Taassup

Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Akrabalık, soy-sop yakınlığı gütmek, din, ahlâk, namus, vatan ve diğer değerlere karşı hep saygı hissiyle hareket etmek demek olan taassup, yukarıdaki konular türünden akla-nakle uygun şeylerde, ifrata girmeme şartıyla tabiî, mâkul ve yerinde bir davranış; akla uymayan ve dinin ruhuna da ters düşen konularda ise gayri mâkul, zararlı ve mahzurludur. Evet, bir insanın kendi geçmişinden tevarüs ettiği dinî ve millî değerlere olağanüstü bir bağlılık göstermesi “asabiyet-i cahiliye”ye kaymamak kaydıyla, onun kendi olarak kalması adına çok önemli ve şâyân-ı takdir bir histir. Bu his sayesinde fert veya toplum, dinine, diyanetine, ruh ve mânâ köklerine herhangi bir saldırı olduğunda, onları mevcut kanun ve kurallar çerçevesinde müdafaaya koşar; inandığı ve yürekten bağlı bulunduğu bu değerlerin herkes tarafından tanınıp bilinmesi için gayret gösterir; yerinde “hikmet” ve “mev’ize-i hasene” ile, yerinde temsil mükemmeliyetinin vaad ettikleriyle onları bütün cihana duyurur ve herkesin gönlünde bu değerlere karşı alâka uyarmaya çalışır. İşte bu, her fertte mâkul bir asabiyet ve kendi değerlerine karşı da makbul bir taraftarlık hissidir. Aksine, bu ölçüde kıymet-i harbiyesi olmayan konularda taassup göstermek, hatta daha da ileri giderek kendi anlayışına ters gördüğü her düşünce ve sisteme cephe almak apaçık bir ifrat ve bağnazlıktır.


Evet, bir mânâda taassup, dinî ve İslâmî değerleri korumada çok önemli bir sâik, metafizik gerilim adına hayâtî bir unsur, toplumda millî heyecanı tetikleyen esaslı bir his ve aşk u şevki coşturan bir dinamodur. Ruh ve mânâ köklerinin korunması, millet ruhunun her zaman canlı kalması ve yığınların vurdumduymazlıkla, mefkûresizlikle harap olup türap olup gitmemesi adına –ki böyle bir durum taassupta tefrit demektir– asabiyet-i diniye ve milliye her toplum için çok hayâtîdir. Fazilet ahlâkının vazgeçilmezliği, namus, şeref ve haysiyet gibi her milletçe değerli sayılan hususların sıyaneti, hatta bunların muhafazası uğrunda hırz-ı can edilmesi bir mânâda ancak böyle bir asabiyet-i ruhiye ile gerçekleşebilir.


İşte bu mânâdaki taassup, daha doğrusu asabiyet-i ruhiye gevşediğinde, ferdî, ailevî ve millî hayatımız adına çok lüzumlu sayılan bir kısım hassasiyetlerimizi kaybetmiş sayılırız ki, böyle bir durumda ahlâkî kırılmaların birbirini takip etmesi ve millet ruhunda değişik çöküntülerin meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bunun sonucunda da sosyal yapıda çözülmeler, dağılmalar, parçalanmalar önü alınamayacak şekilde sürer gider ve bu ölçüde bir yırtığı, kırığı ve çatlağı olan millî bünye de, artık bütün bütün yabancılaşmaya açık hâle gelmiş olur. Ve zamanla böyle bir millî yapıdaki her parça ayrı bir şekle girer, ayrı bir renk ve desenle kendini ifade etmeye durur ve onda öldüren bir yabancılaşma vetiresi yaşanmaya başlar. Tutulur herkes başkalaşma sevdasına.. kaçarlar kendilerinden, kendi değerlerinden.. ve düşerler hiçlik vadilerinde hiçlik arkasına.. umursamazlar kaybettikleri şeyleri.. düşünmezler hissizliğe kurban gittiklerini.. öldürülen ruhlarını ve yitirdikleri tarih şuurlarını.


Asabiyetteki tefrit ve aymazlığın zararları bunlarla da kalmaz; dinî ve millî değerlerini kaybetmiş bu tür toplumlarda kimliksizlik bunalımları yaşanmaya başlar.. yığınlar fanteziden fanteziye koşar.. başkalaşmalar ve değişmeler olağan hâdiseler gibi görülür.. Âkifçe ifadesiyle, “din harap, iman serap” olur.. toplum tepetaklak izmihlâl ahlâkına yuvarlanır ve geçmişe ait ne varsa hepsi bir bir yıkılır gider.


