konusu olamaz. Çünkü, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin ifadesiyle, “Melikin
atiyyelerini ancak onun matiyyeleri taşıyabilir.” Ortada bir dönem itibariyle
sahabe efendilerimizin omuzladığı ağır bir vazife varsa, o vazifeyi omuzuna
alacak insanların da o ilklerin vasıflarıyla muttasıf olmaları ve onların
yolundan yürümeleri şarttır. Bundan dolayı, farzları eda etme ve büyük
günahlardan kaçınma şeklindeki bir takvâ, bazıları için yeterli olsa da, sahabe
mesleğini esas alanların azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet
ufkuna yürümeleri gerekir.


Evet, takvânın pek çok buudu vardır; Allah’tan başka hiçbir şeyi gâye-i hayâl
edinmeme, maddî-mânevî her şeyi Allah’tan bilip, hiçbir şeyi nefse mal etmeme,
her meselede dînin hükümlerini gözetme, kendini hiç kimseden daha âlî ve daha
hayırlı gör­meme, Hak’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte
bu­lunma, haramlara götürebilecek nefsî hazlar karşısında devamlı uyanık
olma, Allah Rasûlü’ne bilâ kayd ü şart inkıyâd etme, âyât-ı tekviniyeyi sürekli
tetkik ve tefekkür ederek kal­bî ve ruhî hayatı yenileme ve değişik
buudlarıyla râbıta-ı mevti hayatın bir düsturu hâline getirme gibi hususlar
takvânın buudlarından bazılarıdır.


Azamî takvâya gelince, o, “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olanı seç.” ve
“Bir kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan
şeyleri de terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz.” hadis-i şeriflerinin işaret
ettiği gibi şüpheli şeylerden kaçınmakla elde edilebilir. Allah Rasûlü (aleyhi
ekmelü’t-tehâyâ), helâlin de, haramın da belli olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın bu iki
hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu
ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu,
bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini; ancak şüpheli
şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen
kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğunu ifade buyurmuşlardır. Dolayısıyla,
hakiki takvâ, farzları yapıp günahları terk etmekle beraber şüpheli şeylerden de
kaçınarak, şöyle-böyle kuşku hasıl eden her şeyi bırakıp, tamamen kuşkudan uzak
bir hayat yaşamak demektir. Azamî takvâya, “vera” da denilebilir. Vera, haram ve
yasaklara karşı çok titiz davranmanın yanısıra, memnû şeylere girme endişesiyle,
bütün şüpheli hususlara karşı kapanma ve “Kı­va­mında ve kendi iç
güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâ­yâniyâta karşı kapalı olan
Müslümanlıktır.” ölçüsüyle yaşama demektir.


Herkes için olmasa bile, sahabe mesleğinde yürüyenler için böyle bir azamî
takvâ gereklidir. Nitekim, Bişr-i Hâfî’nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel’e
gelerek, “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum. Bazen devlet
memurları ellerinde meş’aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan
da istifade etmiş oluyorum. Bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam
hıçkıra hıçkıra ağlamış ve “Bişr-i Hâfî’nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile
bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını vermiştir.


Başkaları İçin Yaşama Ufku


Takvâ’nın değişik mertebeleri olduğu gibi zühd, ihlas ve velâyetin de bazı
seviyeleri vardır. Bunların ilk basamağına ulaşmak avam için bir kurtuluş
vesilesi olsa da, dava-yı nübüvvetin temsilcileri için azamî mertebelere yürümek
bir hedeftir. Şahsî kurtuluşunu düşünen bir insan için, Allah’ın helâlinden
ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma ve mala-mülke terettüp
eden bütün hak­ları yerine getirme şeklindeki bir çeşit zühd yeterli olsa
da, sahabe mesleğini tercih edenler için zühd dünya lezzetlerine karşı alâkasız
kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşa­­mak ve ebedî olan ukbâ
saadeti için, mu­vakkat dünya rahatını terk etmektir. Bize hedef olarak
gösterilen azamî zühde gelince; o, sıkıntı anlarında dahi dinin
hu­dut­larını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da
başkaları için yaşama; dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama,
kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama; medhedilince sevinmeme,
zemmedilince de yerinmeme ve Hakk’a kulluğu her şeye tercih etme demektir.


İhlasın da asgarî ve azamî dereceleri vardır. Her işi Allah rızası için
yapmak; r iyâdan uzak olmak ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalmak;
ibadet ü tâatta, halkın görüp duymasından kaçınmak ve hatta halk mülâhazasını da
bütün bütün unutmak ihlasın farklı derinliklerindendir. Azamî ve tam ihlas ise,
bütünüyle Allah’ın rızasına bağlanıp sevap ve mükâfat mülâhazasını bile akıldan
çıkararak, riya ve süm’a gibi gizli şirk çukurlarına asla düşmemektir.


