Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi ve Ulûhiyet Hakikati

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi ve Ulûhiyet Hakikati
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Peygamberlerin gönderilişinin en önemli hikmetlerinden birinin Zât, sıfât ve esmâsı itibarıyla “min haysü hüve hüve” bir ulûhiyet anlayışının ortaya konması ve bu hakikatin ruhlara duyurulması olduğu ifade ediliyor. Bu mücmel hususu açabilir misiniz?


Cevap: Enbiya-i izâmın (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâm) bi’seti ile alâkalı, geçmişten bugüne Kur’ân ve Sünnet kaynaklı değişik hikmetler, mülâhaza ve mütalâalar ulema tarafından dile getirilmiş, o mülâhaza ve mütalâalar kitaplara girmiş ve kayıt altına alınmıştır. Bu mülâhazalara bakıldığında, “insanların mazeretlerini ellerinden alma” mevzuunun daha ziyade öne çıktığı ve serdedilen mütalâaların daha ziyade bu husus üzerinde temerküz ettiği görülür.


İmam Maturîdî Hazretleri’nin, insanın yaratıcısını bulması adına tekvinî emirlerin yeterli olacağı istikametindeki görüşü bir yönüyle mevzumuzla alâkalıdır. Ancak esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyesiyle Zât-ı Ulûhiyet’i tanıma apayrı bir husustur. Evet, azıcık im’ân-ı nazar edip, tekvînî emirler üzerinde yoğunlaşan insan rahatlıkla tevhid hakikatine ulaşabilir. Mesela Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), bi’setinden kısa zaman önce vefat eden, dolayısıyla O’nu görme şerefine eremeyen ancak hunefânın sertâc-ı ibtihacı olan Zeyd b. Amr, bir Yaratıcı’nın varlığına inanıyordu. Ancak “O’nun adı ve sanı nedir, O’na nasıl ibadet edilir?” bunları bilemiyordu. Görüldüğü üzere insanlar tekvînî emirleri tetkik ve tefekkür neticesinde belli bir seviyeye ulaşabilir. Fakat gerek tekvînî emirler gerekse akıl ve mantık insanı ancak bir yere kadar götürebilir. Bundan öte yürüme ancak vahye müstenittir. Dolayısıyla esmâ-i ilâhiye, sıfât-ı sübhaniye, şuûnat-ı rabbâniye, itibârât-ı mukaddese ve Zât-ı Baht’ıyla Zât-ı Ulûhiyet’i tanıma mevzuu ancak ve ancak gaybdan gelecek haberlere ve enbiya-i izâmın aydınlatıcı mesajına bağlıdır.


Esmâ-i Hüsnâ’nın Bütününe Birden Nazar


Şimdi isterseniz bu mücerred hususu, esmâ-i hüsnâ mevzuuyla irtibatlı olarak bir nebze açmaya çalışalım. Daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği üzere Cenâb-ı Hakk’ın güzellerden güzel isimleri diye ifade edebileceğimiz esmâ-i hüsnâ, ulûhiyet hakikatini “mahiyet-i nefsü’l-emriyesi”ne uygun bilme adına sırlı birer anahtar gibidir. Hâlbuki insanın kendi aklıyla, sadece tekvînî emirleri okumak suretiyle o esmâ-i sübhaniyeyi tanıyıp bilmesi mümkün değildir. Evet, Cenâb-ı Hak, vahiyle bize esmâ-i hüsnâyı bildirip tanıtmasaydı, bizler sırf ef’âl âlemine bakarak o isimlerin hakikatine kat’iyen ulaşamazdık. Ayrıca ulûhiyet hakikatinin doğru okunup doğru anlaşılması adına esmâ-i hüsnânın bütününün birden nazara alınması; alınıp esmâ-i hüsnânın iktiza ettikleri ahkâmın tenâsübünü muhafaza edilmesi çok önemlidir. Hatırlarsanız Üstad Hazretleri de, Yirmibeşinci Söz’de Kur’ân’ın i’caz yönlerini anlatırken bu mevzu üzerinde durmuş ve; “Kur’ân, bütün esmâ-i hüsnânın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenâsübünü muhafaza etmiş. Hem rubûbiyet ve ulûhiyetin şuûnâtını kemâl-i muvazene ile cem’etmiştir. İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyen beşerin eserinde mevcud değil ve eâzım-ı insâniyenin netâic-i efkârında bulunmuyor.” diyerek bu hususa dikkatleri çekmiştir.