Biz, taassup dediğimizde, öteden beri daha ziyade hep asabiyetteki ifratı kastetmişizdir. Bu mânâda asabiyet ve taassubu nüanslarına dikkat etmeden bazen “bağnazlık” ve “yobazlık” kelimeleriyle karşılamışızdır ki, günümüzde buna Frenkçe bir kelime olan “fanatizm”i de ilâve edebiliriz.


Taassup insanoğluyla var olmuş ve hemen her zaman ciddî problemlere sebebiyet vermiş ferdî ve içtimaî bir dengesizlik ve bir hastalıktır. Bu hastalık bazen yanlış bir din yorumuna ve mezhep anlayışına; bazen herhangi bir düşünce sistemi ve ideolojiye, bazen de bir ilhad ve inkâra dayanagelmiştir. O neye dayanırsa dayansın dengelenmediği takdirde her zaman zararlı olmuş; insanları birbirine karşı saygısızlığa ve tecavüze sevk etmiş, salim düşünceyi felce uğratmış, muhakemeye kement vurmuş korkunç bir marazdır. İşte böyle bir maraza müptela olan herhangi bir dengesiz, farklı düşünen herkese rahatsızlık verdiği gibi, kendi hayatını da kendi hakkında Cehenneme çevirmiştir. Zira böyle biri, kendi inanç ve hayat felsefesini –şayet bir hayat felsefesi varsa– kendi mezhep ve ekolünü, kendi ideoloji ve tarikatını, kendi cemaat ve zümresini herkesten ve her şeyden fâik gördüğünden, kendi yol ve yönteminin dışında hiçbir şeyi tanımaz; hiçbir alternatife tahammül edemez ve hele asla müsamahalı olamaz; müsamahalı olmak bir yana, mü’minse kendi gibi düşünmeyenleri kâfir sayar, kâfirse avaz avaz “yobaz” diye onları cihana ilan eder.


Böyle bir akılzede nezdinde “öteki” mülâhazası en canlı bir mazmundur ve bu hasta ruh hep onunla soluklanır; yerinde “küfür yobazı” der mırıldanır; yerinde “mürteci” hırıltılarıyla nefes alır verir ve sürekli kinle, nefretle yutkunur durur. Elinde gücü kuvveti varsa veya iğfal ettiklerini arzu ettiği istikamette harekete geçirebiliyorsa hemen “öteki” dediklerini ezer geçer; imkânları elvermediği yerde de onlar hakkında akla-hayale gelmedik iftiralarda, tezvirlerde bulunur; varsa basın-yayın imkânı, bütün kapıkullarını seferber eder; masum, gayri masum tefrik etmeden herkese kara çalar, sonra da bunu yedi cihana duyurur. Oturur kalkar hasım saydıklarında hep kusurlar arar, en önemsiz şeyleri büyük birer eksiklik gibi gösterir, sürekli kusur dellâllığı yapar; ama kat’iyen kendi inanç mülâhazalarıyla hiç mi hiç yüzleşmek istemez.. ve hele asla kendi değerler sistemini bir kerecik olsun test etmeyi düşünmez; düşünmez zira o, akıl, mantık, hatta dinî disiplinlerden daha ziyade şahsî hislerine ve ön kabullerine göre hareket etmektedir.. ve âdeta kendini insanüstü görerek, bir gün kendisinin de yanılabileceğine kat’iyen ihtimal vermez. Dolayısıyla da nefsiyle hesaplaşmayı aklının köşesinden bile geçirmez; geçiremez zira o, körü körüne kendi duygularının, kendi tutkularının esiri tam bir düşüncezededir; dar düşünür, sınırlı görür; mütemadiyen yanılgıdan yanılgıya düşer ve asla objektif olamaz. Onun düşünce atlasında –varsa böyle bir ufku– başka görüşlerin, başka mülâhazaların yeri yoktur ve aslında o böyle bir renkliliğe kat’iyen tahammül edemez; tahammül edemez renk ve desen farklılığına, şive ve üslûp televvününe.