Sahabe mesleğinde, velilik de sahabe veliliği türünden olmalıdır. Velâyet-i
kübrâ da denen böyle bir azamî velâyette çok harikulâde haller olmayabilir.
Nitekim, sahabe efendilerimize ait bildiğimiz harikulâde haller çok azdır ama
onların imanları pek kavidir. Azamî velâyetin temsilcileri, Kur’ân’ın rehberliği
altında yürür, ilim yörüngeli hareket eder ve mârifet kanatlarıyla vuslat
ararlar. Onlar, zevk, vecd ve keşiflere başkaları kadar değer vermezler; his,
arzu ve beklentilerini asla öne çıkarmazlar. Onların davranışlarında Allah’a
iman nümayandır ve ihsan şuuru hakimdir. Bütün tavır, hal ve hareketlerinde
Allah’a olan inanç ve itimatlarını okumak mümkündür.


İşte, avam için asgarî takvâ, asgarî zühd, asgarî ihlas ve asgarî velâyet
birer kurtuluş vesilesi olsa da, i’lâ-yı kelimetullah vazifesini omuzlananların
bütün bunların azamî derecelerini hedeflemeleri gerekir. Bununla beraber, onlar,
olmalıdırlar ama görünmemelidirler. Büyük velilerin arasına girmeye liyakat
kazansalar bile insanlardan bir insan olarak, düz bir kul gibi davranmalı; asla
farklılık ve fâikiyet mülahazalarına girmemelidirler.


Derin Ol, Sığ Görün!


Bir insan, tavır ve davranışlarıyla, kalbî ve ruhî hayatının önünde bir
görüntü ortaya koymamalıdır. İlla kendisini ifade edecekse, kalbi ve ruhi
derinliği ne kadarsa işte o kadar bir derinlik sergilemelidir ama katiyen
olduğunun üstünde bir hâl ve görüntü içine girmemelidir. Hatta, su-i zanlara
sebebiyet vermemek kaydıyla, olduğundan aşağıda görünmek onun için daha
hayırlıdır. Farzlarda kusur yapan, vaciplerde gevşek davranan, sünnetleri ihmal
eden ve teheccüde kalkmayan insan görünümü lâubali bir insan tipini hatırlatarak
su-i zanna sebebiyet verebilir. Dolayısıyla, dinin emrettiği hususları harfiyyen
yerine getirmek ve yasakladığı şeylerden de fersah fersah uzak durmak, bu türlü
bir kötü düşünceye sebebiyet vermemek yönünden de gereklidir. İmam Gazalî
ifadesiyle; münciyâta (insanı ebedi kurtuluşa götüren vesilelere) sımsıkı
sarılmak ve mühlikâta (günahkârları ateşe sürükleyen sebeplere) karşı da hep
mesafeli durmak icab eder. Fakat, bütün bunları yaparken, kalbin önünde bir hâl
sergileme cehd ve gayreti içinde olmama da samimi mü’minin şiarıdır.


Sahabe efendilerimiz ve onların yolunda gidenler, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan
buyur­duğu nûrlu dakika ve saatleri birer sır gibi saklamış ve başkalarına
katiyen açmamış; O’nun lutfettiği ikram ve kera­met­leri sürekli
giz­leyip halk nazarında düz ve sıradan bir insan olarak bilinme
gay­retinde olmuşlardır.. sürekli ihlâs arayışı içinde bulu­nmuş; günde
birkaç defa kendilerini sadâkat kontrolünden geçirmişlerdir. O’ndan gelen her
şeyin gizli birer arma­ğan olduğu düşüncesiyle, vecd, keşif ve keramet
türünden ikramların Veren’le verilen arasında birer sır gibi kalmasına dikkat
etmiş ve bunları kimseye açmamışlardır. Onlar, kendi iç derinliklerini ve
muhteva zenginliklerini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendilerini sıfırlamada
ustaca manevralarda bulunmuşlar; iddialardan ve iddia işmam eden söz ve
davranışlardan kaçtıkları gibi, kendilerine lutfedilen nimetlere “mazhariyet”
demekten dahi kaçınmışlardır. Günümüzün mefkure kahramanlarına düşen vazife de,
selefleri gibi davranarak, derin olmak ama su-i zanlara kapı açmamak kaydıyla
sığ görünmektir.


Secde İzi mi, Riya Emaresi mi?