O hâlde esmâsıyla malum, sıfatlarıyla muhat, künhü nâkabili idrak, mevcud u meçhul o Zât hakkında bir şey söylenebilecekse, ancak bütün esmâ-i ilâhiyeyi bir noktaya teksif ederek, hepsinin aydınlığında, bütününün ifade ve ifaza ettiği mânâ ve mazmun çerçevesinde bir şey söylenebilir. Hani nasıl ki, esmâ-i ilâhiye hakkında eser telif edenlerin çokları, müstakillen zikredildiklerinde Zât-ı Ulûhiyet’in münezzeh, mukaddes ve mübecceliyetine münasip düşmeyen ve edebe münâfi görünen esmâ ile zikredilmesini uygun görmemişlerdir. Mesela; “Kullarından dilediğini değişik hikmetlere binaen sıkıntı ve meşakketlerle derdest eden, bir yönüyle demir bir pençe içine alan, onun içinden gönül ferahlığını alıveren” gibi mânâlara gelen “el-Kâbız” ismini müstakillen değil de, “Kâbız u Bâsıt” diyerek peşi peşine beraber zikredilmesini tavsiye etmişlerdir. Aksi takdirde Zât-ı Ulûhiyet hakkında nâkıs bir ifadede bulunulmuş, O’na karşı saygısızlık irtikap edilmiş olur, demişlerdir. Aynen öyle de ulûhiyet hakikatinin doğru okunup doğru yorumlanmasında inhirafa düşmemek için bütün isimlere mahrutî/bütüncül bir nazarla birden bakılması gerekir.


Kimseye Bildirilmeyen Esmâ-i Sübhaniye


Kaldı ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıkıntı ve problemlerle karşılaşıldığında, keder ve tasaya maruz kalındığında okunmasını tavsiye ettiği bir duada esmâ-i ilâhiyenin bütününün bize bildirilmediğini haber vermiştir. Hatırlayacağınız üzere o duada Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:


اَللّٰهُمَّ إِنّـِـي عَبْدُكَ وَابْنُ عَبْدِكَ وَابْنُ أَمَتِكَ، نَاصِيَتِي بِيَدِكَ، مَاضٍ فِيَّ حُكْمُكَ، عَدْلٌ فِيَّ قَضَاؤُكَ، أَسْأَلُكَ بِكُلِّ اسْمٍ هُوَ لَكَ سَمَّيْتَ بِهِ نَفْسَكَ أَوْ أَنْزَلْتَهُ فِي كِتَابِكَ أَوْ عَلَّمْتَهُ أَحَداً مِنْ خَلْقِكَ أَوِ اسـْـتَأْثَرْتَ بِـهِ فِـي عِلْمِ الْغـَيْـبِ عِنـْـدَكَ أَنْ تَجْعَلَ الْقُرْاٰنَ رَبِيعَ قَلْبِي وَنُورَ بَصَرِي وَجَلاَءَ حُزْنِي وَذَهَابَ هَمّـِـي وَغَمّـِـي وَلاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللّٰهِ

Allahım, ben Senin kulunum, kullarından bir erkekle bir kadının oğluyum, perçemim Senin (kudret) elindedir. Hakkımdaki kararın yürürlükte ve yine hakkımdaki takdirin âdilânedir. Senden, kendini isimlendirdiğin, Kitabında indirdiğin, mahlûkatından birine öğrettiğin veya gayb ilminde kendine tahsis ettiğin (kimseye bildirmediğin) her ismin hürmetine, Kur’ân’ı kalbimin baharı, gözümün nuru, hüzün, gam ve tasamın gidericisi kılmanı diliyorum. Güç ve kuvvet ancak Allah’ın (elinde)dir.” (Muvatta, Cenaiz/17)


Görüldüğü üzere Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) bu duasıyla bize, insanlar arasında sadece bazılarına bildirilen isimler olduğu gibi, gayb ilminde Cenâb-ı Hakk’ın kendine tahsis edip nezd-i ulûhiyetinde isti’sâr buyurduğu, hiç kimseye bildirmediği isimlerin de olduğunu haber vermiştir. Hâlbuki bize bildirilmeyen o isimler de Zât-ı Ulûhiyeti ifade etmektedir. Buradan şu hususa intikal etmek istiyorum: Genelde halk arasında, esmâ-i hüsnâyla alâkalı, Ebû Hureyre Hazretleri’nin rivayet ettiği doksan dokuz esmâ-i Hüsnâ bilinir. Fakat İslâm âlimlerinin çoğu, ilâhî isimlerin bu rivayette zikredilenlere münhasır olmadığı kanaatindedir. Aksine onlara göre, hem Kitab-ı Mübîn, hem de Sünnet-i Sahiha’da sarahaten ve zımnen zikredilen daha bir hayli esmâ-i ilâhiyenin mevcudiyeti söz konusudur. Buna bağlı olarak mesela Muhyiddin ibn Arabî Hazretleri iki yüz isim zikrederken, Cevşenü’l-Kebir’de de, mücerret/müfred ve mürekkep olarak bini aşkın isim zikredilmektedir. Şimdi sarahaten ve zımnen, müfred ve mürekkep olarak zikredilen bu binbir esmâ-i ilâhiye bilinse dahi bu bilgi, Zât-ı Ulûhiyeti tam ifade etmez; insana Zât-ı Baht’ı tam olarak doğru görme rasatını temin etmez; etmez çünkü biraz önce de ifade edildiği gibi hususi bazı şahıslara bildirilen isimler olduğu gibi, hiç kimseye bildirilmeyen esmâ-i ilâhiye de vardır.