Hürriyet dendiğinde, mutaassıp, yalnız kendi hürriyetini düşünür; demokrasiden bahsedildiğinde, onun kendisine ne vaad ettiği üzerinde durur ve söz gelip hoşgörüye dayandığında da sadece kendisinin hoşgörülmesini bekler. Tahammül edemez kafasında şekillendirdiği o daracık şablona uymayan farklı değerlerin mevcudiyetine. Katlanamaz başka fikir ve mülâhazaları seslendiren düşüncelere ve felsefelere. Herkesi kendi dar mantığına göre hareket etme mecburiyetinde görür de her zaman geniş düşünmeye, kuşatıcı olmaya ve vicdan vüs’atine karşı savaş vaziyetinde bulunur. Ne bir adım ileri ne bir adım geri, akıp giden zamana inat hep olduğu yerde durur ve kendi dar düşüncesinin mahsulü bir kısım sâbitelerle oturur kalkar. Ne tekvînî emirlerin özünden haberi vardır, ne de zamanın farklı yorumlarından. Anlamaz varlığın dilinden ve varlık içinde olup biten onca hâdiseden hiçbir şey. Hayatını insanı çatlatan bir darlık içinde geçirir; sığ düşünür, bağnazca davranır ve gözünü kırpmadan bu dar mantaliteye uymayan en olumlu şeyleri bile yerle bir eder. Gücü yetiyorsa kaba kuvvetle, yetmiyorsa iftira, tezvir ve en bayağı isnatlarla kendi gibi düşünmeyen herkesin hakkından gelmeye çalışır.


Din adına olsun dinsizlik hesabına olsun, mutaassıp, kendini gerçeğin biricik temsilcisi sayar. O buna o kadar inanmıştır ki, doludizgin yürüdüğü bu patikayı bir şehrah saydığı için kendisi gibi düşünmeyenlerin hemen hepsini aptal kabul eder; kızar herkese, köpürür muhaliflerine; gel-git yaşar şiddet hiddet arası; çiğner hakkı, hakikati, vicdan hürriyetini ve âlemşümul insanî değerleri; dahası, çok defa kendisinin de takdirle yâd ettiği demokratik kuralları. Ömrünü hep bir cinnet içinde geçirir; her yanda hezeyandan hezeyana girer; güçlü ise yakar-yıkar, daha olmazsa gelir bir kâbus gibi çöreklenir “ötekiler” dediği kimselerin tepesine.


Dünden bugüne taassubu dinî değerlere dayandırıp kutsalın mücadelesini veriyormuşçasına me’hazin kutsiyetiyle saf yığınları aldatan bir sürü insan tanıdık. İlericilik ve çağdaşlık hezeyanlarıyla çevrelerini kırıp geçiren ve herkesi kendilerine benzetmeye çalışan bağnazların sayısı da bunlardan az değildi. Birincilerin hakikî dindarlıkla alâkaları olmadığı gibi ikincilerin de ilericilikle, medeniyetle hiç mi hiç münasebetleri yoktu. Her iki uğursuz kesim de hür düşünce, hoşgörü ve paylaşmanın, daha doğrusu insanca yaşamanın önünde mutlaka bertaraf edilmeleri gereken engellerdi. İhtimal bu kaba ve saldırgan kimseler aydınlatılacakları veya Allah’tan bulacakları âna kadar da insanlığın bunlardan çekeceği vardı…


Çağımızda taassup denince insanlar onu daha çok dindarlar arasında tahayyül etti. Dahası, böyle bir kelime ile ilk ürperenler de inanan insanlar oldu.. oysa o, her kılığa giren öyle bir Allah belasıydı ki, dinî kisve ve dinî ifadelerle kendi diyanet mensuplarını tahrik edip ayaklandırdığı ve onulmaz tahriplere sebebiyet verdiği gibi, dinsizin elinde de, her zaman dini ve dindarı karalamada amansız bir silah gibi kullanıldı. Kinle, nefretle gerilmiş sineler hep onunla soluklandı.. ve büyük ölçüde ne medrese, ne mektep, ne zaviye, ne kışla, ne de daha büyük makamlar bu taassup bataklığına düşmekten kurtulamadılar. O her zaman kuvvetlinin elinde ezen, öldüren, hizaya getiren ve kendine benzeten bir silah olarak kullanıldı.. onunla insanlar bir darlığa mahkûm edildi.. kendini ifade etmek isteyenlerin kelleleri alındı.. farklı düşünenler ya sürgün edildi ya da zindanlara atıldı.. nice aydınlık ruhlar tagallüplere, tahakkümlere, mezelletlere maruz kaldı.. ve en dırahşan çehreler topluma âdeta bir asi, bir şakî gibi gösterildi. Kutsalı kullananların elinde de o, aynı ölçüde hep zararlı oldu; hür düşünceye karşı çıkıldı, ilim ve araştırma aşkı günah sayıldı. Modern çağın değişik ideolojilerine gelince, bunlar onu daha da vahşice kullandı; cahil yığınlardan daha bağnazca davrandı ve vurdu-kırdı, kan döktü, kan içti, kanlı düşüncelerle oturdu-kalktı ve insanlığa sürekli kan kusturdu. Böyle olması da bir mânâda normaldi; zira taassup aklı, mantığı kullanmamanın ayrı bir unvanı ve nerede duracağı, nasıl duracağı da belli olmayan kargaşa ve anarşinin en önemli sâikiydi.