Tavır ve davranışların, kalbin önünde olmaması çok önemlidir. O kadar
önemlidir ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Alınlarınızı
sertleştirmeyiniz, sertlikle damgalamayınız.” buyurmuş; alınların yere
sürtülmesi neticesinde meydana gelen secde izinin bile bir gösteriş ve fitne
olabileceğine işaret buyurmuştur. Bazı insanlar, “Sîmâhum fi vücûhihim min
eseri’s-sücûd – Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır.”
(Fetih, 48/29) ayetini alındaki nasır şeklinde anlamışlarsa da bu çok yanlış bir
te’vildir. Bazı müfessirler de bunu, mü’minlerin dünyadaki secdelerinden dolayı
kıyamet günü yüzlerinde meydana çıkacak olan nur şeklinde anlamış ve “Birtakım
yüzlerin ağardığı gün..” (Al-i İmran, 3/106) mealindeki beyan-ı ilahî gibi bazı
ayet-i kerimeleri de bu görüşlerine delil saymışlardır. İbn Abbas hazretleri de,
“Bu âyetteki iz, göreceğiniz iz değildir; İslâm çehresi, karakteri, tavrı, vakar
ve tevazuudur.” demiştir.


Evet, mü’minlerin karakterleri, manevi yapıları ve cibilliyetleri
alınlarındaki secde izinden bellidir. O secde izi de alındaki nasır değil,
kalbin yüze aksetmesinden, siretin surete yansımasından kaynaklanan canlılık,
câzibe, imrendiricilik ve nurâniyettir. Alnı sert yere sürtmek suretiyle orada
bir iz hasıl olmasına sebebiyet vermek, bir nevi riyakârlıktır. Bir insan çok
namaz kıla kıla alnında böyle bir iz bıraktırabilir. Belki öyle çok namaz
kılarken de samimidir. Fakat, o samimiyeti her zaman koruması çok zordur. Allah
muhafaza, zaman zaman alnındaki o izi kendi kredisi hesabına kullanma gibi
mülahazalar aklından geçebilir. “Alnımdaki secde izini görsünler de, kıymetimi
bilsinler.” şeklindeki bir duygunun buğu halinde bile gönlü kaplaması o insanın
felaketine sebebiyet verebilir. Bundan dolayı, secde ederken alınları yumuşak
bir zemine koymak ve o kadarcık bir görünme duygusuna bile fırsat vermemek
gerekir. Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn efendilerimiz arasında günde beşyüz
rekat namaz kılan insan sayısı hiç de az değildi. Fakat, hiçbirinin alnında
maddi manada bir secde izi yoktu. Bu mülahazalara binaen diyorum ki, elinizden
geliyorsa, alnınızı sert yere sürtmeyin. Çok secde edin, günde yüz rekat nafile
namaz kılın ama ne elinizde ne dizinizde ne de alnınızda o namazların izi belli
olsun.


Allah Rasûlü, “Nice saçı başı dağınık, elbisesi eski, kendisine ehemmiyet
verilmeyen ve kapı kapı kovulan insanlar vardır ki, bir meselede Allah’a kasem
etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Berâ b. Malik de
bunlardandır.” buyurmuştur. İşte, esas olan budur; kalb derinliği, vicdan
genişliği ve himmet yüceliği ile beraber sığ görünmek, düz bir mü’min edasıyla
hareket etmek ama görünenden daha derin olmaktır.. Allah’a itimad ederek, büyük
şeylere talib olmak ve büyük şeylerin arkasına düşmek ama kendini küçük görmek,
küçük göstermek ve insanlardan bir insan olmak; hatta onların en küçüğü olduğuna
inanmaktır… Belli olma ve bilinme duygusu kalbde barındırılmaması gereken bir
duygudur; o, tavır, davranış ve görüntüyü kalbinin önüne geçirme demektir. Oysa
ki, inanan bir insan, kalb derinliğinin insanı olma mecburiyetindedir. O,
görüntüsünden daha engin olmalı ve olduğunun altında görünmeli ve hatta
ümitsizliğe düşmemek kaydıyla çok aşağılarda bulunduğuna inanmalıdır.


Hasılı, azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet ile düz bir kul
olma arasında bir zıtlık olmadığı gibi, bilakis bunlar birbirinin sebep ve
neticeleridir. Müttaki, zâhid, muhlis ve velî bir insan, “görünme” değil “olma”
insanıdır. O, kalbî hayatı itibarıyla önde, tavır ve davranışları açısından ise,
iki adım geridedir. O, görüntüsünün önünü kesmiş ama kalbine yol vermiştir.
Günümüzün mefkure kahramanları da kalb balanslarını bu ufka göre ayarlamalı,
“görünme”yi terk edip “olma”ya yürümelidirler.