Hakiki Hakaik-i Eşya ve Esmâ-i Hüsnâ


Bir düşünün şu fizikî âlemler kaç milyon sene önce var edilmiştir. Bazı natüralistler trilyon, belki katrilyon sene diyeceklerdir. Şimdi kentrilyon hatta bin kentrilyon sene olsa dahi şu fizikî âlemler yine hâdis, yine hâdis, yine hâdistir. Hazreti Allah (celle celâluhu) ise ezelîdir. Ezel ve Ebed Sultanı Hazreti Vacibü’l-vücud, Zât-ı sübhanisini Kendinde, ef’âl ve icraat-ı sübhaniyesinde hep temâşâ ediyordu.


Hem Allah (celle celâluhu) her şeyi maddeden, atomdan, partikülden yaratmamıştır. Bir hadis-i şerifte toprak, su, hava, ateş mürekkeplerinden evvel arş ı rahmetin bir “amâ” üzerinde olduğu beyan buyuruluyor. (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân 12) İşte keyfiyeti bizce meçhul, arş-ı rahmet “amâ” üzerinde olduğu zamanda da Allah (celle celâluhu) kendisi için Kendisini, azamet-i sübhaniyesini, kudret-i mutlakasını, meşîet-i nâmütenâhîsini, ilm-i muhitini temâşâ ettiği aynalar vardı. Peki nedendi onlar? Partikülden miydi, iyondan mıydı, eterden miydi, eter altı şeylerden miydi, bilemiyoruz. Madem hakiki hakaik-i eşya esmâ-i ilâhiyeden ibarettir ve hakaik-i eşya bu fizikî âlemlerden ibaret değildir. Dolayısıyla o aynalar her ne ise, onların bütünün hakikatleri de esmâ-i ilâhiyeden ibarettir. Aynı hususu ahiret âlemi için de düşünebiliriz. Mesela orada ölüm yok. Hâlbuki görüyorsunuz atomlar dünyasında varlıklar doğuyor, büyüyor ve ölüyorlar. Var olmakla beraber yıpranma da beraberinde geliyor. Öte tarafta ise yıpranma, aşınma olmuyor. Demek ki orada kullanılan şey her ne ise –isterseniz siz ona, madde altı, altının altı veya madde üstü, üstünün üstü deyin, ne derseniz deyin– ahiret için kullanılan o eşya tamamen farklı. İşte Allah (celle celâluhu), nezd-i ulûhiyetinde Kendine tahsis buyurduğu ve isti’sâr sözcülüğüyle ifade edilen esmâ-i sübhaniyesiyle o âlemlerdeki eşyanın hakikati sayılabilecek şeyleri yapmıştır/yapmaktadır.


Şimdi sizin hem şu fizikî âlemler, hem öncesi, hem sonrasıyla o bin bir esmâ-i ilâhiye veya milyon-milyon… esmâ-i sübhaniyeyi bilmeniz ve mahrutî/bütüncül bir nazarla onlara birden bakabilmeniz gerekir ki, ancak o zaman, söyleyebilecekseniz Zât-ı Baht mevzuunda bir şey söyleyebilesiniz. Yoksa, rica ederim, aksi bir iddia küstahlık, haddini aşmışlıktan başka bir şey değildir.


Bütün bunlardan dolayı diyoruz ki, bu hakikatlerin insan aklıyla kavranması mümkün değildir. O sebeple, eğer enbiya-i izâm o aydınlatıcı mesajlarıyla gelmese, bize bu mevzuda ışık tutmasaydı hiç kimse aklı ile bunları bilemez ve bu mevzuda iki adım ileriye gidemezdi. Siz elli defa tekvînî emirleri hallaç etseniz, elli defa enfüsî tetkiklerde bulunsanız yine de bu hakikatlerin öşr-ü mişarına (yüzde birine) ulaşamazdınız; ulaşamaz ve Allah’a ait esmâ ve sıfat-ı sübhaniye ilgili türlü türlü kuruntulara girer ve farkına varmaksızın kendinizi çeşit çeşit dalâlet ve sapıklıkların içinde bulurdunuz.