Taassubun kendisi büyük bir musibet olduğu gibi, batıcılık ve modernite adına onu ehl-i imanı karalama hesabına kullananlar da sürekli taassup dellâllığı yapmak suretiyle insanlığın başına hep bela olagelmişlerdir. Yerinde bir cemaat taassubu, yerinde ırkî bir asabiyet veya herhangi bir diyaneti algılama mülâhazası ya da tekvînî masûniyeti varmış gibi davranan bazı birimlerin sergilediği taassup da aynı ölçüde zararlı olmuştur. Bu meş’um anlayışla adalet baltalanmış, hak çiğnenmiş, vicdanlar baskı altına alınmış; en cins dimağların, en velûd karîhaların düşünce ve hareket alanları fevkalâde daraltılmış ve bu önemli insanların insanlığa yararlı olmalarının önü kesilmiştir.


İşte bu şekildeki benlik duygularının her yerde bir davul sesi vermeye başladığı, taassubun azgınlaşıp farklılıklara karşı bir isyan ahlâkına dönüştüğü, kuvveti elinde bulunduranların sık sık tagallübe, tahakküme başvurduğu ve hukuk adına hakların çiğnendiği bir ortamda huzurdan söz etmek mümkün olmasa gerek.


Günümüzde bazıları bütün bunları görmezlikten gelerek, sadece gelip gelip dinî taassuba takılmakta, hatta daha da ileri giderek salâbet-i diniyeyi yobazlık saymakta, dindar olmayı ayıp gibi göstermeye çalışmakta ve bütün inananları potansiyel suçlu gibi göstermektedirler. Vâkıa geçmişte bir kısım garplı mütegallipler, diyanet ve kendi kutsallarını koruma adına bütün bir İslâm dünyasını işgal ile akla-hayale gelmedik her türlü mezâlimi irtikâp etmişlerdi –bazıları şu anda hâlâ ediyor– ve bunlar o işi yapanların gafletinden, dalâletinden ve hazımsızlığından kaynaklanıyordu. Bu mesâvîyi kat’iyen din emretmiyordu; onlar dini, heva ve heveslerine alet ediyorlardı. Nitekim mecbur kaldıklarında kalkıp özür diliyor, ardından yeni bir asabiyetle, ihtimal mazeretlerinin kabulünü bile beklemeden, daha ciddî ve daha zalimce farklı bir işgal ve istilaya koyuluyorlardı. Sürekli günah-tevbe arası gel-gitler yaşayan yamuk iradeliler gibi hemen her zaman yaladıkları tükürüğün yerine bir sümkürük atıp öyle geçiyorlardı.. evet bütün bunlar oldu, şu anda da oluyor, bundan sonra da büyük bir ihtimalle olmaya devam edecek… Ancak bazı diyanet mensuplarının bu tür tutarsızlıklarını veya Müslüman görünen bir kısım kimseler arasında afyonlanmış bazı densizlerin münasebetsiz davranışlarını bahane ederek İslâm dinini bir mesâvî kaynağı gibi göstermenin bir haksızlık, bir iftira ve bir din düşmanlığı olduğunda da şüphe yok.


Bazı dönemlerde bazı safderun Müslümanlar veya zayıf karakterli satılmış kimseler, belki de ilaçlarla muhakemeleri felç edilmiş bahtsızlar taassup göstermiş, hatta teröre girmiş olabilirler; aslında bu kadarcık bile olsa, bir Müslüman vicdanının bu tür bir şeyi tasvip etmesi mümkün değildir; İslâm’ın temel disiplinleri buna kat’iyen müsaade etmez. Farz-ı muhal olarak böyle bir taassup ve onun sonuçlarına bazı Müslümanların sessiz kalması, affedilebilecek türden değildir. Ne var ki, böyle bir günah hiçbir zaman, eski-yeni, hakkı kuvvette gören bir kısım terörist devletlerce ortaya konan bağnazlık ve barbarlık seviyesinde bir fezâyî ve bir insanlık dramı hâlini de almamıştır.


Müslümanlar tarihin hiçbir faslında, müdafaa muharebesi sayılan mecburî savaşların dışında kimseyi ezmemiş; kimsenin diline ve dinine karışmamış; kimsenin iktisadî, idarî, siyasî, kültürel hayatına müdahale etmemiş ve kimseye kendi değerlerini dayatmamışlardır. Onlara kendi değerlerini dayatmak bir yana, bidayetten günümüze kadar hakikî Müslümanlar, diğer diyanet mensuplarını hiçbir vatandaşlık hakkından mahrum etmemiş ve kendi ülkelerinde onlara hayatın hemen her alanında her şey olabilme imkânını vermiş; dinleri, diyanetleri ne olursa olsun devlet ve millete hıyanet etmedikleri sürece, kat’iyen onlara karşı taassuba girilmemiş ve bu azınlıklar toplumun her kesiminde hüsnükabul ve saygı görmüşlerdir. Dahası, çağdaş milletlerde hâlâ kâmil mânâda toplumun her kesimine mal edilememiş adalet, müsavât ve hoşgörü konusunda da kat’iyen kusur edilmemiş, “asabiyet-i kavmiye”ye girilmemiş ve kimseye haksızlık yapılmamıştır. Tarihî vesikalar buna şahittir; bana göre, bugün aksini iddia edenler ya heva ve heveslerine göre konuşuyorlar veya bilerek-bilmeyerek düşmanlarımızın hissiyatlarını seslendiriyorlar.


İlk çağlardan itibaren Müslüman idareciler, her zaman hak, adalet ve istikametin yanında oldular ve kat’iyen ifratkâr bir taassuba girmediler. Tarih ve siyer kitaplarının sahifelerine göz gezdirdiğimizde hep şu pırlanta sözlerle karşılaşırız; “Zinhar hakkı bırakıp bâtıla sapmayın.. imanlı olduğunuz gibi, her zaman emin olun ve herkese güven vaad edin!.. Sakın adaletten ayrılmayın ve asabiyet-i cahiliyeye dalmayın; zira mülkün temeli adalet ve devlet-i ebed-müddet mefkûresinin esası da yine adalettir; adaleti çiğneyen bugün olmasa da yarın mutlaka çiğnenir. İstikametten ayrılan da kendi eğriliğinin kurbanı olur. Allah’tan korkun ve diğer diyanet mensuplarının din ve vicdan hürriyetleri konusunda hep mülâyim ve şefkatli olun.! Zorla içine itildiğiniz bir maddî mücadele söz konusu olmadığı sürece kim olursa olsun, onlarla hep iyi münasebetler içinde bulunun; kaba ve hissî davranışlarla kendi din ve diyanetinizin dırahşan çehresini karartmayın.! Değişik kültürlere mensup farklı inanç sahibi vatandaşlarınızın hoş görünmeyen, sizin de yakışıksız bulduğunuz tavırlarından dolayı onları hemen sorgulamaya kalkmayın; dinleyin, anlamaya çalışın, temel kurallara aykırı düşen hususlarda bile –içinde kul hakkı yoksa– elden geldiğince müsamahalı ve hoşgörülü davranın.. ve hiçbir zaman asabiyet-i cahiliyeye saparak size olan güven ve krediyi yıpratmayın.” İşte bütün bu hususlar, topyekün insanlığı kucaklama misyonuyla gönderilmiş İslâm’ın temel rengi, mü’min olmanın aslî şivesi ve İslâm’ı temsilin de en önemli esprisidir.


İslâm’ı hakkıyla yaşayanlar, hep böyle davrandılar; adına İslâm deyip hislerini öne çıkaranlar ise, çok defa hayır mülâhazasıyla ya da konuyu öyle göstererek sürekli günahlara girdi ve inkâr, ilhad bağnazlarıyla aynı seviyesizliğe düştüler.