Bu noktada bir hususa daha dikkatinizi çekeyim. Geçmişten bugüne İslâm uleması, o başdöndüren cehd ve gayretleriyle, enbiya-i izâmın esmâ ve sıfat mevzuunda beyan buyurdukları hususları biraz daha açmış, meselenin vuzuhu adına şerhler yapmış, o hususları bizim daha iyi anlayacağımız hâle getirmiş ve netice itibarıyla Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış telakkilere düşmeden bizi sıyanet etmişlerdir. Rabbim sa’ylerini meşkur eylesin. Fakat bildiğiniz üzere, bütün bunlara rağmen, mesela sıfatlar Zât’ın aynı mı gayrı mı diye münazara ve münakaşalar söz konusu olmuştur. Malum olduğu üzere bu münazalarda, ilim, hayat, sem’, basar, irade, kudret, kelâm, tekvîn gibi sıfatların Zât’ın aynı olarak kabul edildiğinde, bu sıfatların da tek tek kadim olmuş olacağı, dolayısıyla taaddüd-ü kudemâ lazım geleceği, bunun ise Allah’ın tek olduğu hakikatine aykırı olacağı ifade edilmiştir. Buna karşılık sıfatlar Zât’ın gayrı olarak görüldüğünde ise, sıfat-ı sübhaniyenin Allah’ın dışında mülâhazaya alınmış olacağı, bunun ise Allah’ı hâdis bir şeyle ittisaf mânâsına geleceği, dolayısıyla bu durumun da kabul edilemeyeceği söylenmiştir. İşte bu mülâhazalarla ortaya konan vartalara düşmemek için Ebû’l-Hasen el-Eş’arî Hazretleri, “Sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne de gayrıdır.” diyerek işin içinden sıyrılmak istemiştir. Bu izahın kaçamak bir yanı olduğu söylenebilir, ancak böyle bir ifadenin ulûhiyet hakikatine duyulan bir saygının neticesi olduğu muhakkaktır. Görüldüğü gibi, bu meseleler beşer idrakini aşan mevzular olduğundan, vahyin bize bildirdiğinin ötesinde kesin ve net bir şey söylememiz mümkün değildir; söyleme cüretinde bulunanlar ise bir sürü çarpık anlayış ve tenakuzun içine düşmüştür/düşmektedir.


“Zinhâr Zât-ı Bârî’yi Tefekküre Kalkışmayın!”


Bu noktada Efendiler Efendisi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) şu ikaz ve tavsiyesi bizim için çok önemlidir. O buyuruyor ki, “Tefekküre denk ibadet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhar Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zira O, insan düşüncesini aşan bir mevzudur.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/136) Evet, Cenâb-ı Hakk’ın asarını tefekkürde derinleştikçe derinleşelim ama Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayalım. Çünkü Zât’ı tefekkürde değişik mülâhazalara girme söz konusu olabilir. Halâ-melâ, ezel-ebed mülâhazaları kafamızı karıştırabilir. Görüyoruz ki, Zât’ı mülâhazaya alan insanlar –elfü elfü neuzü billah– türlü türlü sapıklıklara sürüklenmiş, mesela bazıları, kozmik enerji, yoğunlaşmış enerji deme gibi haltlara girmişlerdir. Günümüzde din şeklindeki bazı organizasyonlarda bu türlü beyanlara şahit olabilirsiniz. Mesela meditasyon gibi faaliyetlerle varılmak istenen hedef, güya kuyruk sokumundaki kozmik enerjiyi geliştirmek suretiyle, kâinatta hükmeden kozmik enerjiyle bütünleşmeyi sağlama gibi hezeyanlardır. Hatta Müslümanların içinde neş’et eden insanlarda bile bu türlü hezeyanları telaffuz edenler olmuştur. İsim tasrih ederek hem meseleyi daraltıp, hem de gıybete girmeyelim. Zira bir mü’min olarak gıybetin o kadarından bile kaçınmamız gerekir. Burada asıl üzerinde durulması gereken husus, insanın kendi güç, imkan ve sınırlarını bilmesidir. İşte yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizleri Zât hakkında düşünmekten nehyetmek suretiyle düşenebileceğimiz sahanın sınırlarını belirlemiş ve sırat-ı müstakîmden sapmamamız adına önümüze bariyerler koymuştur. Demek ki, beşerî imkan ve iktidarlarımızın sınırına gelince haddimizi aşmayacak, o noktada “La havle velâ kuvvete illâ billah” diyerek Cenâb-ı Hakk’a sığınıp O’nun asarını tefekküre dalacağız. Recaizade Ekrem’in dediği gibi, kâinat muhteşem bir kitaptır, hangi harfi yoklasan altından hep Allah’a iman çıkar. Bu açıdan okuyup değerlendirmemiz mümkün olan, yorum ve analize açık bulunan sahalarda dolaşacak; terkip, tahlil, sentez ve analizlerimizi aşan mevzulara ise asla girmeyeceğiz/girmememiz gerekir.